“İtiraf Ediyorum: Anadolu Seyircisine Yanlış Yaptık.”

0 Yorum

Abdullah Şahin, babaannesinin tanımlamasıyla ‘İnsan Maymunu’ İstanbul Belediye Konservatuarı’na başvurması ve sınavı kazanmasıyla çıktığı yolculukta 50 yılı geride bıraktı. Bizler onu, bir zamanların tek kanalı olan TRT’de, Nokta ve Virgül komedi ikilisi olarak gönüllerde yer etmeleri sonucu tanıdık. Türk tiyatrosunun değerli emekçisi, mizah anlayışlarıyla yıllarca Türk seyircisinin yüzünü güldürmüş değerli sanat insanı. Kendisiyle bir süre sahneyi paylaşmaktan mutluluk duyduğum sevgili hocamla dünü ve bugünü konuşarak keyifli bir zaman yolculuğuna çıktık. Sorularıma yanıtlar düşünürken, geçmişe yaptığı yolculukla birlikte, yüzündeki değişimleri izledim. Kimi zaman çocuksu bir heyecan kimi zamanda özlem duygusuna evriliyordu yüzündeki çizgiler.

Röportaj: Özlem Doğan

“TAŞRALI, AMATÖR BİR TİYATROCUYDUM”

Özlem Doğan(ÖD): “İstanbul’un yolları taşlı.” dediniz ve İstanbul Belediye Konservatuarı’na başvurdunuz. Melih Cevdet Anday, Yıldız Kenter, İncila Ay, Çetin İpekkaya, Sabahattin Kudret Aksal, Seyit Mısırlı ve Haldun Dormen gibi birbirinden kıymetli isimler hocanız oldu. Sınav gününü ve komisyonla karşı karşıya geldiğiniz o anı biraz anlatabilir misiniz?

Abdullah Şahin(AŞ): Hey gidi günler hey! Tabii ya çok heyecanlıydım. O günden bugüne belki elli sene gibi bir zaman geçti. Hiç o günkü kadar heyecanlandığımı hatırlamıyorum. Taşralı amatör bir tiyatrocuyum ve karşımda devler var. Yıldız Kenter gibi ki o zaman her şey daha büyüktü, değerler daha değerliydi. Şimdi bir sürü şeyle birlikte değerlerde kayboldu, ufaldı. Hiç unutmuyorum, komisyon masası boylu boyunca uzanıyor ve Yıldız Kenter dev bir komutan edasıyla ortada oturuyordu. Sahneye çıktım, karşımda korkunç bir tablo var. Sanki idam mangası dizilmiş, birazdan Yıldız Kenter “Ateş!” diye emir verecek ve beni tarayacaklarmış gibi. Ne alakası varsa heyecandan öyle bir benzetme yaptım. Sonra onlar “Ateş!” dediler ve ben de oynadım. Ama performansımdan pek mutlu olmadım. Sınav sonuçlarının asıldığı güne kadar da nasıl geçtiği hakkında fikrim yoktu. Sonunda ise sonuçlar asılmıştı ve ben kazanmıştım konservatuarı. Hoş konservatuara girmek o gün daha önemliydi, bugün yüzlerce konservatuar var tabii. Konservatuar olduğunu iddia eden.

 

ÖD: Bu büyük isimler gibi hocaların bir arada toplandığı bir okul bulmak herkese nasip olmaz sanırım. Melih Cevdet Anday, Yıldız Kenter, Haldun Dormen biraz onlardan, okul yıllarından söz edebilir miyiz?

AŞ: Şimdi düşünüyorum da gerçekten çok şanslıydım. Mesela Melih Cevdet Anday o mavi gözleriyle bir duruşu vardı ki… Sert ve çapkın. Yani çapkın demeyelim de güzel kızlara karşı kibar ve centilmendi. Aynı zamanda esprili ve eski bir İstanbul beyefendisiydi kuşkusuz.

Sabahattin Kudret Aksal çok kibar bir adamdı. Dudakları böyle birbirine yapışık konuşan, daha mülayim, daha yumuşak, daha kendi halindeydi.

 

ÖD: Haldun Dormen nasıl biriydi? Haldun Dormen siz sınava girdiğinizde, sınav komisyonunda yokmuş sanırım?

AŞ: Doğru, doğru o sonradan, 3.sınıftaydım sanırım, eklendi. Haldun Bey ve Yıldız Hanım insanları seçerlerdi. Yani fiziki anlamda.

 

ÖD: “Sadece yeteneği baz almazlardı” mı diyorsunuz?

AŞ: Yani… Mesela Yıldız Hanım daima uzun bacaklı, güzel kadınlar seçerdi. Tiyatroda hep güzel kadınlar olsun isterdi.

 

ÖD: Görsel bir seçiciliği vardı yani?

AŞ: Evet kesinlikle. Görsel anlamda fotoğrafa önem verirdi. Haldun Bey de yakışıklı çocuklar olsun isterdi. Bende taşradan gelmişim, ufak tefek bir adamım.

 

“YILDIZ HANIM ÇOK SHAKESPEARE’YENDİ”

ÖD: Öyle demeyin hocam sizde de bir ışık vardı ki o ışık bugüne kadar gelmiş.

AŞ: Hani şimdi çok samimi konuşuyoruz ya, büyük insanları konuşurken, büyük insan derken, kendilerini sanatsal anlamda çok iddialamışlar, Türkiye’ye rol model olmuş insanların bu tarafını söylemek belki doğru değil ama ben doğru bildiğimi söylüyorum.

 

ÖD: Tabii siz daha yakından tanıyorsunuz.

AŞ: Çok yakından tanıyorum. Yani Yıldız Hanım’ın bu öteleyici tavrını pek sevmezdim. Bir de Yıldız Hanım çok Shakespeare’yen idi.

 

ÖD: Shakespeare’yen idi.” derken, bunu biraz açar mısınız?

AŞ: Daha akademik oyunculuğa önem veriyordu. Eyvallah ama bizim de genlerimizden gelen bir geleneksel Türk Tiyatrosu vardı ki ben onlara kendimi daha yakın hissediyordum. Yıldız Kenter geleneksel Türk tiyatrosuna hiç sıcak bakmadı, öteledi. Bu tavrını sevmezdim açıkçası.

 

“İNSANLAR ESKİSİ GİBİ TİYATROYA GİTMİYOR NE YAZIK Kİ”

ÖD: Tiyatronun bildik tanımı “İnsana, insanı, insanla anlatan sahne sanatı” Fakat ben tiyatroya ömrünü vermiş olan sizden, başka bir tiyatro tanımı yapmanızı istesem bu tanım nasıl olurdu?

AŞ: Geçenlerde bir yerde okudum; Haluk Bilginer “İnsana, insanı, insan gibi anlatan, aynı hayatın aynasına ‘tiyatro’ derler. Ben hayatın aynası olduktan sonra niye seyredeyim?” gibi bir şey söylemiş.

 

ÖD: Güzel bir yaklaşım olmuş.

AŞ: E onunki de bir düşünce. Bundan yıllar önce Atilla İlhan’ın bir yazısını okumuştum, daha o zaman hayattaydı kendisi. Şimdi seni 20 yıldır tanıyorsam bu yazıyı okuyalı 30 sene olmuştur belki. Atilla İlhan şöyle demişti: “Tiyatro da bir gün opera gibi elit insanların seyredeceği bir sanat haline gelecek, toplumdan kopacak.” Ben o zaman çok üzülmüştüm. “Ya tiyatro öyle olur mu? Olmamalı.” demiştim. Ama rahmetli üstat doğru söylemiş galiba. Eskisi gibi tiyatroya gitmiyor insanlar ne yazık ki.

 

ÖD: Peki, bu nokta da Abdullah Şahin’in Tiyatro tanımı nasıl?

AŞ: Tiyatro hayatın aynasıdır ama ters aynası da olmalıdır. Ters köşeye de yatırabilmelidir.

 

ÖD: İnsanlara görmeye alıştığını gösterirsen bir fark yaratamazsın gibi anlıyorum. Bu durumda tiyatrocu da doğası gereği muhaliftir diyebilir miyiz?

AŞ: Tabii tiyatro insanın aynasıysa, insanın içinde muhalefet de var. Yani olanı göstermenin dışında olasılıkları da göstermeli. Olması gerekenleri de gösteren bir sanat olmalı.

 

“İÇİMDEKİ ÇOCUĞU VE HEYECANI KAYBETMEDİM”

ÖD: Sizin geçmişte kendinize yönlendirdiğiniz bir soru dikkatimi çekti; tiyatrocu ve içindeki çocukla ilgili. “Çocuk ruh, o içtenlik tiyatrocunun olmaz ise olmazıdır. Saflığını ve içtenliğini yitirmiş bir sanatçı nasıl var olabilir? Bir filmden öğrenmiştim Çocukluk düşlerini yitirmiş bir insan, tek yüzgeci kalmış balık gibidir. Hayatı boyunca hep tek bir tarafa doğru gider.” demişsiniz. Peki, siz yüzgeçlerinizi koruyabildiniz mi?

AŞ: Koruduğumu tahmin ediyorum. 50 senedir tiyatro yapıyorum. İçindeki çocuğu öldürdüğünde heyecanını kaybediyorsun. Hani çocuklar büyüdükçe hayata uyarlanırlar ya sonra hayret etme ve heyecan duygusunu yitirirler. Hayatın zorluklarını öğrenir, çıkar, öne geçer, üçkâğıtçılık ve parayla ilgili değer yargılarının çok önem taşımasıyla değerler, değersizliklerle yer değiştirir. Benim bunlarla işim olmadı hiç. O yüzden ben içimdeki çocuğu ve heyecanımı kaybettiğimi düşünmüyorum. Hem içimde çocuk hem dışımda çocuk gibi yaşıyorum. Kedilerle köpeklerle falan yaşıyorum ben.

 

“TELEVİZYON SEYİRCİYİ KANDIRDI”

ÖD: Dile kolay 50 yıllık tiyatro yolculuğunda, o koca sahneden, sizi izleyen binlerce insanı gözlemlediğiniz muhakkaktır. Tiyatrocuların içinde yaşadığı toplumdan bir şekilde beslendiğini varsayarsak, dün ve bugün arasında, toplumsal değişme hakkındaki gözlem ve yorumlarınız ne olurdu, merak ediyorum doğrusu.

AŞ: Eskiden insanlar daha saftı, daha temizdi. Arkadaşlık, dostluk, iyi niyet daha ön plandaydı. Bunu seyirciden de anlıyordunuz. Mesela sahne arkasına yanımıza gelip söyledikleri güzel ya da eleştirel anlamlardan, sözlerden de çıkartıyordunuz. Şimdi sahnedeki insan da, daha çok gençlerden söz ediyorum, seyirci de katılaştı. Seyirci de çocuksu tarafını kaybetti. Belki televizyonda onları çok kandırdı, katılaştırdı.

 

ÖD: Genel anlamda kültürel bir yozlaşmadan söz edebilir miyiz?

AŞ: Kesinlikle. Ben bu konuda televizyonun daha doğrusu program içeriklerinin çok etki ettiğini düşünüyorum. Yıllardır Anadolu’ya turnelere giderim, oyun satarım ve oyunu alacak kişi, organizatörler bir şekilde seyirciyi temsil eden kişiler, eskiden “Oyun nedir? Konusu nedir? Komedi mi? Dram mı?” diye sorarlardı. Şimdi ne soruyorlar, biliyor musun?

 

ÖD: Ne soruyorlar?

AŞ: “Televizyondan kim var?” Bu aslında çok korkunç bir şey. Sonuçta seyirciyi temsil ediyor. Onların talebini dile getiriyor. Seyirci akşam sosyal medyada “Kuliste şu sanatçıdaydık, birlikteydik.” paylaşımları ve fotoğrafta kimin olacağıyla ilgileniyor çünkü. İşte bu kültürel yozlaşma. Teknolojik gelişmeyle, kültürel gelişme zıt gidiyor.

 

ÖD: Yıllarca zihnimde tiyatro adına şöyle bir algıyla büyüdüm: “Herkes için adil doğrulara dayanan, kendine özgü bir ideolojiye sahip olmayan tiyatro, tiyatro değildir.” Siyasi bir ideolojiden söz etmiyorum tabii ki. Mesleki ideoloji bakımından Türk tiyatrosunu nasıl buluyorsunuz?

AŞ: Kısaca hasbel kader diyebilirim. Türk tiyatrosunu yürüten, yapan, tatbik eden insanların ortak bir ideolojisi yok.

 

ÖD: Türk tiyatrosu tarihince bunca süreç içinde hiç mi ortak bir ideoloji, bir misyon olmadı?

AŞ: Misyon daha yüklüydü. Fakat ortak bir ideoloji olmadı. Herkes kendi çıkarlarının peşinde oldu.

 

“YAZAR BESLENEMİYOR, AÇ KALIYOR”

ÖD: Türk tiyatrosunda seçilen oyunlar konusunda sıkça aynı tekrara düşüldüğüne şahit olduk. Yerli veya yabancı oyun seçimi konusunda bir kısır döngü var gibi ya da yüzeğel entrika komedileri. Bir gelişim vaat etmeyen aynı tekrar repliklerle… Bu durumu neye bağlıyorsunuz?

AŞ: Yazarlık müessesi Türkiye’de hiç ilerlemiyor, ilerleyemiyor. Çünkü tiyatro yazarları beslenemiyor, aç kalıyor. İnsanlarda aç kaldığı, beslenemediği yani maddi ve manevi anlamda beslenemediği, alkış almadığı ortamda niye bu işi yapsın, niye zaman ayırsın ki? Bu yüzden Türk tiyatrosu yazarlar konusunda pek parlak durumda değil yani.

 

ÖD: Klasikleşmiş ‘Çılgın yenge’ gibi oyunlarda, sanırım yazarların bu beklentilerinden uzak, içlerinden kopup geldiği için kalıcı ve büyük tatlar yarattılar?

AŞ: Ben bu durumu şuna benzetiyorum. Mesela şimdi piyasada şarkılar var pop müziğinde, orada şarkı tutsun diye “Şu kelimeyi de koyalım.” gibi söylemler geçiyor gençlerin arasında. Sonra ne oluyor? Yapay şeyler çıkıyor ortaya. Ama bir Aşık Veysel’in söylemiş olduğu bir türkü de hiçbir yüzeğel şey yok. Sadece yüreğinden kopup geldiği için kalıyor ve asırlarca da kalacak. Mutlaka gayret sarf eden vardır ama ben genelleme adına söylüyorum. Parmakla gösterilecek yeni ve iyi yazar yok denecek kadar az.

 

“AKLIM FİKRİM, TİYATROCU OLMAKTI”

ÖD: Enver Demirkan’la yollarınız ayrıldıktan sonra “Keşke duygularımızla değil de mantığımızla hareket edebilseydik. O zaman ‘Nokta ve Virgül’ yaşamaya devam eder, o güzelim tiyatromuz kapanmazdı. Ama mantığımızla hareket edebilsek tiyatrocu olmazdık.” demişsiniz. Neden mantığınızla hareket edebilseydiniz tiyatrocu olmazdınız?

AŞ: Aslında sorunun içinde yanıtta gizli. Evet, mantığımızla hareket etsek ne Enver ile ayrılırdık ne de tiyatrocu olurduk. Etrafımdaki tüm mantıklı sesler “Başka işin mi yok, tiyatrocu olunur mu? Deli misin?” diyordu. Annem ve babam ki ikisi de aydın insanlardı, eğitimden yanaydılar. Babam subay, annem ise öğretmendi. Abilerim, ablam çok başarılı öğrencilerdi fakat ben hayatım boyunca başarılı bir öğrenci olamadım. Çünkü aklım fikrim tiyatrocu olmaktaydı.

 

“İNSAN MAYMUNU MU OLACAKSIN?”

ÖD: Bu arada babaannenize ne olacağınızı bir türlü anlatamamışsınız ve sonunda anlayınca çok tatlı bir yorumu da var. Neydi o yorum?

AŞ: Evet… Ona bir türlü ne okuduğumu, konservatuarı ve ne olacağımı anlatamamıştım. Sonunda anlayınca “Oğlum, insan 4-5 yıl okuyunca doktor olur, mühendis olur, sen ‘insan maymunu’ mu olacaksın?” demişti. Keşke tuluat, orta oyunu, filan diye anlatsaydım diye düşünmüştüm sonra.

 

“ENVER ESKİ DOSTUMDUR”

ÖD: Enver Demirkan’la aranızdaki dargınlık devam ediyor mu?

AŞ: İşte mantığımızı kullansaydık, tiyatrocu olmazdık, mantığımızı kullansaydık Enver’le ayrılmazdık diyorum yine. Enver ile görüşmüyorum fakat yine de eski dostumdur o.

 

ÖD: Peki, bir zeytin dalı, bir barışma söz konusu olabilir mi?

AŞ: Geçenlerde bir yapımcı “Yahu şimdi yine öyle bir moda var, komedi ikilisi, Nokta ve Virgül’ü tekrar bir araya getirsek de televizyona bir program yapsak.” dedi. Tabii öyle bir program planım yok ama…

 

ÖD: Henüz bir çalışma değil ama bir barışma söz konusu olabilir belki?

AŞ: Enver şu an Bodrum’da yaşıyor. Bodrum’a oyuna gidersek ki yakında gideceğiz. Aklımdan geçti, gidip ziyaret etmeyi düşündüm.

 

ÖD: Çok güzel olur, güzel haberler bekleyebilir miyiz o zaman sizden?

AŞ: Neden olmasın? Kırgınlık falan kalmadı bende zaten.

 

ÖD: Enver Bey ve sizin için tiyatroda ortak geçmişiniz, bir hatıra mutlaka. Fakat o dönemi yakından bilen seyirciniz içinde bir hatıra. Onu da ansalar, sizi de ansalar bir bütün olarak anıyorlar. “Onlar bizim dönemimizin, mizah bakımından, Cem Yılmaz’ı, Yılmaz Erdoğan’ı gibiydiler.” diyen, “Biz onları hiç ayrı düşünemedik.” diyenler var. Sanırım birlikte çekilmiş bir fotoğraf karesi, seyircilerinizi sevindirecek.

AŞ: Evet, doğru. O ayrılık seyirciyi üzdü hakikaten. İyi ki dedin bunu, aslında düşünüyordum gitmeyi ama hatırlayanlar içinde kendime görev edineceğim ve gidince mutlaka ziyaret etmek istiyorum Enver’i.

 

“HER ŞEY, BİRDEN BİRE OLDU”

ÖD: Birlikte yola çıkış hikâyeniz de oldukça çetrefilli ve ilginç sanırım?

AŞ: Orhan Veli’nin şiirindeki gibi “Her şey birden bire oldu.” Bizim şöhretimiz de öyle, iyi olaylar arka arkaya geldi. Şansımız yaver gitti. Mesela ilk çıkışımızda, böyle çizgili kostümlerimiz vardı. Stüdyoya çekime gittik apar topar. Erşan Başbuğ, yönetmen “Ne giyeceksiniz?” dedi. Hih! Ne giyeceğiz tabii ya. Bir şeyler giymemiz lazım. Onu bile düşünememiştik. Her şey son anda gelişmişti çünkü. Ankara Arı Stüdyosu’nda yapılıyor çekimler. Dediler ki “Aşağıda devlet tiyatrosunun kostüm deposu var.” Onlar da burada çekim yapıyorlar. Enver ile birlikte indik tabii aşağıya. Yıldırım Önal, Sadrettin Kılıç’tı galiba onların kıyafetlerini seçtik. Komiklik olsun diye, büyük olanı ben, küçük olanı Enver giymişti. Güzel anılardı.

 

ÖD: Aslında yola başkasıyla hazırlanıyorsunuz. Hatta isimler, proje TRT’ye bildiriliyor fakat o kişi bir gün kala gelemeyeceğini söylüyor.

AŞ: Ha o müthiş bir hikâye anlatayım mı?

 

ÖD: Lütfen çok memnun olurum.

AŞ: Şimdi o dönem birinci eşimden ayrılmak üzereyim. Tiyatroyla geçinemiyorum ve aklımda komedyenlik var. O zamanlar üçüncü sınıf gazinolarda çalışan komedyenler vardı. Mesela “Bahriyeli Kardeşler, Vak Vak Kardeşler” hatırlar mısınız, bilmem “Bal Arıları, Ateş Böcekleri” Tam bunların olduğu dönemde tiyatroyla geçinemiyorum derken bir oyuncu arkadaşım, Yavuz Lâçin ile karşılaşıyorum. Yavuz o sıralar ikinci, üçüncü sınıf gazinolarda ve tavernalarda “Parazitler” adıyla komedyenlik yapıyor. Partnerinden ayrılmış “Gel birlikte yapalım.” diyor. “Tamam.” diyorum ve başlıyoruz çalışmalara. O sırada TRT’de yönetmen olan Erşan Başbuğ’dan haber geliyor ki kendisine daha önce, televizyona çıkmak istediğimden ve yanıma bir arkadaş alıp komedi ikilisi oluşturabileceğimden söz etmiştim. Programa çıkmamı teklif ediyor ve hiç tereddütsüz kabul ediyorum. Tabii o zamanlar TRT’ye önceden bildiriliyor, isim kabul görmezse mümkün değil, çıkamazsın. Abdullah Şahin ve Yavuz Lâçin ikilisi onay görüyor. Yavuz gelemeyip Enver ile gidince, kapı görevlisi burada “Yavuz Lâçin yazıyor.” deyip almıyordu neredeyse içeri, neyse Erşan Başbuğ’un da gayretiyle sorunu çözdük.

 

ÖD: Yavuz Lâçin niye son anda iptal etti?

AŞ: Yavuz son gün mahcup bir halde çıkıp yanıma geldi. “Ben gelemeyeceğim.” dedi. Ben şok tabii “Ha ha…” diye inanmaz bir cevap veriyorum. Çünkü müthiş bir fırsat bu. Tek kanal ve ekranda parmağının ucu görünse, parmağın ünlü oluyor. O derece bir şans yani. Neyse nedenini soruyorum, karısı zır zır ağlıyormuş, “Meşhur olup beni boşarsın.” diyormuş. Kısacası gelmedi ve bir şekilde Enver düştü aklıma, dayandım kapısına, vakit yok, sabah otobüs kalkacak. Enver o dönemde hem otel muhasebesi tutuyor hem de halk dansları gösterilerine çıkıyor. Öyle böyle derken Enver kabul ediyor. “Nokta ve Virgül”ün temelleri atılmış oluyor.

 

“ANADOLU SEYİRCİSİNE YANLIŞ YAPTIK”

ÖD: İstanbul tiyatroları ve Anadolu seyircisi konusuna da değinmek istiyorum. Anadolu seyircisi İstanbul tiyatrolarına çok saygı gösterdi. Peki, aynı saygıyı tiyatrolar Anadolu seyircisine gösterdi mi?

AŞ: Çok doğru bir soru hazırlamışsın, bravo. İlk defa böyle bir soru geldi. Böyle bir suç işledik. “Anadolu’ya gidiyoruz, daha hafif dekor götürelim, dekorun dört panosu ağır ve büyük.” Dedik, bıraktık. Anadolu’ya gidiyoruz, genç toy oyuncular götürdük. İtirafta bulunuyorum, ben kendi adıma bu suçu çok işledim. Ama yanlış olduğunu, yanlış yaptığımızı kabul ediyorum.

 ÖD: 1999 yılında “İnsan Maymunu” kitabını yazmıştınız, tekrar yazmayı düşünüyor musunuz diye soracaktım fakat “Beni Artiz Yapanın” kitabını yanınızda getirdiniz. Bir tiyatro oyunu kaleme almayı düşünüyor musunuz?

AŞ: Aslında istiyorum yeteri kadar birikime sahip olduğumu düşünüyorum ama koşullar eskisine göre o kadar kötü ki… Eskiden ayda on defa oynuyorsak, şimdi ortalama iki defa oynuyoruz. Mesela İzmir’e bir gidişte üç ay oynardık, şimdi üç gün zor oynuyoruz.

 

“ÇILGIN YENGEYİ 45 BİN KİŞİ SEYRETTİ”

ÖD: Evet, sizin İstanbul’da “Çılgın Yenge” oyunuyla kapalı gişe üç ayda 45 bin seyirci gibi bir rekorunuz var değil mi?

AŞ: O efsaneydi zaten. Şimdi tiyatro seyircisi tiyatroya küstü.

 

ÖD: Son olarak tiyatro hayatınızı yani bu elli yılı bölümlere ayırsanız; en verimli ve mutlu olduğunuz dönem hangisi olurdu? Bir bölümü veya kendinizi değiştirmek isteseniz bu dönem hangi dönem olurdu?

AŞ: Hayatımda değiştirmek istediğim o kadar çok şey var ki “Tüh burası şöyle oldu, olmasaydı daha iyi olurdu.” dediğim. Sade bir bölüm için değil, her bölümün içinde değiştirmek istediğim çok şey var tabii ki.

En mutlu olduğum döneme gelince, böyle bir ayrım yapmak istemiyorum. Sahne de 50 sene bana 5 sene gibi geldi. Keşke bir 50 sene daha şansım olabilseydi.

 

ÖD: Ne mutlu size, sizi tanımak çok güzeldi. Bize zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederiz.

AŞ: Ben teşekkür ederim.

Bir gönderi yayınlayabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir. Giriş