Akiller toplantısında ‘federasyon olasılığı da tartışılmalı’ dendi

0 Yorum

Servan Altıkanat 23.10.2014

RADİKAL

Yıllar önce ‘Doğu Raporu’nu yazmış, Kürt meselesi üzerine kitapları olan, çeşitli çalışmalarda bulunmuş bir bilim insanı ve gözlemci olarak Türkiye ‘yi, Kürt sorununun demokratik yollarla çözülmesi konusunda, hangi aşamada görüyorsunuz?
‘Kürt sorunu’ dediğimiz anda, bir kere mantıksal açıdan sorunlu bir alana giriyoruz. Kendimizi, bizim yarattığımız bir hapishaneye mahkûm ediyoruz. Hiç bir şey kendi başına sorun değildir. Bir olgudur, bir veridir, bir gerçektir. Bu veri, olgu veya gerçek, sorun haline gelmişse; bir ”onu anlamakta”, iki, onu yönetmekte zafiyet göstermişiz demektir. Bir olgu böyle sorunlaşır…

Eğer biz ”Kürt sorunu” diyorsak, onu anlamayı, yönetmeyi ve bir ülke gerçeği olarak onunla nasıl baş edeceğimizi bilememişiz demektir.

Bakın; bu kadar yıl, ”NATO’nun ikinci büyük ordusu” dediğimiz silahlı kuvvetlerimiz, savaştaydı. Onun üzerine polis teşkilatını ve korucuları ekleyin, yüzbinlerle ifade edilen büyük bir kolluk gücü 30 yıl, “sorunu” gidermek için seferber edildi. Bu güç ülkenin sınırları içinde tüketici bir savaş sürdürdü.

Hiç kimse de çıkıp, “Kardeşim bu kadar insani ve maddi kayıp veriyoruz; ülkenin kendine güveni morali ve itibarı zedeleniyor, neden” diye sormadı… Belli ki ülkemizi ‘hain’ler, ‘düşman’lar ve ‘iyi ve sadık vatandaşlar’ diye ikiye bölmüşüz. Yabancı parmağından sıkça söz etsek de belli ki bu bir iç sorun; yani bir kötü yönetim sorunu.

Artık şiddete daha büyük şiddetle gitmenin, güvenlik yöntemlerine abanmanın, hiç bir sonuç getirmediğini, bunun toplumumuzun bir kesimini daha da yabancılaştırdığını, belki de kopmaya doğru götürdüğünü görüyoruz. En azından önemli bir bölümümüz görüyor. Bu yüzden, “Kürt sorunu”na başka biçimde yaklaşmak ve denkleme çözüm için şiddetten başka araçlar sokmaya karar verdik.

Ama kolay giderilemeyecek duygusal engeller, hatta bataklıklar var: İçeride bir düşman yarattık. O kadar yıl, halkımızın bir bölümünün düşman olduğuna ilişkin insanları eğittik, şartlandırdık, ona uygun bir hukuk yarattık. İşte, ”olağanüstü hal hukuku” bu demek! Olağan biçimde yönetemediğin bir bölgeye, evrensel hukuk ilkeleri dışında bir hukuk getirmek demektir.

Geldiğimiz noktada ise, bütün bunlardan vazgeçildi; hani filmlerde olur ya: Kavganın en ölümcül anında yaşlı bilge bir kadın belirir ve ”Öldürme onu, o senin kardeşin” der… O andan itibaren her şey başkalaşır. Ama duyguların geriye sarması, değişmesi zor ve zaman alır.

Yeni gerçekleri sindirmek kolay değildir çok kişi için. Bu kadar nefret, kayıp, şiddet yaşanmıştır. Bu yüzden sorun, psikolojik ve siyasi boyutta sürüyor ve bu, ülkeyi geriyor; kutuplaşma ve var olan duygusal fay hatları hala çalışıyor.

Siz ‘demokrasisiz barış olmaz’ diyenlerden misiniz?
Gayet tabii; demokrasi ‘barış’ demek zaten. Niçin barış demek? Demokrasi, birlikte, çatışmadan, herkesin aklı, mesaisi ve duygularıyla ortak bir yaşam kurmanın ve bir gelecek oluşturmanın adıdır. Bu anlamda bir barış projesidir demokrasi.

Daha çok siyasal iktidara yakınlığı ile bilinen yazar, çizerlerden ‘Demokrasisiz de barış olur… Önce bir barış yapalım da, demokrasiyi sonra kurarız’ mealinde görüşler de duyduk ama…
Mümkün değil… Bir kere onların anladığı barış değil. Onların anladığı, iki çatışan, sürtüşen silahlı güç arasında, artık ‘silah kullanmama’ anlaşmasıdır. Bu anlaşma ‘barış’ demek değildir, barışın ön şartıdır sadece. Barış, birlikte yaşamanın, ilkeleri, kuralları, yöntem ve kurumları üzerinde uzlaşma ve onlar üzerinden ortak bir yaşam inşa etme ve bunu sürdürme halidir.

Pazar günü Dolmabahçe toplantısında Başbakan da benim bu söylediğime yakın şeyler söyledi. “Vicdanla uyuşmayan bir akıl, barış yaratamaz” dedi. Sonra, barış ortamının ‘eşit vatandaşlık üzerinden oluşturulması’ gereğini dile getirdi. Bu siyasi felsefede mutabıkız ve olması gereken de budur zaten. Sorun bunların olmamasından kaynaklanıyordu.

Bugünün Türkiye’si, sizin bundan yaklaşık 20 yıl evvel gördüğünüz-yazdığınız şeylerin hangilerini yerine getirebildi? Neler değişti dünden bugüne dek?
Bir kere şu değişti: Doğu sorunu, Kürt sorunu oldu. O günün konjonktüründe ‘doğu’ diyebiliyorduk; bugün ‘Kürt’ diyebiliyoruz. O günlerde ‘Kürt’ dediğin anda yazdıkların yasaklanacaktı, çünkü resmen Kürt yoktu. Var olup da yok dediğin anda, zaten bir topluluk sorun olur; ona ilişkin her şey de sorunun parçası… Fakat günümüzde bu şizofrenik bakış açısı sona erdi. Artık Kürtler var ve hatta ‘galiba haksızlığa uğradılar’ inancı yaygınlaştı, ‘onlara duyarsız davranıldığı için de isyan ettiler’ noktasına kadar geldik. Bundan sonraki adım, yurttaşlık tanımına Türk kimliğinin yanına ülkedeki diğer topluluk kimliklerini eklemek; bunu yapmak çok anlamlı olmadığından, tüm kimlikleri bir üst kimlik altında toplamak… Bu da ülke kimliğini yurttaş ve millet kimliği olarak öne çıkarmakla mümkün: Türkiyelilik. Bu çözümü 20 yıl önce teklif ederken hareket noktam neydi biliyor musunuz?

Neydi?
Amerika’da, doktora programına başladığımda, bölüm başkanı hepimizi evinde yaptığı bir davette bir araya getirdi ve bizlere nereden geldiğimizi sordu. Herkes kendini tanıttı. Bir öğrenci, “Ben Berç Berberoğlu, Türkiye’den bir Ermeni’yim” dedi. Bir vatandaşımla gurbette birlikte okuyacaktım! Çok sevindim, ama kimlik tanıtımı bana o kadar yadırgatıcı geldi ki… Bu konuyu sonradan çok düşündüm.

Hücrelerimize işlemiş bir “Türkiye Türklerindir” inancı var. Türkiye vatandaşları “Türk’tür” diye anayasal bir hüküm var. Bunların etkisinde o kadar kalmışız ki Türkiyeli bir Ermeni, Rum veya Kürt olunabileceğini, hatta Türk olunabileceğini bir türlü düşünemiyoruz.

Berç’in ‘Türkiye’den bir Ermeni’ olarak kimlik beyanı, kafama hem Türkiyeli (TC vatandaşı), hem de Ermeni olunabileceğini; hiçbir vatandaşın etnik-kültürel kimliğinden vazgeçilmeyebileceğini dank ettirdi. O zamandan beri bu gerçeğin teoriden gerçek hayata taşınmasına kafa yordum. Artık bu konu da ülkemizde tartışılabiliyor. Kavga gürültü, kan, çatışma olmadıkça, federasyon olasılığının da tartışılması gereği pazar günü Dolmabahçe’de dile getirildi.

Bir başka değişiklik de PKK konusunda oldu: PKK neydi? Hain idi, yabancıların Türkiye’deki ajanı idi, bölücü idi, lideri de bebek katili… Artık silah bırakırsa, PKK’nın siyasi bir aktör olacağı kabul edilmesi aşamasına geldik. Artık örgütün lideri hapiste olsa da o, Türkiye cumhuriyet tarihinin en büyük barış projesinin tarafı. Bundan daha büyük bir değişiklik olabilir mi?

Pazar günü Dolmabahçe’deki Başbakanlık Ofisi’nde gerçekleşen sizin de iştirak ettiğiniz toplantıda neler konuşuldu?
En önce, bugün devreye sokulmuş olan ve barışma niyetini yansıtan çabanın bir süreç olmadığını, ‘süreçleşemediğini’ söyledik. Süreç, tarafları belli, statüleri eşit (biri sürekli mahkûm ve terörist olarak adlandırmamalı), müzakere yöntemi açık bir şey demek. Müzakerede geçilecek aşamaların ne olduğu, bu aşamalarda neyin tartışılacağı, her aşamanın sonunda ne beklendiği bilinmeli. Belli ki barış köklü reformlar gerektiriyor. Hukuk, siyaset, idare hatta eğitim sisteminde ne gibi değişikler olacak bilinmeli. Özetle barış görüşmeleri bir barış belgesi ile sonlandığında Anayasa dahil ortaya nasıl bir Türkiye çıkacak? Bu konuda netlik yok. Bu netlik olmadığı içinde, buna ‘süreç’ diyemiyoruz. Niyet var, süreç yok.

Bu belirsizlik, kuşkuları ve güvensizliği besliyor. Rivayetin önü açılıyor. Bu da süreci saptıracak duygu bataklıklarına hatta 7-8 Ekim olayları gibi sokakta patlayan öfke birikimlerine neden oluyor.

Bakın gazetelerde yer aldı: İmralı’ya yol haritası gönderildi… Yahu ‘yol haritası’ dediğin, üç beş kişinin hazırlayıp, ‘terörist’ dediğin hapiste yatan adama gönderilen şey olamaz. Bu yol, bir ülkenin geleceğe uzanan köklü değişiminin rotasıdır. O yolu kat edecek olan da toplumun kendisidir.

Toplumun ne olduğundan, nereye gideceğinden haberi olmadığı bir şeye ‘yol haritası’ denir mi? Kısaca böyle kopukluklar, boşluklar var mantıkta da yöntemde de…

Belirsizliği besleyen bir husus da şu: Taraflar birbirlerinden ne bekliyorlar? Üç aşağı beş yukarı, PKK ne istediğini söyledi. Hükümet bunun ne kadarına razı olacak bilmiyoruz. Ayrıca, Kürtlerin sadece ve sadece PKK tarafından temsil edilmesi de bir sorun. Niye muhatap sadece PKK? Eğer bu bir demokratikleşme, haklar ve özgürlükler konusu ise, niye PKK ile müzakere edilecek ki?

Temsil sorunu var diyorsunuz…
Sadece temsil değil, yaklaşım sorunu da var. Ben bu durumu Dolmabahçe’de ‘Neden mesela doğrudan doğruya toplumu muhatap almıyorsunuz’ diye sorarak dile getirdim.

Katılımcılardan birisi, Alevi sorununa dikkat çekti. Dedi ki, “Toplumsal barış kurmak için Alevileri kazanmak çok daha kolay… Silaha davranmıyorlar, saldırgan bir dil kullanmıyorlar. Niye Alevilerin önemsediği birkaç temel hak talebi hala karşılanmıyor?” Ve “emin olun” dedi, “Alevi sorununu ıskalayarak barış gerçekleşmez. Barış sadece hükümetle, Kürtler arasında (hele de Kürtleri temsilen sadece PKK ile) olmaz. Bu, vatandaşlar arasındaki büyük barışmanın parçasıdır.” Sonra ekledi: “Kürt sorunu biter, Türkiye’de fay hatlarının kırılmasını bekleyen veya zorlayan başka ülkeler, Alevi sorununu kışkırtmaya başlarlar. Neden bu konuda ayak diretiyorsunuz?”

‘Ya peki Uludere? Aradan 1000’i aşkın gün geçti…Uludere aydınlatılmadan, kalıcı bir barış gerçekleşebilir mi?
Uludere’nin üç anlamı var:

1- Kürtlerin hala potansiyel suçlu olarak görülmesi ve kuşkulu davranışlarının kolayca cezalandırılabileceği gerçeği… Halk arasında bile ‘Madem ki kaçakçı bunlar, çeksinler cezalarını’’ diyen pek çok kişi oldu.
2- Orduyu sivil otoriteye bağlayan ve kurumsal özerkliğine son veren hükümet, yanlış değerlendirme ve uygulama sonucu doğan bu felaket neticesinde orduyu (Genelkurmayı) cezalandırırsa, onu kaybedebileceğini hissetmiş olabilir. Gururu ve meslek itibarı kırılmış TSK, hükümetten iyice uzaklaşıp kendi içine kapanabilir diye düşünülmüş olabilir.
3- Gelen istihbarat, bir PKK komutanının kaçakçılarla Türkiye’ye gireceği doğrultusundaydı. Bu bilginin kaynağının ülkeyi ve Kürtlerle ilişkisini zora sokmak isteyen dış/bölgesel bir güç olabileceği ihtimali düşünülmeden kolay bir zafer hayali kuruldu sanırım. Olayın cezasız kalması ve üstünün örtülmesi tüm bunların tartışılmasını önlemek için bir tedbir olabilir.

Özetle hükümet, “söz dinler hale” getirdiği silahlı kuvvetlerin daha fazla yabancılaşmasını ve siyasete karşı tepkisel bir duyarsızlığa yönelmesini istememiş görünüyor.

Bir gönderi yayınlayabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir. Giriş