AKP’liler bile çözüm sürecinin nereye gittiğini bilmiyor

0 Yorum

Sosyalist solun önemli isimlerinden Ömer Laçiner, Türkiye’nin uluslararası arenada bu kadar itibarsızlaştığı bir dönemin daha önce hiç yaşanmadığını düşünüyor.

VYayınları tarafından basılan ve bugün piyasada bulmakta bir hayli zorlanacağınız THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi) İddianamesi’nin 17. sayfasında adı geçen Ömer Laçiner için şu not düşülmüş: “Abdurrahman oğlu, 1946 doğumlu, Sivas, Küçükminare Mahallesi…” Laçiner, yaşı itibarıyla, Türkiye’nin yarım asırlık sosyalist sol tarihine tanıklık etti. 12 Mart Muhtırası öncesinde, ordu içerisinde gizli bir Marksist-Leninist örgüt kurduğu için tutuklandı. Üç yıl hapis yattı ve tabii ki ordudan atıldı. Diğer arkadaşları gibi Avrupa’ya iltica etmek zorunda kaldı. Laçiner, şu anda kişisel müktesebatını, neredeyse 40 yıl önce yayın hayatına başlayan Birikim Dergisi’nin genel yayın yönetmenliğini yaparak genç kuşaklara aktarıyor. Kendisi ile Türkiye’nin yakın tarihini ve gündemi konuştuk.

-1970’in Mart ayı… Göztepe’deki gizli bir örgüt evinde, ona yakın teğmen ile birlikte toplantı hâlindesiniz…
Ben, 1970’li yıllarda, iki davadan yargılandım. Bunlardan biri Kara Kuvvetleri içerisinde, Marksist-Leninist subaylardan müteşekkil bir örgüt kurmaktan kaynaklanmıştı. Ordu içerisindeki Kemalist cuntadan da bağımsızdık ve onlara karşı da mesafeliydik. İkincisi ise daha önce temaslarımız olan THKP-C ile olan ilişkimizdi. 1971’in Mayıs ayında, THKP-C ile ilişkilerimiz başlamıştı, resmî olarak. Bu, iki ay sürdü ve ben yakalandım…

-24 yaşında bir piyade üsteğmenisiniz. Nasıl bir Ömer Laçiner var o gün?
Benim kuşağım şöyleydi: Bir kere okuduğu okulların en iyi talebeleriydi. Özgüvenimiz çok yüksekti. ‘Her şeyi yapabiliriz’ diyorduk. Küçücük bir örgüt kursak bile 35-40 milyonluk Türkiye’yi kurtaracağımızı sanırdık. Toplumun en alt kesimlerinin uzun vadede çıkarlarına, haysiyetlerine, şereflerine halel getirmeyeceğimize öylesine iman ediyorduk ki… İnsanlar bize, “Ya biz bunu istemiyoruz” derlerse biz ne yapacaktık? Bu soruyu kendimize sormuyorduk. Koşullar da bize, “Tamam, yapabiliriz” dedirtiyordu. Çünkü bizim karşımızdaki sağ ve merkez sağ son derece kalitesizdi. Mesela o dönemin bütün sağ yayınlarına bakın, bir tanesinde bile, “Yahu bu adamların derdi nedir? Ya bu adamların da haklı bir tarafları var.” dedirtecek bir satır bile göremezsiniz.

-O günleri göz önüne aldığınızda, kişisel tarihinize yönelik bir özeleştiriniz var mı?
Olmaz olur mu? Bizim o dönemde bir imkânımız vardı ve biz bunu tepmişizdir. 1970’lerde, kitle çalışmalarına daha ağırlık verebilirdik, insanlara daha fazla bir şeyler anlatabilirdik. Legal alanda kalabilirdik. Tabii legal mücadele bir noktadan sonra imkânsız hâle geldi. Ciddi bir faşist saldırı vardı çünkü. Ve sağın arkasında da devlet vardı.

-O dönemde sol aksiyoner, sağ ise reaksiyoner olarak hareket ediyor…
Evet, solun bir yükselişi vardı. Hem dünyada hem de Türkiye’de. Biz sağdan daha güçlüydük. Onlar da bu yüzden kahvehane tararlardı. Sol, devlet ile uğraşıyordu. 1970’lerin sonlarına doğru bu kez sol da faşistlere karşı saldırıya geçti. 1970’lere kadar sağdan bir elin parmağını geçmez ölen sayısı. Solda ise sayı kıyas bile götürmez. THKP-C, THKO zaten sağa karşı saldırılarla yoluna başlamadı. Devlete karşı savaş açtı.

-Siz, daha sonra Mahir Çayan’ın THKP-C’sine nasıl dâhil oluyorsunuz?
Biz zaten THKP-C’den haberdardık ama onların perspektifini çok doğru bulmamıştık. Aramızdaki ayrılığın sebebi, cuntaya karşı tavır meselesiydi. Dev-Genç, cuntaya karşı daha yakındı. Biz ise başından beri mesafeliydik. 12 Mart Muhtırası sonrasında bizim üzerimizde ciddi bir baskı oldu ve THKP-C ile birlikte hareket etme kararı aldık. Mahir’le konuştuk. Orada bir şeyler yapıldı ama ben bunun ayrıntılarına girmem. 1971 Temmuz’unda ben yakalandım. Birilerinin ifadesinde ismim çıktı ve yakalandım. Beni doğrudan doğruya THKP-C ile ilişkilendiremediler. Ben zaten Mahir’in ifadesinden gittim. Ondan dolayı tutuklandım.

-Mahir mi ele verdi sizi?  
Ben öyle demem hani. Ne ettiyse etti işte. O zamana kadar beni örgüte monte edemiyorlardı. Mahirler Maltepe Cezaevi’nden kaçtı ve birtakım askerlerin kaçışı planladığı ortaya çıktı. Biz de daha sonra örgüte monte edildik. Böylece THKP-C davasında, örgüt yöneticiliğinden yargılandım.

-Sizin de içinde bulunduğunuz Parti-Cephe geleneğinden bugüne ne kaldı?
Bir şey kalmadı. Şu günkü hareket adını kullanıyor sadece. Zihniyet olarak da motivasyon kaynakları olarak da tamamen ayrı. Benim sol dendiğinde aklıma gelenler arasında değiller.

-Sokağı iyi bilen bir kişi olarak, Türkiye’de, son dönemde giderek artan şiddet olaylarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Sokaklarda artık ciddi bir tehlike var…
Eğer bir kontrolsüz durum ortaya çıkarsa, bu, toplumun en umutsuz kesimleri tarafından kullanılır. Kürt hareketindeki insanlar, bunu yana yakıla söylüyor. Hep retorik hâline gelen bir cümle var. Bu kuşak, barışı sağlayabilecek son kuşak. Cizre, beni çok endişelendiriyor. Daha önce Yasin Börü isimli bir genç resmen linç edildi. Bunun HDP’ye ne faydası olabilir mesela, bunu anlamıyorum?

-PKK ya da KCK bu konuda çok eleştiriliyor, diğer sosyolojik gruplara yaşam hakkı tanımadığı yönünde…
Bu PKK’ya has değil sadece. Türkiye’de monistik bir anlayış var. Yani kendisinin dışındakileri kabul etmeyen bir anlayış. Bu, bir kültür. PKK, bir egemenlik yarışı içinde. PKK, Cemaat’in okullarına, dershanelerine hep, “Ne oluyoruz, bunlar bizim kaymak tabakamızı alıyorlar” diye bakıyor. HÜDA-PAR ile de sıkıntılar var… HDP de farkında bunun. PKK, İran’da, Suriye’de, Irak’ta iddialı. Ayrıca, Pankürdist bir tarafları olan bir hareket. Bu iddialarından vazgeçmediler. Goran hareketi ile de Barzani ile de rekabet hâlindeler bölgede. Mesela, Abdullah Öcalan’ın kitaplarını incelediğinizde Mustafa Kemal’i örnek aldığını görürsünüz. Oradan referanslar alıyor. Öcalan’ın rakiplerini tasfiye etmek konusunda atak olması biraz bundan kaynaklanıyor. Kürt sorunu artık bir bölge sorunu oldu. Eğer Türkiye’nin başındaki insanlar, bu kadar dar görüşlü olmasalardı, ön alabilirlerdi. PKK, daha demokratik bir çözüme zorlanabilirdi. Devlet, manevi olarak daha üstün olacak bir seviyeye ulaşmalıydı. Maddi olarak devlet daha üstün zaten. Ama küçük hesaplar yapılıyor. Her adımı siyaset odaklı. Türkiye’nin Kobani’ye bakışı tamamen çıkarcıydı mesela… Türkiye, bölgede, tamamen esnaf pazarlığı yapıyor.

-HÜDA-PAR alttan alta devlet tarafından destekleniyor, iddiasını da bu eksende mi okumak gerek?
Olabilir. PKK’nın şiddet eylemlerini engelleyecek tedbirler alırsınız ama şiddete başvurduğunda da yolunuzdan dönmezsiniz. Ama şu an devlet ne yapacağını bilmiyor. Kararsız. Dönemlik kararlar alınıyor. Kuzey Irak’ın PKK ile ilişkileri kaşınıyor, günlük çıkarlar için… HÜDA-PAR meselesi kaşınıyor. Aman barış sürecine bir şey olmasın deniyor ama insanların şunu söylemek de hakları: “İyi de ben neye zarar vermediğimi bileyim! Orada ne yapıyorsunuz, bunu bileyim.” Siz gazetecisiniz, ne yapıldığını biliyor musunuz? Ben biliyor muyum? AKP’nin kendi kitlesi, çözüm süreci ile ilgili ne yapılmak istendiğini biliyor mu? Hiçbir şey bilinmiyor.

-HDP’nin önümüzdeki seçimlere parti ile girme kararı almasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
İlk başta AKP’nin lehine gibi gözüküyor tabii. HDP’nin barajı geçme ihtimali daha düşük gibi. HDP farz edin yüzde 9 aldı. Vekiller AKP’ye gidecek ve belki de anayasayı değiştirecek güce sahip olacak. Bu noktadan sonra HDP ne yapacak? Eğer AKP tarafından demokratik bir anayasa yapılmazsa, Kürtler, “Bizim için artık meşru bir devlet değilsiniz” diyebilir…

-Tanımlamalar, Türkiye’de artık anlamını yitirmeye başladı. Entelektüel camia, AKP’yi tanımlarken de böyle bir sıkıntı yaşıyor. Artık, “Bu hukuksuzluğu da yaptılar” denerek söze başlanıyor. Siz de gelinen noktada AKP’yi tanımlamakta zorlananlardan mısınız?
AKP, kendi sosyolojisine uygun davranıyor. Olaylara araçsal bakıyor. Sayısal büyümeyi her şeyin önünde görüyor. Toplumun kazanımlarını hiçe sayan, ahlaki düzeyi çok yüzeysel olan bir hareket hâline geldi. Bu, bir orta sınıf politikasıdır. Bu politika, çok daha saygın olabilirdi. Daha ilkeli olabilirdi. Türkiye’de demokrasinin kazanımlarını pekiştiren, bunu tabana yayan bir hareket olabilirdi. Hayırla yâd edilirlerdi ama tam tersine bir şey yaptılar. Bunun için de zorlayıcı bir sebep yoktu aslında. 2007 sonrasında askerin siyasi ağırlığı tasfiye edildikten sonra her şeyi yapabilirlerdi. Ama bunu tercih etmediler. Kendi muhafazakârlıklarını dizayn etmeye kalktılar, demokrasi rafa kalktı. Fakat bu başlarına yıkılacak, er ya da geç. Kaygılıyız, çünkü iktidarın meşruluğunu sorgulayacağımız olaylar yaşanıyor. Bu, sadece 17 Aralık yolsuzluk dosyası da değil… Uludere, Reyhanlı, Soma bunlar korkunç şeyler… Türkiye’nin uluslararası politikasını iflas kelimesi artık karşılamıyor. Ben, Türkiye’nin uluslararası arenada bu kadar itibarsızlaştığına hiç şahit olmadım. Batı gazetelerini okumak yeter bunu anlamak için. Bu devirler geçer. Yeni bir kuşak çıkacak. Ve bunu biz göreceğiz. Bunu ben de göreceğim. Buna benim de yaşım yetecek. AKP eliyle Türkiye, ahlakın ne olduğunu sorgulayacak. Türkiye İslamcılığı sorgulayacak ve bu AKP’nin eli ile olacak. AKP, din adı altında yürütülen siyaseti bitirecek. AKP, bu çöküşü başlattı. Şu anda pik noktasından aşağıya doğru iniyorlar zaten. Önümüzdeki dönemde, Batı’daki gibi bir anlayış hâkim olmaya başlayacak. Dindar insanlar olacak ama toplumu yönlendirici olarak siyaset bitecek. Büyük tarihe bakarsanız bu böyle olacak. Biz şu an bu büyük tarihin dalgaları arasında geziyoruz…

-Muhsin Yazıcıoğlu ile anne tarafından bir akrabalığınız var. Sizden daha önce dinlemiştim. Yazıcıoğlu, ölmeden hemen önce bir toplantı yapmak için harekete geçiyor. Bu toplantı için sanırım bir otel bile ayarlanıyor. Soldan önemli isimler de davet ediliyor bu toplantıya…
Evet. Bunun teşebbüslerini yapıyordu. Baskın Oran ile iletişime geçilmiş. Baskın Oran da çok anlam verememiş. Bunu bana kendisi söyledi, “Ne yapılmak isteniyor?” diye sordu. Zaten bu konuşma yapıldıktan 15-20 gün sonra öldürüldü çocuk. Zaten hep geçmişle bir barışma yapalım diyordu. Antikomünist söylemi geride bırakalı yıllar olmuştu.

-Size de zaman zaman, “Abi oturup konuşalım” diyordu sanırım…    
Tabii anne tarafından akrabayız. Elmalı köyüne gittiğimizde annelerimiz hep beraber vakit geçirirdi. Ben onun çocukluğunu biliyorum. Ama aramıza sağ-sol davası nedeni ile kan girdi. Bana hep, “Bir gün oturup konuşalım” derdi. Şahsen konuşalım diyordu. Bir kere beni araba ile bir yere bıraktı, yolda konuşalım dedi. Ben buna hazır değildim. Tam da, “Bizim tarlayı sürmüşler” dediği günlerdi. Bu özeleştiri ötesi bir şeydi. Muhsin bir şeyler biliyordu ve onun o bildiği şeyi tahmin ediyorum Alpaslan Türkeşler de biliyordu. Bu bir tahmin. Bu adamların elinde bir sır vardı. Şuradan çıkarıyorum bunu. MHP gibi bir hareketin içinden Yazıcıoğlu’nun ayrılması bana hep ilginç geldi. Bir çatışma olmadı. Normalde çok kan dökülmesi gerekirdi. Kan dökülmemesini sağlayan neydi? Ben bunu Muhsin’e sorsam bunun cevabını vermeyecekti. Kafamda da bu varken ben ciddi ciddi konuşamazdım kendisi ile. Bu soru işareti hep beni rahatsız etti çünkü. Geçmişte olan oldu. Muhsin bunlarla hesaplaştı. O manada ender adamlardan biriydi. Muhsin’i sıkıştırmak da istemedim. MHP’nin içinden ayrıldı ama ona dokunamadılar. Demek ki birileri güvence altına almıştı onu. Ben bunu bilemiyorum. Ölümüyle ilgili önce hep kaza olmuştur diyordum ama daha sonra kafamda daha ciddi şeyler olduğunu düşünmeye başladım. Çok karanlık nokta var.

Bünyamin Köseli 10.02.2015

AKSİYON

Bir gönderi yayınlayabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir. Giriş