Aydın USALP ile röportaj

0 Yorum

kokludegisim.net

Köklü Değişim Dergisi yazarı ve Diyarbakır temsilcisi Aydın USALP ile gündemdeki konular ve Hizb-ut Tahrir yargılamalarına yönelik gerçekleştirilen kampanya hakkında bir röportaj gerçekleştirdik.

– Öncelikle röportaja şu soru ile başlamak istiyorum. Arap baharı ve özellikle Suriye devrimine ilişkin bugüne kadar birçok şey yazıldı ve konuşuldu. Sizin bu süreç ve Suriye devrimi ile ilgili düşünceniz nedir?

Medyanın “Arap baharı” olarak tanımladığı ve Tunus ile başlayıp diğer ülkelere de sirayet eden ayaklanmaların, özünde Müslüman halkların diktatör ve gayri İslami yönetimlere karşı başlattıkları ayaklanmalar olduğunu düşünüyoruz. Osmanlı devletinin dağılmasından sonra İngiltere öncülüğündeki Batılı devletlerin, Müslümanların yaşadığı coğrafyayı parsellediğini ve her parçada, Müslümanlar üzerinde küfür hükümlerini tatbik edecek ve kendilerine hizmet edecek otoriteler tesis ettiklerini biliyoruz. Bu bağlamda söz konusu yönetimlerin had tanımayan zulümleri, Müslümanlarda öfke birikmesi oluşturdu. Her ne kadar Batı ve emrindeki medya, söz konusu ayaklanmaların demokrasi için olduğunu kamuoyuna lanse etti ise de biz bu ayaklanmaların organize bir şekilde olmasa da İslami talepler ve İslami hassasiyet ile yapıldığını biliyoruz. Ancak, Müslüman halkın genelinin sahih İslami anlayış ve ferasetinden uzaklaşması ve egemen Batı devletlerinin ayaklanmalara müdahale etmesi sonucu söz konusu devrimlerin saptırıldığını görüyoruz. Sonuçta egemen emperyalist devletlerin istekleri doğrultusunda, sistemler değişmeyip sadece yöneticilerin değişimi ile halklar susturuldu.

Suriye’ye gelince, malumunuz Suriye’deki ayaklanmalar, bazı çocukların duvarlara rejim aleyhine yazılar yazması ve rejimin buna sert bir şekilde karşılık vermesi sonucunda başladı. Rejimin katliamlar yapması akabinde ayaklanmalar ülke geneline yayıldı. Rejimin geri adım atmaması, ABD öncülüğündeki Batı devletlerinin de muhalefeti güdümüne alamaması sonucunda ayaklanmanın seyri, gruplar halinde rejimle çatışmaya dönüştü. Suriye’deki ayaklanmayı diğerlerinden farklı kılan, daha fazla İslami yoğunluklu olmasıdır. Sonuç olarak, Müslümanların zulme razı olmayıp bunu dillendirmesi ve zulümlerin son bulması için yaptığı yürüyüşlere, rejim şiddet ve katliam ile karşılık vermiştir. Dolayısı ile İslam şeriatı, cana ve mala kast edildiğinde, Müslümana karşılık verme hakkını vermiştir ki bundan dolayı Suriye halkının kıyamı haklı ve meşru bir kıyamdır. Eğer haklı ve meşru bir kıyam olmamış olsaydı, bu halklar ve devrimciler 4 yıl boyunca zulme direnme azmini gösteremezlerdi. Eğer Suriye devrimi birilerinin dediği gibi Batı ve ABD’nin arkasında olduğu bir devrim olsaydı, Müslüman halkları bu kadar zulme ve acıya rağmen hala meydanlarda ve direniş cephelerinde göremezdik. Suriye kıyamı her şeyi ile İslami bir ayaklanma ve devrimdir. Bu kıyamın sahih İslami bir devlet ile sonuçlanmasını murad ediyoruz.

Sizin ifadelerinizden de hareketle Suriye devriminin bu kadar uzamasının sebebi nedir? Suriye neden bu kadar önemli?

ABD öncülüğündeki Batı devletlerinin, diğer beldelerde başardığı devrimi çalma girişimini Suriye’de de uygulamaya çalıştılar. Öncelikle, laik veya “ılımlı” olarak tanınan bazı şahsiyetleri bir araya getirerek, rejime karşı oluşan Muhalefeti temsil etmesi için kendi güdümünde bir takım oluşumlar kurdular. Önce Suriye Ulusal Konseyi’ni (SUK) ve sonra Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Ulusal Koalisyonu ’nu (SMDK) kurdular. Suriye’nin Dostları adı altında toplantılar yaptılar. Oluşturdukları koalisyonların başına birçok kişiyi getirdiler, olmayınca birçok kişiyi götürdüler. Ama bir türlü Suriye’de kıyama kalkmış halkın desteğini ve temsil yetkisini alamadılar. Şer güçlerin her hamlesine karşın Suriye halkı, düzenledikleri Cuma gösterilerinde ferasetli bir şekilde pankartlarla, sloganlarla karşılık verdiler ve şer güçlerin oyunlarına gelmediler. Bu sayede Suriye halkı, şer güçlerin devrimlerini çalmalarına ve emellerine ulaşmalarını engelledi. Şu anda bile birbirinden farklı İslami yorum ve anlayışlara sahip olmasına rağmen, Suriye’de mücadele eden grupların ağırlıklı kısmının nihai hedeflerinin İslami bir yönetim olduğunu görebiliyoruz. Ancak bu talebin bedeli çok ağır olmaktadır.

Durum böyle olunca, yani ABD devrimi çalamayınca Suriye’deki Müslümanları Esed ve arkasındaki güçlerin insafsız ellerine bıraktı. Suriye’deki sürecin uzamasının başka bir boyutu da Müslümanların tutumu ile ilgilidir. Malumunuz, Suriye kıyamının başından itibaren, Esed’e karşı ve Esed’e taraf olan iki blok oluştu. Esed’e karşı olduğu ileri sürülen ABD, Avrupa, Türkiye ve Katar gibi bir blok, Esed’in arkasında olduğunu ifade eden diğer blok ise İran, Rusya ve Çin’den oluşuyordu. Aslında işin can alıcı noktası burasıydı ve oyunun büyüğü burada sergileniyordu. Çünkü her iki bloğun istekleri birdi ve korkuları da aynı idi. Neydi bu ortak korkuları? Suriye’de bağımsız bir İslam Devleti’nin kurulması korkusuydu. Ancak, bu iki şer bloğun danışıklı sürtüşmeleri Müslüman toplumlarda Suriye muhalefetinin arkasında ABD’nin olduğu algısını oluşturdu. Diğer taraftan, çoğu Müslümanın İslam devleti gözü ile baktığı İran’ın, zulümde ve küfürde zirve yapan Esed’in yanında saf tutması, hatta ordusu ile ve Lübnan’daki örgütü ile Esed’in önünde savaşması, çoğu Müslümanın kafalarının karışmasına sebep oldu. Böylece Müslümanların büyük bir kısmının Suriye’de yaşanan drama, hunharca katledilen yüzbinlerce Müslüman’a sessiz kalmasını sağladılar. Medya üzerinden öyle bir algı oluşturdular ki hemen herkes orada bir fitne, bir iç savaş olduğuna ve taraf olunmaması gerektiğine inandı. Evet, Suriye’yi çok önemli kılan husus;  yaklaşık yüz yıl sonra, Suriye’de bir İslam devleti kurulması yönünde güçlü emarelerin ortaya çıkması idi ve bu emareler halen ortadan kalkmış değil. İşte sürecin bu kadar uzamasının asıl sebebi kurulacak bu İslami devleti tehdit olarak gören ABD ve Batı’nın Baas rejiminin devrilmesini istememesidir. Çünkü eğer rejim devrilirse bir yönetim boşluğu oluşur ve bu yönetim boşluğu İslam devleti ile doldurulur. Ama rejim devrilmeden önce ılımlı bir muhalefet oluşturulursa boşluk onlar üzerinden doldurulur. İşte ABD’nin Türkiye ve bölge ülkeleri üzerinden deneyip başarı elde edemediği şey bu ılımlı muhalefetin oluşturulamamasıydı. Süreç bunun için uzatıldı.

Suriye devriminde günümüze geldiğimizde Kuzey Suriye olarak bildiğimiz Rojova’nın, Suriye devrimindeki önemini ne ile izah edebilirsiniz? Rojova’nın Suriye devriminde tüm ülkeler için bu kadar önemli bir hale gelmesinin sebebi nedir?

Bilindiği özere Suriye’de ayaklanmalar ciddi bir hal almaya başladığı andan itibaren Esed, Kürtlerin yaşadığı ve bugün artık yaygın bir şekilde kullanılan “Rojava” bölgesinden askerlerini çekti. Bölgeyi tabiri caiz ise tamamen serbest bıraktı. Bunu yaparken Kürtleri sevdiğinden yapmadı. Bilakis bu günleri ve hatta daha sonraki zamanlarda Müslümanların aleyhine gerçekleşmesi muhtemel olayların vukuu bulması için yaptı veya yaptırıldı. Gelişen olaylara baktığımızda birincisi; Esed, bu strateji ile Kürtlere özerk yapılar kurma fırsatı verilmesi sonucunda düşman bir cephe değil, işbirliği yapacağı bir yapıyı kazanmış oldu. İkincisi, Türkiye’nin rejim olarak değil, şahsi olarak Esed’e karşı bir tutum içinde olduğunu görüyoruz. İçerde PKK ile bir süreç başlatmışken, PKK’nin bölgedeki kolu durumunda olan DYP’nin bölgede başat rol oynaması, Öcalan’ın en son yönetim modelini bilfiil yürürlüğe koyması, Türkiye için sıkıntılı bir bölge olmasını sağladı. Diğer bir husus ise Türkiye üzerinden Suriye devrimine katkının sağlanması güçleştirilmiş oldu. Çünkü Türkiye’nin Suriye ile sınırı neredeyse sadece Hatay ile sınırlandırılmış oldu. Kısacası Rojova’nın PKK zihniyetine terk edilmiş olması Suriye devrimine olumsuz yönde etkilemiştir. Diğer taraftan tüm dünyanın Rojava’yı gündem yapmaları, içerde yaşananları perdelemek için olduğunu düşünüyorum.

Kobani ’de yaşanan gelişmeler ve Türkiye’deki yansımaları hakkında sizin siyasi analiziniz nedir? Bu gelişmelerin Çözüm süreci ile bir ilgisi var mı?

Kobani’yi gündeme getiren üç esasi aktör vardır. Birincisi,  Kobani yönetimindeki PYD dir ki DYP’yi PKK den ayrı düşünmek mümkün değildir. İkinci aktör IŞİD ve üçüncüsü Türkiye’nin de içinde olduğu Batı Koalisyonu. Yaklaşık 35 senedir devletle mücadele eden PKK’nin geldiği nokta bellidir. Düşe kalka yürüyen ve adına çözüm dedikleri bu sürecin geleceği ise kapalı ve meçhul. Sürecin PKK lehine getirebileceği en iyi sonuç dahi bugün Rojova’nın sahip olduğu konuma gelebilmesi için daha on yıllar gerekli. Dolayısı ile ilan edilen bu üç özerk kanton PKK’nin şimdiye kadar elde ettiği veya kendisine verildiği en büyük başarıdır. Ki Rojava ’da tesis edilen bu tarz yönetim aynı zamanda Öcalan’ın bütün Kürtler için düşündüğü bir yönetim modelidir. Dolayısı ile bu özerk yönetimin ayakta kalması, PKK yetkililerince de defalarca ifade edildiği gibi kendileri için bir ölüm kalım meselesidir. İkinci aktör IŞİD’e gelince, IŞİD’in, Irak’taki kuruluşundan, 2013’te Suriye ye gelip şimdiki ismini alması, sonra Musul’u alıp devletini ilan etme süreci herkesçe malumdur. Yine IŞİD’in düşünce ve eylemleri de dünyadaki bütün İslami akımlardan ayrışmaktadır. IŞİD’in gelişme sürecine bakıldığında hep zayıf halkalara saldırdığını görmekteyiz. Kobani’yi saldırması hem stratejik hem de yine zayıf halka olarak gördüğü anlaşılıyor. Ve üçüncüsü, Kobani’yi IŞİD’in saldırısından korumak için oluştuğu iddia edilen batı koalisyonu ve bu koalisyon ile hareket eden Türkiye var. Türkiye, bir yandan Mülteci kabul ederken diğer yandan kime nasıl yardım edeceği konusunda kafası oldukça karışık. Şimdiye kadar IŞİD’e yardım etmek ile suçlanırken şimdi IŞİD ile havadan yetmez karadan da savaşmak gerektiğini ifade ediyor. Bir yandan PYD’yi terör örgütü olarak değerlendirirken diğer taraftan PYD militanlarını ağırlayan, tedavi eden ve nasıl yardım edeceği konusunda çare arayan bir ülke. Erdoğan bir şey söylüyor, ABD kalkıp Onu yalanlıyor. Bir yandan bize rağmen yaptı diyor, diğer taraftan ben önerdim diyor. “Müttefik” ine göbekten bağlı olunca böyle arada kalıyor.

Uzun bir yorum gerektiren bu sorunuzu şu hususları hatırlatmadan geçmek istemiyorum. İslam’ın hayattan uzaklaştırılması ile egemen kâfir devletler tarafından hayat, gayri İslami fikir ve nizamlar ile dizayn edildi.  Müslümanlarda vatancılık ve milliyetçilik duyguları oluşturuldu. Böylece ulus devlet anlayışı ve her milletin kendi geleceğini belirleme hakkı anlamında self determinasyon anlayışını Müslümanlara aşıladılar. Ancak İslam, kendisine inananları tek bir ümmet olarak vasıflandırıp, bu ümmetin de tek çatı altında toplanmasını emrediyor. Bu bağlamda İslam toprakları -ki İslam ile bir gün dahi hükmedilen topraklar Müslümanların toprağıdır- arasında çizilen sınırlar İslam’a göre meşru değildir. Dolayısı ile mevcut sınırlar ve bu sınırlar üzerindeki yönetimler İslam’a göre meşru değilken yeni sınırların oluşması ve gayri İslami yeni yönetimlerin tesis edilmesi caiz olamaz. Diğer taraftan, zihniyet ve fiiliyatı ile tarihteki hariciler ile paralellik arz eden IŞİD, devlet olmadığı halde devlet gibi davranması kabul edilebilir bir şey değildir. Ayrıca Esed ve arkasındaki şer güçler halen her gün onlarca Müslüman katlederken, diğer direniş grupları ile birlikte Esed’i devirmek ve zulümlerine engel olmak varken, kendilerine saldırmayan bölgelere ve sivillere saldırmanın doğru ve kabul edilebilir bir yanı yoktur. Ayrıca İslam ve Müslümanların her daim düşmanı ve hali hazırda İslam coğrafyasında meydana gelen bütün zulüm ve katliamların müsebbibi bu kafir devletler ile onlara uşaklık eden yerel yönetimler iken onlardan müdahale etmesini istemek İslam’a ve Müslümanlara ihanettir. Bir Müslüman nasıl olur da kâfirlerin İslam beldelerine saldırmasını isteyebilir ve onlara yardım edebilir? Maalesef Batı ve işbirlikçileri IŞİD özerinden İslam ve Müslümanlar aleyhine olumsuz bir kamuoyu meydana getirmeyi başardılar.

Kobani’nin çözüm adı verilen süreç ile doğrudan bir ilişkisinden ziyade, PKK tarafından çözüm sürecinin Kobani ile ilişkisini kurduğunu görüyoruz. Demin ifade ettiğim gibi, PKK’nin başaramadığı ve Suriye’de gelişen olaylardan sonra altın tepsi içinde sunulan bu fırsatı kaybetmek istemiyor. Güney Kürdistan olarak da ifade edilen Irak Kürdistan yönetimi var ama PKK’nin bu özerk yapı üzerinde bir etkisi veya yetkisi bulunmamaktadır. Bunun için Türkiye’deki geleceği ve elde etmek istedikleri biraz da Rojava’nın ayakta kalması ile ilgilidir. Ortalığı böylesine velveleye vermesi yıkıp yakması bundandır.

Türkiye’nin PKK’yi muhatap alarak çözüm sürecini yürütmesini ve Kobani üzerinden PKK ve PYD ye yardım etmesini nasıl yorumluyorsunuz?

İdeolojik ve bağımsız olmayan devletlerin siyasetleri egemen devletlerin siyasetlerinden bağımsız değildir. Öncelikle PKK’yi meydana getiren şartlar mevcuttu. Demin de kısmen değindiğim gibi, İslam devletinin yıkılması ile birlikte, İngiltere tarafından tayin edilen sınırlar ve tesis edilen yönetimler içinde Kürtlere bir devlet verilmedi. Kürtlerin yaşadığı topraklar dört devletin sınırları içinde bırakıldı ve her devlet kendi sınırları içinde yaşayan Kürtlere diğer Müslümanlardan daha çok zulmetti. Türkiye’deki duruma baktığımızda, özellikle Şeyh Said Efendi’nin, Hilafet’in ilga edilip yerine Cumhuriyetin kurulması üzerine kıyama kalkmasının akabinde, Türkiye devleti Kürt halkına karşı çok daha zalimane bir siyaset içine girmiştir. Dolayısı ile PKK’nin ortaya çıkışı ve gelişimi herkesin malumudur. Ancak yaşanan süreçte örgütün bağımsız olmadığı, egemen güçlerin kendi çıkar siyasetleri gereğince kullandıkları da ortaya çıkmıştır. ABD’nin, İngiltere’nin kurup dizayn ettiği Türkiye’yi tamamen kendi nüfuzuna almak için çalıştığını biliyoruz. Daha önce Menderes ve Özal ile siyasette belli bir yol almasına rağmen, orduya nüfuz edememesi, ABD’yi başka çareler aramaya itmiştir. İşte ABD bu noktada örgütten istifade etmiştir. Neticede ABD, AKP ile amacına ulaştıktan sonra, artık bu sorunun da kendi istediği usuller ile çözülmesi gerektiğinden böylesi bir sürecin başlamasına gerek duyulmuştur. Dikkat edildiğinde,  bu sürecin başlaması ile AKP oylarını artırmıştır. Çünkü hem Kürtler hem de Türkler artık bu savaştan bıkmış ve barış ortamını istemektedirler.   AKP’nin güçlenmesi, ABD’nin de Türkiye’de güçlenmesi demektir. Ve yine dikkat edildiğinde süreç ile ilgili adımlar AKP’nin sıkıştığı bir takım olaylar sonrası ve seçimler öncesinde hızlanmaktadır. Bu sürecin ilk adımları 2009 yılında “Demokratik çözüm”, “milli berberlik ve kardeşlik projesi” gibi isimler ile atıldığını biliyoruz. Ancak ne zaman ki AKP sıkışırsa süreci gündeme getirmektedir. Silvan’da öldürülen askerlerden sonra, Suriye’de ayaklanmalar güçlendikten sonra, Kobani meselesi ve akabinde ülkede meydana gelen hadiseler sonrası adımlar hızlanmaktadır. Diğer taraftan AKP aynı zamanda bu süreci seçim malzemesi haline getirerek iktidardaki ömrünü uzatmakta ve devletin bütün kademelerine iyice yerleşmeye çalışmaktadır.

Dolayısı ile bu günlerde hükümetin bu sürece hız vermesi, PKK/PYD ye yardım etmesi koşulların dayatması sebebi iledir. Bir yandan genel seçimler yaklaşmakta diğer yandan, IŞİD’e yardım etme ithamı ile karşı karşıyadır. Ayrıca PKK’nin 6-7 Ekim’de yaptıkları ile ülkeyi kaosa çevirme potansiyeli görmesi diğer taraftan uluslararası baskılar devleti buna mecbur bırakmaktadır. Yoksa deminde ifade ettiğim gibi şartların dayatması olmasaydı yöneticilerin söylemlerinde bu kadar tutarsızlık görülmezdi.

PKK ile çözüm süreci müzakerelerini değerlendirirken terör tanımı, terör örgütü, terör suçları ve cezaları konuları gündeme geliyor. Siz bu süreçte “Hizb-ut Tahrir’e Yönelik Yargı Zulmüne Dur De” başlıklı bir kampanya başlattınız. Bu kampanyadan biraz bahseder misiniz?

Rasulullah (sav) bir hadisinde “İmam (Halife) kalkandır, ümmet onun arkasında savaşır ve Onunla korunur” der. Biz de biliyoruz ki Hilafet devleti yıkıldıktan sonra İslam ümmeti, kâfirlerin bütün saldırılarına karşı kalkansız kaldı darbe üstüne darbe yedi. Hizb-ut Tahrir de İslam ümmetinin içine düştüğü bu durumdan kurtulması için ve İslami hayatı yeniden başlatmak için ümmet içinde çalışan bir partidir. Dünyanın elliden fazla ülkesinde faaliyet gösteren, fikri ve siyasi olarak İslami çalışmalarda bulunmasına rağmen bazı ülkelerde çalışmasına izin verilmemektedir. Bu ülkelerden biri de Türkiye’dir. Türkiye ceza yasalarında daha önceleri muğlak bırakılan terör tanımı en son Avrupa yasalarına uyum paketi kapsamında çıkan yasalarla netleşti. Buna göre bir örgütün terör örgütü olabilmesi için cebir ve şiddeti benimseyip gerçekleştirmesi gerekmektedir. Hizb-ut Tahrir’in fikir ve eylemleri bu tanım kapsamına girmediği halde, kendisine terör örgütü muamelesi yapılmaktadır. Şimdiye kadar Türkiye’de 500 civarında Hizb-ut Tahrir’li hakkında dava açılmış ve 1828 yıl ceza verilmiştir. Aslında sadece Hizb-ut Tahrir müntesipleri değil, bütün İslami camialar yargı zulmüne maruz kalmıştır. Biz bu kampanyayı özelde Hizb-ut Tahrir için yapmakla birlikte yaptığımız bütün faaliyetlerde diğer Müslümanların mağduriyetinden bahsettik.

Aslında son dönemde doğu ve güney doğu bölgesinde Kobani direnişi adı altında başlayan eylemler ve kaos bir şeyi ortaya koydu. Terör nedir ve terörist kimdir bu konu devlet ve yetkililer tarafından yeniden tanımlanmalı ve hukuksuzca zulme uğrayanlardan af dilenmeli. Zira hiçbir maddi eyle karışmamış grup ve kitlelerin mensupları ağır cezalara çarptırılırken ülkeyi cehenneme çevirenler ile masaya oturuluyor.

Malumunuz, haber sitenizde de yayınlandığı gibi “yargı zulmüne dur de” kampanyamız, 18 Eylül’de İstanbul’da yapılan basın bilgilendirme toplantısı ile başladı. Kampanyamızın birinci aşaması 30 Eylül’e kadar sürdü. Bu kampanya çerçevesinde Hizb-ut Tahrir Türkiye Vilayetinin Medya Bürosu üyeleri, Merkezi Temas Heyeti üyeleri ve Nakıplıkları bünyesinde oluşturulan Temas Heyetleri ile Anayasa Mahkemesinden Adalet Bakanlığına, Barolar Birliğinden Meclis Adalet Komisyonuna, Milletvekillerinden siyasi parti genel merkezlerine,  gazetecilerden televizyonculara, STK’lardan iş ve işveren temsilcilerine kadar yüzlerce kişi ve kuruluş ziyaret edildi. Bu ziyaretler kapsamında 80 siyasi kurum, 175 sivil toplum kuruluşu, 95 medya kuruluşu, 51 yargı ve hukuk temsilcisi, 32 devlet kurumu olmak üzere toplam 433 ayrı kurum, kuruluş ve kişiye kampanya hakkında bilgilendirme yapılmış ve hazırlanan Hukuk Dosyası kendilerine teslim edildi.

Yine bu süre zarfında kampanyanın tanıtımı için açılan “Yargı Zulmüne Dur De” isimli facebook sayfası, yaklaşık 195 bin kişi tarafından ziyaret edilmiştir. Hem kampanyaya destek olmak, hem de yaşadıkları mağduriyetleri dile getirmek için yüzlerce kişi bu facebook sayfasına video mesajlar ve resimler göndermiştir. Kampanyaya yurt dışından Endonezya, Afganistan, Rusya, Kırım, Mısır, Sudan, Lübnan, Filistin, Danimarka, Hollanda ve daha birçok ülkeden destek mesajları gelmiş, Türkiye’deki Hizb-ut Tahrir üyelerine yapılan hukuksuz yargılamalara son verilmesi çağrısı yapılmıştır.

20 Eylül 2014 tarihinde ise kampanya hakkında Twitter’da açılan “HizbutTahrir TürkiyeVilayeti” etiketi, kısa bir süre sonra Türkiye gündeminde birinci, dünya gündeminde ise ikinci sıraya yerleşmiştir. Açılan bu etikete 44.341 adet twit atılmış ve birçok kesimden gelen destek mesajları yayınlanmıştır.

Kampanyanın ikinci aşaması olarak 20 Ekim’de başlattığımız ve 20 Kasım’a kadar sürecek imza kampanyası gerçekleştiriyoruz. Söz konusu imza kampanyası  http://yargizulmunedurde.com/üzerinden gerçekleştiriyoruz.

Hizb-ut Tahrir’in Türkiye’deki çalışma serüvenini ve bugüne kadar ki hukuki durumunu kısaca özetleyebilir misiniz?

Hizb-ut Tahrir Türkiye’ye 1960’lı yılların sonlarına doğru, Ürdün’den üniversite eğitimi için gelen gençler aracılığı ile fikirlerini Türkiyeli Müslümanlara ulaştırmışlar. Gençlerine yönelik ilk tutuklama 1967 tarihinde gerçekleşmiş. “Devletin Sosyal, Ekonomik, Siyasi ve Hukuki temel nizamlarını dini esas ve inançlara uydurmak amacı ile cemiyet tesis, teşkil, sevk ve idare etmek” suçlamasıyla Türk Ceza Kanununun 163/1 maddesine göre haklarında dava açılıp beşer yıl hapis ile mahkûm edilmişler. 1980 askeri darbesinden sonra yeni bir tutuklama dalgası gerçekleşmiş ve aralarında üniversite öğrencilerinin de bulunduğu çok sayıda Müslüman, Hizb-ut Tahrir üyesi veya yöneticisi olma suçlamasıyla gözaltına alınıp tutuklanmış ve bu tutuklama sonucunda gençlerine altışar ay hapis cezası verilmiş.  Bu davada ise suç delili olarak Hizb-ut Tahrir kaynaklı fikri ve siyasi içerikli kitap ve beyannameler gösterilmiş. 2000 yılındaki tutuklamalar neticesinde Hizb-ut Tahrir üyeleri ilk kez Terörle Mücadele Kanunu ile tanıştılar. Bu yıllarda yüzlerce Hizb-ut Tahrir üyesi TMK çerçevesinde “Silahsız Terör Örgütüne üye ve yönetici olmak” suçlamasıyla yargılanmışlar ve yöneticilerine 5 yıl, üyelerine 3 yıl ceza verilmiş. Bu yargılanmalarda kesilen cezalara uydurulan gerekçe ise “Manevi Cebir”dir. 2002 yılında iktidara gelen AK Parti, Avrupa Birliği Uyum Yasaları çerçevesinde bir dizi değişikliğe gitmiştir. 30 Temmuz 2003 tarihinde Terörle Mücadele Kanunundaki terör tanımı değiştirilmiş ve bir örgütün terör örgütü olabilmesi için cebir ve şiddete başvurması ön şart olarak koşulmuştur.

Terör tanımında ve TMK’da yapılan değişiklikler neticesinde Hizb-ut Tahrir yargılanmalarında bir belirsizlik ile karşı karşıya kalınmıştır. Zira cebir ve şiddeti benimsemeyen ve bu hakikati Emniyet Genel Müdürlüğü’nün hazırlamış olduğu raporlarda da teyit edilen Hizb-ut Tahrir üyelerini yargılayacak ceza maddesi ortadan kalkmıştır. Nitekim Ankara 1 Nolu DGM’sinin 2003/60 esas numaralı dava dosyasında şu şekilde bir karar verilmiştir. 2003 yılında terör tanımının silahlı terör-silahsız terör olarak ayrılması ve silahlı terör için cebir ve şiddetin ön şart olarak gerekli görülmesi sonrasında Hizb-ut Tahrir yargılamalarındaki tüm davalarda berat kararları verildi. Ancak bu uygulamanın ömrü uzun sürmemiş, devleti koruma refleksi devreye girerek bu boşluk kanunla olmasa bile Yargıtay kararıyla doldurulmuştur. Kanunen suç kabul edilmeyen faaliyetler, Yargıtay kararıyla suç kapsamına alınmıştır. 2003 yılında Adana 2 Nolu DGM’sinde açılan bir dava sonucunda da beraat kararı verilmiş, savcılık itirazı sonucunda Yargıtay’a giden dosya Yargıtay 9. Ceza Dairesinin yaptığı bir içtihatla savcının itirazı kabul edilmiş ve mahkemenin verdiği berat kararı kanuna aykırı olarak 19 Nisan 2004 tarihinde bozulmuştur.

Yine “İleri Demokrasi” şiarı çerçevesinde Devlet Güvenlik Mahkemeleri kaldırılmış ve bunların yerine Özel Yetkili Mahkemeler kurulmuştur. Ankara 1 Nolu DGM yerine kurulan 11. Ağır Ceza Mahkemesi 2003 yılındaki kararıyla çelişen şok bir karara imza atmış ve Hizb-ut Tahrir davasında ceza yağdırmıştır.

29.06.2006 tarihinde Terörle Mücadele Kanununda yeni bir değişikliğe gidilmiş Hizb-ut Tahrir üyelerinin yargılandığı 7. Madde değiştirilmiştir. Silahsız terör örgütü olmaz denilerek terör tanımında cebir ve şiddet şartı ön şart olarak özellikle vurgulanmış ve terör tanımı silahlı terör olarak yeniden belirlenmiştir.

Bu değişiklikten sonra Hizb-ut Tahrir’in faaliyetlerin terör kapsamında değerlendirilmemesi gerekirken mahkemelerin ve Yargıtay’ın kanaat ve ictihat kararları yine Hizb-ut Tahrir mensupları ağır cezalara çarptırmıştır.

Buna örneklik teşkil edecek en bariz karar Yargıtay 9. Ceza Dairesinin 24.04.2008 tarihinde aldığı karardır. İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesinde Hizb-ut Tahrir’e üye olmak ve propagandasını yapmak suçu 8 kişi hakkında yürütülen bir dosyada mahkeme ceza kararı veriyor. Sanıkların hükmün bozulması için Yargıtay’a yaptıkları temyiz talebi üzerine Yargıtay 9. Ceza Dairesi hukuksuzluk tarihine geçecek şu resmi ifadeler ile hüküm cezasını onaylıyor.

“Cumhuriyet savcısının, örgütün silahsız olup sanıkların eylemlerinin 5237 sayılı TCK’nın 220/2 maddesinde düzenlenen suçu oluşturduğuna ilişkin itirazında “Raşid-i Hilafet devletinin ihdasından sonra, Hıristiyan devletlere cihat yolu ile kurulan Hilafet devletine dâhil etmek amacıyla silahlı mücadelenin başlayacağı” amaç edinildiği anlaşılmakla, yerinde görülmeyen temyiz itirazlarının reddi ile usul ve yasaya uygun olan hükmün ONANMASI Talep ve dosya tebliğ olunur.”

Hizb-ut Tahrir silah ve şiddet eylemlerini metod olarak benimsemiyorsa O’nun buna rağmen hedef alınması ve üyelerinin cezalandırılmasının sebebi nedir?

Bir önceki sorunuzun cevabında değindiğim gibi, Türkiye’nin mevcut yürürlükteki yasalarına göre Hizb-ut Tahrir bırakın bir terör örgütü olması, yasadışı bir örgüt bile değildir. Ancak biz biliyoruz ki İslam dışındaki bütün hayat nizamlarının adil ve sabit ilkeleri yoktur. Özellikle bugün dünyaya ve yaşadığımız ülkeye de egemen olan Kapitalist ideoloji, bütün davranışlarında fayda – zarar ilkesi ile hareket etmektedir. Bu bağlamda kendi bekaları için kendi putlarını yemekten geri durmazlar. Hizb-ut Tahrir’e yönelik bu tutumları, Hizb-ut Tahrir’in fikirlerini ve çalışmasını kendileri için ciddi bir tehlike görmelerinden başka bir şey değildir. Çünkü Hizb-ut Tahrir, İslam’ın belli bir cüzü ile amel etmiyor. İslami hayatı yeniden başlatma metodu olan Raşidi Hilafet Devletini kurma hedefine sahip ve bunu gerçekleştirmek için ameller gerçekleştirmektedir.

Hilafet demişken Hizb-ut Tahrir’in kurmak için çalıştığı Hilafet ile IŞİD’in ilan ettiği Hilafet arasında nasıl bir fark var. Hizb-ut Tahrir IŞİD’in Hilafeti hakkında ne diyor?

Hilafet, şer’i ahkamdan olup, bununla ilgili hükümlerin tamamını şer’i naslardan almak zorundayız. Her şer’i vecibenin nasıl ki rükünleri varsa, şart, sebep, sıhhat-butlan, mani gibi vazi hükümleri varsa Hilafet için de vardır. Sahih bir Hilafet için, Namaz, Oruç, Hac gibi diğer şer’i vecibelerde riayet edilen hükümlere bağlanıldığı gibi bağlı kalınması gerekir. Bununla ilgili Hizb-ut Tahrir, “Hilafet” ve “İslam’da Yönetim Nizamı” isimli neşriyatlarında Hilafet’i detaylı bir şekilde ele almıştır. Hilafet’in kendisine has bir ahkamı olmakla birlikte Hilafet’in kurulması ile ilgili metot da yine İslam’dan alınmalıdır. Bunun için Hizb-ut Tahrir Hilafet Devleti modelini, Rasulullah (sav)’in nübüvvet devletini ve bu devletin minhacı (yolu) üzere devam eden Raşidi Hilafet dönemini inceleyerek şer’i naslarda belirtildiği gibi teorisini oluşturmuştur. Aynı şekilde Rasulullah (SAV)’in, Medine’de İslam devletini kurmak için Mekke’de izlemiş olduğu fikri ve siyasi mücadelesini benimseyerek çalışma yapmaktadır. Hilafet, dünyadaki bütün Müslümanların başkanlığı/imameti olduğu için ümmetin iştiraki ile kurulmalıdır. Ümmetin biat etmediği kişinin halife olması söz konusu değildir. Şüphesiz Hilafet, bütün İslam beldelerinde aynı anda kurulmaz ve bir bölgede kurulması kaçınılmazdır. Ancak yine İslam ahkâmından, bir yerin İslam devleti olmasının iki esas şartının olduğunu görüyoruz. Birincisi, yönetimin içerde İslam ahkâmı ile hükmetmesi ikincisi, Müslümanların güvenliğinin yine Müslümanlarca sağlanmasıdır. IŞİD’in ilan ettiği Hilafet’in şer’i esasların hiç birine dayanmamaktadır. Hilafet, bir kabile ya da bir örgütün, ümmettin içindeki ehli hal vel akd’in rızasını almadan, derme çatma oluşturduğu bir şehir devleti değildir. İslam ile hükmetme sadece hadleri uygulamak da değildir. İslam devleti iddiası bütün kurum ve kuruluşları ile zahir olmayı, hayatın her alanına yönelik İslam’ın ahkamını tatbik etmeyi gerektirir. IŞİD’in zihniyet itibari ile daha devlet ilan edilmeden kendisine tabi olmayan bütün Müslümanları küfür ve münafıklık ile itham ettiğini, tabiiyet oluşturmak için zor kullandığı biliyoruz. Bunun için, birçok hatırı sayılır İslam ulemasının da belirttiği gibi IŞİD’in hilafet ilanı şer’i değildir. IŞİD, belli bölgeleri kontrol altında tutuyorsa da bir örgüttür. Diğer taraftan, Hilafet devleti projesi bütün batı ülkeleri ve onların kontrol ettikleri İslam coğrafyasındaki yönetimlerin korkulu rüyasıdır. Bu korku ile Esed’in gitmesini engelleyip, Suriye’deki muhaliflere baskı kurmuyorlar mı? Ve yine Irak’ın işgalinden bu yana ABD’nin Irak’ı üçe bölme isteği olup bunu da Irak için düzenlediği anayasasında belirttiğini biliyoruz. Irak’ın kuzeyinde Kürt yönetimi mevcuttur. Güney kısmı tamamen Şiilerin kontrolündedir. Ancak orta kesimde Sünniler bir iktidar oluşturamayıp, Şii yönetimin zulmü altında kalmışlardı. Bunun için bu bölgeyi IŞİD’in kontrol edilmesinde bir sakınca görülmemiştir. Daha önce ABD’nin en yetkili ağızlarından Hilafet ile ilgili korku ve düşmanlık dile getirilmişti. Ancak IŞİD’in Musul’u ve çevresini ele geçirmesi karşısında ABD ve Batı bunu kaygı verici olarak görmediğini ifade etmişti. Bu sessizlik ve müdahale gereği duyulmamasını diğer önemli bir sebebi de, IŞİD’in, Müslümanların sahih anlamda İslam Devleti/Hilafet devleti taleplerine perdeleme görevi görmesi idi.

Son olarak, IŞİD’in Hilafet ilanı gerçekten ABD ve Batı’yı çok tehdit etmiyorsa, ABD öncülüğündeki koalisyon güçleri top yekûn niçin bu bölgeyi tehdit olarak görüyor ve hedef gösteriyor?  

ABD ve Batı IŞİD’in Irak’taki sınırları belirtilmiş Sünni bölgeler içinde kalması halinde tehdit olarak görmediler. Ancak ne zaman ki gerek Kürt bölgesel yönetimin ve Suriye’nin kuzeyine yani Rojava bölgesine saldırdı, ADB ve Batı’nın o zaman harekete geçtiğini görüyoruz. Ayrıca bölgenin sükûnete ermediğini ve halen sahih anlamda bir Hilafet devletinin kurulması riskine karşı ABD ve öncülük ettiği koalisyon, bir taraftan Müslümanları katledip korku salmakta diğer taraftan IŞİD şahsında İslam’ı ve ‘hilafet’, ‘cihad’, ‘şeriat’ gibi İslami kavramları Müslümanların zihninde karalamaktadır.

ISLAH HABER / Burhan ERCAN

Bir gönderi yayınlayabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir. Giriş