Gülşen Gazel ile Yeniliğin Gerdanına Tarih Kokan Düşünceler Ekmek

0 Yorum

Sayın Gülşen Gazel, sizin karınca misali yerinde durmayan, toplumsal rüzgâra hizmet eden yanınızı biliyoruz. Edebiyat topraklarında sosyal projelere kendi şahsi edebî bereketi ile de eşlik eden zengin bir duruşunuz var. Bize biraz, sizden bahseder misiniz?

Ben küçükken çok durgun bir çocukmuşum. Enerjik olduğumu söyleyenlere, o zamanlarda çok enerji depolamışım, diyorum.

Henüz küçükken kitaplarla tanıştım. Kitap su gibiydi benim için; vazgeçilmezdi. Akabinde yazıyla da tanıştım. Yazmak ise kıyıdan seyrettiğim denize dalmak gibiydi. İrkilten ve insanı kendine getiren garip bir yanı vardı. Sonra yazmanın, sırtında bir küfe taşımaya benzediğini de öğrendim. Yazmakla yaşamak arasında bir kader biçilmiş kalem sahiplerine. Yazar, iddia ettiğini pratikte de uygulamak zorundaymış gibi geldi bana. O nedenle sosyal hayatta da çok aktif görevler üstlendim. Sivil toplum kuruluşlarında yöneticilik yaptım, dergi çıkardım, yayınevi yönettim. Yurt dışı da dâhil olmak üzere birçok konferans ve seminer verdim. Bu arada yeni eserler yazdım. Radyo programcılığını da denediğim şehrimde şuan bir televizyon kanalında küçük çaplı bir kültür sanat programı sunuyorum.

Bu kadar aktif olmama şaşıranlar olabiliyor bazen. Onlara, dünya bu kadar acıyla cebelleşirken insanlığa bir tutam huzur dağıtmak için de olsa çalışmalıyız, diyorum.

Umudun kuyusuna, inancın gök renkli kanatları değdiği zaman açılır kapanan kapıların bütün kilitleri. “Yazgı” adlı romanınız ilk sayfadan son sayfaya kadar insanın yaratılışındaki tek şifreyi işlemiş. Adından da anlaşıldığı gibi; yazgı… Sayfalarında ney sesi ve tarih işlemeleri ile zenginleştirilen bu romanınızın oluşum sürecini merak ettim. Nerelerden beslendiniz?

Tarihe pek merakım olmasa da sanata ilgim yoğun. Beni bu konuya çeken 3. Selim’in müzik ve edebiyat sevgisi oldu. En çok etkileyen de katillerine karşı kendini neyi ile korumaya çalışmasıydı. O an yanında silah yokmuş, sadece neyi varmış. Bir padişahın, odasında silah bulundurmaması çok ilginç gelmişti bana. Belki vardı da görünürde değildi. Bana göre, odasında elini attığında eline ilk ne geliyorsa insanın dünyası odur. Sonra yaşadıkları da yazgıydı tabi.

Onunla girift bir hikâye daha var romanda. Tarih hocası Ömer’le Doktor Sevda’nın maceraları… Çok alakalı değil aslında. Ama hepimizin hikâyesi alakasız olmakla birlikte çok benzer… Benim hikâyemle 3. Selim’in hikâyesi arasında pek bir fark yok. Ömer’le Sevda arasında; ikisiyle Padişah Selim arasında fark yok. Hepimiz kendi yazgımızı yaşarken, yaşadıklarımıza benzer tepkiler veriyoruz. O nedenle Yazgı kelimesi çok sıcak geldi bana. Aynı zamanda romandaki herkesin gizli bir yarası var. Yazgının aynı düzlemde birleştirdiği bu kahramanların hepsi de o yaralarını iyileştirmek için çareler arıyor. Tıkanma noktası dediğimiz yer, inanç dünyasında yeni bir kapının açıldığı yerdir. Kendi kalbini sonsuza kapatmadıkça insanı hiçbir tazyik yıkamaz. Bu yüzden “Umutsuzluğun en yoğun olduğu yerde umut başlıyor” deniyordu.

Bu kitapta tamamen yaşamın kendisinden ve günlük hayattan beslendim.

Yazgı kitabınız, ilk bakışta biraz aşk biraz macera türü gibi görünse de tarihimizden şu günümüze dek süregelen sancılı bir dönemin sesini sürmüş sayfalara. Geleneksel duruşa eleştirel bir bakış, Sultan 3. Selim’in yenilik hareketini yöneten değerli insanların katledilişi ile Osmanlı’nın çöküş sürecindeki anlara yapılan vurgu; okuyucunun dimağında metaforlar oluşturuyor. Sayın Gazel tarihi olayların edebiyat üzerindeki etkisini sormak istiyorum?

Klasik bir şeyin zıddını söyleyeceğim: Tarih tekerrürden ibarettir. İnsanlar doğar, büyür, âşık olur veya olmaz, evlenir, çoğalır, ölür. Benim yazgımla her kadının yazgısı da benzer aslında. 3. Selim’le her padişahın yazgısı. Sizinle her edebiyatçının yazgısı… Devletler de böyledir. Sadece isimler değişir. O nedenle tarihi olayları iyi okumak ve yorumlamak lazım.

3. Selim mustarip bir padişah. Osmanlı’nın en sancılı dönemlerine denk gelmiş. Öte yanda sanata dokunmak insanı inceltiyor. Ruhunu şeffaflaştırıyor. Hem müzikle, hüsnü hatla, edebiyatla iştigal edeceksiniz, şiir yazacaksınız; hem kanun yapıcı olacaksınız, ülke yöneteceksiniz, bazen ölüm kararları vereceksiniz. İşte böyle bir paradoksun ortasında yaşayan bir Sultan benim çok ilgimi çekmişti. Nizam-ı Cedit ordusu kurulmuş, eğitimleri çok iyi gidiyor. Kabakçı İsyanı çıkınca devlet adamları, Sultana, isyancılara karşı bu orduyu kullanmasını, böylece isyanın kısa sürede bastırılabileceğini söylüyorlar. 3. Selim’in cevabı çok ince: “Ben kendi halkımın kanını dökmem!”

Ancak iş çığırından çıkıyor. İsyancılar -eskiden olduğu gibi yine- aydın devlet adamlarının başını istiyor. Devlet sağ kalacaksa bir baş gitsin düşüncesiyle Sultan, istenilen kişileri veriyor. Ancak bu da yetmiyor. “Sultan Selim’i istemezük” diye sokaklar inliyor. Sultan Selim sonunda: “Beni istemeyen reayaya padişah olmam” deyip tahtı bırakıyor. Tahttan indirilmiyor, tahttan iniyor! İnceliğe bakar mısınız?

Bence müthiş metaforlar var onun yaşamında, sözlerinde, mutluluğunda, hüznünde bile. Bana sadece yazmak kalmıştı. Yazdım. Ama onunla ilgili bölümlere çok fazla kurgu katmadım. Ruhunu incitmek, Sultanı kırmak istemedim.

Yenilik demişken, yeniliğe açık olmayan insanoğlu geçmişine mıhladığı ezberletilmiş mırıldanmalardan neden kolay vazgeçemiyor?

Çünkü ezbere yaşıyoruz dünyayı. Ezberimizin dışındaki şeyler acayip korkutuyor bizi. Bu yüzden farklı şeyler yapan insanlardan da korkuyoruz. İçimizdeki kuytularda saklanıyoruz. Oradan çıkarsak yara almaktan ürküyoruz. Konumumuzu kaybetmekten, döndüğümüzde bıraktıklarımızı yerinde bulamamaktan, hali hazırdaki durumumuzdan daha fazla yorulmaktan, daha fazla kafa yormaktan, düşünmekten, bedel ödemekten korkuyoruz. Oysa durağan bir yaşam bize daha büyük bedeller ödetiyor, farkında olamıyoruz. Tarihe ve günümüze bir bakın; yeknesak çizgiler üzerinde yaşayan insanlardan geriye ne kalmış? Üzerinde “Merhuma El-Fatiha yazan bir mezar taşı! Oysa şuan sahip olduğumuz ve savunduğumuz fikirler, nizamlar, dinler, mezhepler, meşrepler, hep sıra dışı, yenilikçi, protest insanların eseri; rutine râm olanların değil.

Bu yüzden ezbere yaşanan bir hayatı birçok fikir insanı gibi ben de yaşanmamış sayıyorum. Akaid ilminde, inancını, başkasında gördüğü gibi yaşayanların imanına “taklidi iman” deniyor ve makbul bulunmuyor. Bahsettiğimiz şey de “”taklidi yaşam” Bence yaşama karşı biraz daha cesur olmak gerekiyor.

“Karayılan” adlı kitabınızdan bahsedelim biraz. Türk ve Kürt kardeşliğinin milli mücadelede nasıl hayat bulduğuna dair anlatımlar var kitapta. Birliğin o büyülü kucaklayışını; bilgi ve kurgunun aynası ile birleştirmişsiniz. Ve ortaya çok güçlü bir eser çıkmış. Sayın Gazel, o dönemde olan ve şimdi gerçekleştiremediğimiz neydi ki herkes birbirinden kopuk yaşamanın ve talan etmenin derdinde şimdi?

 

O zaman ikilik yoktu. Tek ekmek vardı, paylaşıyorlardı. Tek battaniye vardı altında ısınıyorlardı. Tek ateş vardı etrafında oturuyorlardı. Yüreklerinden iman fışkırıyordu. Tek dertleri evlatlarına özgür bir vatan bırakmaktı. Ama şimdi onlarca çeşit ekmek, yemek var. Yüzlerce çeşit hırka, palto, battaniye var. İnsanlar hepsine bir anda sahip olmak için çabalıyor. O yolda ne yazık ki başkalarının ayaklarını kaydırmaya kadar varıyor iş. Menfaatperestlik çok tehlikeli bir hastalık!.. İnsanın gözünün önünden vatan sevgisini bile siliyor. Günümüzde yaşanan bu ikiliklerin hepsinin temel nedeninin hırs ve menfaatperestlik olduğunu düşünüyorum. Daha çok şeye sahip olma hırsı. Bakınız, terör belasının altından silah ve uyuşturucu kaçakçılığından insan kaçakçılığına kadar bir sürü kirli şey çıkıyor. Toplum olma erdemini kaybettiğinizde yaşanır ikilemler. Memleketimizde büyük dedelerimiz Ermenilerle birlikte yaşarlarmış. Komşuluğu geçtim, aile gibilermiş. Şimdi aynı dindeki insanlar bile bir araya gelemiyor. Galiba insanlığımızın kalitesi düştü.

Kitaplarınızın her birinde manevi duyguların bahçesine bilgiyi iğne oyası gibi işlemiş yüreğiniz. Hani insanların olmazsa olmazları vardır. Sizin olmazsa olmazınız, hakikatin kıyısında dolaştırdığınız manevi renkleriniz diye düşünüyorum. O vakit maneviyat ve edebiyat demek istiyorum. Neler söylemek istersiniz?

“Güçlü eserler güçlü inançlardan doğar” diyordu ismini hatırlamadığım bir Fransız yazarı. Din ve ideolojiler insanın duygu dünyasını mütemadiyen besler. En iyi eserler dinlere ve ideolojilere baskı uygulandığında ortaya çıkıyor bu yüzden. Cervantes’in, Tolstoy’un, Dostoyevski’nin, Balzac’ın, Stendhal’ın, Dante’nin eserleri hep bu gerçeğin ürünü. Bizde de böyle bu. Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ı, Leyla Erbil’in Kalan’ı, Nazım Hikmet’in, Sabahattin Ali’nin, Adalet Ağaoğlu’nun eserleri, sonra Necip Fazıl, Nuri Pakdil, Cahit Zarifoğlu, Sezai Karakoç… Birbirlerine zıt fikirlere sahip olsalar da içlerindeki dünyadan, inanç ve ideolojilerinden beslenmişler. En kötü inanç bile inançsızlıktan iyidir, diyen bir Hintli düşünürü de anımsıyorum. RabindranathTagor’un “Gora” romanı da bir inancın ürünü mesela. Daha çoğaltabiliriz bunu.

Bence maneviyatla edebiyat arasında çok ciddi bir bağ var. İnançsız yazarlar bile “inanmamak üzere olan inançlarının” ürünü olan eserler veriyor. Ben de eserlerime kendi inancımın renklerinden desenler katıyorum. Kimse benim inandığım gibi inanmak zorunda değil, ama bana göre bu değerler eserlerimin kalitesini belirliyor.

Katıldığınız programlarda özellikle kadına yönelik konuşmalar yapıyorsunuz. Genç kesimin geleceğe hazırlık aşamasına naif ama cesur telkinlerde bulunan bir duruşunuz var. Sanki oluşacak bir yaraya peşin peşin merhem hazırlayan bir şifacı gibi!.. Rastladığım birkaç programınızda da bu anlamda çizginizi gördüm. Sanki bunu bir amaç edinmişsiniz gibi. Yanılıyor muyum?

Evet. Ben kadınların toplumda çok daha iyi işler yapabileceğine inanıyorum. Çünkü kadınlar işlerini önemsiyorlar ve problemlere pratik çözümler üretebiliyorlar. Sürekli şikâyet ettiğimiz ahlaki, sosyal ve bireysel yaralarımızı ancak kadınları eğitmek suretiyle iyileştirebiliriz. Her anne donanımlı olsa donanımsız birey yetişmez. Her kadın bilgili olsa, bütün evlerde bilgi hüküm sürer. Bu böyle. Bunu ta 14 asır önce keşfeden Peygamber Efendimiz kadınların eğitimlerine öncelik vermiş. Hz. Ömer kendi devrinde kadın öğretmenler yetiştiren eğitim kurumları açmış, oradan mezun olanları ülkenin farklı bölgelerine atamış.

Şuan ülkemizde çeşitli kurumlarda kadın istihdamının artması -yetersiz de olsa- güzel bence. Mesela onların olduğu ortamda erkekler daha dikkatli konuşuyor, kavga bile etmiyor. Çünkü kadınların dengeleyici bir gücü var. Bu gücün, daha geniş çevreler tarafından fark edilmesi duasındayım. Bütün çabam da o yönde.

Sayın Gazel, şehrine âşık, şehrine edebî anlamda gönüllü hizmet edip kanat olan tanıdığım birkaç kadından birisiniz. Özellikle vurguladım “kadın” diye. Zira edebiyat ortamında eskiye nazaran daha çok olsak da kadın yazar, kadın şair görmek zor. Neden demek istiyorum? Bu şartların oluşmasında asıl suçlu olan kim?

Toplumda kadınların iyi şeyler yapamayacağına yönelik sosyolojik bir algı var. Edebiyat dünyasında da böyledir. Birkaç yıl önce çok ünlü bir yazarla sohbet ederken, yine çok ünlü bir kadın yazarın ismi geçince, “kadınsanız ve fazladan sarı saçlara, renkli gözlere sahipseniz edebiyat dünyasında tutunursunuz” dediğini hatırlıyorum. Tamamen cinsiyetçi bir bakışın edebiyat dünyasında da var olduğunu öğrenmek bende biraz hayal kırıklığına yol açmıştı. Kadın başarılı olsa bile bu başarı ona kondurulamıyorsa bu bir algı sorunudur. Açıkçası bu algı, zamanla benim edebiyat dünyasının niteliğine olan inancımı sarsıp o çevrelerden uzaklaşmamı sağladı. Serencam Yayınlarının da bu ötekileşme duygusuyla ortaya çıktığını söylersem fazla abartmış olmam.

Üstelik yazın alanında Türkiye’de edebiyatın atılım yapmasında kadınların rolü çok büyüktür. Henüz edebiyatta İslami roman kültürünün emeklediği dönemlerde romanlar kaleme alan Şule Yüksel Şenler’in çalışmaları bir çığır açtı adeta.  Daha öncesinde Fatma Aliye, Halide Edip, Münevver Ayaşlı, Nezihe Araz, Halide Nusret Zorlutuna, Safiye Erol, Samiha Ayverdi gibi yazarlarımızın enerjisi diğer kadınlara ilham kaynağı oldu. Adalet Ağaoğlu ciddi bir duruş sergiledi. Şuan edebiyat sektörünü (sektör demek zorundayım!) ayakta tutanlar yine büyük ölçüde kadınlar. Çok okunan eserlere bir göz attığımızda bu savın doğruluğunu görmüş oluruz.

Bence edebiyat dünyasında az kadın görmemizin birinci sebebi toplum, ikinci sebebi ise kadınların toplumun onlar için öngördüğü sınırları kabullenmeleri…

Şu günlerde Serencam Dergisi/Yayınları’nın ve bir alışveriş merkezinin katkılarıyla ”1.Gaziantep Edebiyat Buluşması” gerçekleşecek. Hâlâ kitap fuarlarıyla tanışmamış şehirlerimiz var. Bu tür edebiyat etkinlikleri bir şehrin hangi rengine hizmet eder? Kaldırımlarında cehaletin izleri olan şehirlerde kaç düşler mezarlığı vardır bilinmez! Bu anlamda attığınız her adım kaç kişinin ufkuna bilgi/kültür sancağı olacak. Ne dersiniz?

Her şehrin kendince bir talihi veya talihsizliği var. Gaziantep kültür sanat konusunda çok talihsizdir. Ancak bu söylediklerim bizim ezberimiz de olabilir. Çünkü bazı insanlar sanatlarına takdir edici bulamayınca kendi kuytularına çekiliyor. Biz Serencam Dergisini çıkarmaya başladıktan sonra daha iyi fark ettik bunu. Aslında ortalıkta pek görünmeyen çok yetenek varmış. Etkinliklerimizde tanıştığım insanlar bana farklı ufuklar kazandırdı/kazandırıyor. İnandığım bir gerçek de cehaletin bir şehrin kaderi olamayacağı… Olmamalı da. Edebiyatla iştigal edenlerin, şehirlerin bu kara talihini değiştirmek için daha fazla uğraş vermeleri gerekiyor. Bu tarz organizasyonların ve kitap fuarlarının daha farklı şehirlere yayılması ve sayılarının artması için uğraşmaları gerekiyor. Hem de çok…

Sayın Gazel, Serencam Dergisinin Genel Yayın Yönetmenisiniz. Ülkemizde edebiyat dergileri ciddi sorunlar yaşıyor. Bazıları kapanıyor, bazıları okur kaybediyor. İçlerinde elbette istikrarı yüksek olan, her geçen zaman daha da çizgisini yükselten dergiler var. Genele bakarsak, dergiciliğin ciddi sıkıntı yaşadığı bu dönemde Serencam nasıl bir yol çizdi kendisine?

Türkiye’de dergicilik bir maceraya yelken açmaktır. Cemal Süreya, Necip Fazıl, Sezai Karakoç hep aynı maceranın peşinden gitmişler. İyi dergilerin okuyucusu azdır, ama niteliklidir. Onlar için de olsa bu maceraya başlamaya değer. Ama bir süre sonra dergiler, sahipleri veya çıkaranları için maddi bir külfet oluşturmaya başlar. Eğer talep görmezse yeni sayılar çıkamaz. Ülkemizde dergi okurunun azlığı dergilerin büyük bir çoğunluğunun maddi sıkıntılardan dolayı kapanmasına yol açmaktadır. Bu da yaptığımız işin en acıklı tarafı elbette.

Serencam’a gelince, belirli bir sürede çıkmıyor. İyice pişip kendini hazır hissettiğinde okurla buluşuyor. Rutin bir çizgisi yok o yüzden. 3 sayı çıkardık, ama edebiyat çevresinde umduğumuzdan daha kısa bir sürede kabul gördü, sevildi.

Ben de şahsen dergiyle ilgilenmekten keyif alıyorum. Onlarca yazarın yazısını okumak, farklı bakış açılarıyla tanışmak, birbirinden renkli hayal dünyalarını keşfetmek keyif veriyor. Okurlarımızın da bu enerjimizi hissettiğini düşünüyorum. Çünkü bize gelen geri dönüşler bu yönde. Dergi biraz gecikince “ne zaman çıkacak” diye çok sayıda mesaj geliyor. Bu da bizim için itici bir güç oluyor. Aynı çizgide yolumuza devam edeceğiz.

Sayın Gazel, yaptığınız programlar, katıldığınız konferanslar, yayıncılık, dergicilik, edebiyat derken; bunların toplamında ortaya çıkan sağlama nedir desem?

Yorgunlukla karışık, demli bir çay tadında kocaman bir huzur…

Kitap Haber “Kitaplardan Bir Dünya Kurduk” sloganı ile kitabı boş zamanlarında değil en değerli zamanlarında okuyanların karşısına çıkıyor. Kitap Haber’deki her bir paylaşımın amacı; kitap ve bilginin kutsal birikimine katkı sağlamaktır. Kitap Haber takipçilerine ve yazarlarına neler söylemek istersiniz?

Önceliği kitap olan bu güzel oluşum edebiyat dünyamız adına önemli bir kazançtır. Kitaphaber’in, daha iyiyi sunabilmesi için okurların desteklerini esirgememeleri gerektiğini düşünüyorum.

 Şehrine âşık, edebiyata meftun, gül sancılı renklere manevi yağmurlar eken yanınız ile sohbet etmek çok güzeldi Sayın Gazel. Teşekkürler.

Ben teşekkür ederim.

Mehtap Altan 28.10.2014

KİTAPHABER

Bir gönderi yayınlayabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir. Giriş