Mehtap Altan ile İmgenâr Sokağı’nda Söyleşi

0 Yorum

Hayal Bilgisi Edebiyat Dergisinin 15. sayısında yayınlanan Mehtap Altan söyleşisini edebiyathaberleri.com olarak internet ortamında ilk kez okurla paylaşıyoruz.

Gülnâre adlı öykünüzde “Doğru ya! Hayat başkalarının acılarını ezberleyip, kendi umutlarının yol levhasını çizenlerce mânâ kazanmadı mı zaten!” ifadelerine yer veriyorsunuz. İmgenâr Sokağı’nın, ‘bütün hüzünbaz yüreklere’ ithaf edilmiş olduğunu ve kitabınızın editörü Fahri Tuna’nın sizin için ‘hüzün yazarı’yakıştırması yaptığını düşünürsek, eserinizde okurun bir bakımaMehtap Altan’ın acılarını ezberlediğini’ söyleyebilir miyiz?

>>> Mehtap Altan’ın acıları demeyelim de İmgenâr Sokağı’ndaki öykülerin acıyı damıtan yanı diyelim. Zira öykülerimin içinde gerçeklerden aldığım hüzünler olduğu kadar, kurgunun cömert ırmağından aldığım hüzünler de var. Evet, bir bakıma okuyucu öykülerin içindeki acıyı, hüznü ezberliyor bu aşamada. Acıları ezberleyen yanlarımız, umudu saklandığı yerden çıkaracak gücü de kendi içinde besler. Bilirsiniz görmek ile bakmak arasındaki farkı. Bakmak sadece gözlerin şahitliğindeki somut sınırdır! Görmek ise aklın, gözün ve kalbin ruh ile harman olup asıl olana meyletmesidir. Dolayısıyla hüznün anavatanında kulaç atarken, o hüznü iyileştirme çabasının aslında umudun delikanlı duruşunu doğurduğunu görmek çok da zor olmayacaktır. Geriye okuyucunun biraz terlemesi kalıyor…

Öykülerinizin birçoğu sürpriz sonlarla bitiyor. Bütünüyle iyi kaleme alınmış bir metin olan ve insana elinde bir kitap tuttuğunu unutturacak kadar sahici bir anlatıma sahip Gülnâre, bu açıdan belki de en önemli örnek. Öykü okuru şaşırtmalı mıdır ya da sizin böyle bir eğiliminizin olmasının nedenleri nelerdir?

>>> Ben her şeyin bir yazgısı olduğuna inananlardanım. Yazının da yazgısı vardır. Gülnâre adlı öykü kitabım İmgenâr Sokağı, eğer teknik bazı nedenlerden dolayı gecikmiş olmasaydı belki de yazılmayacaktı. Ya da en azından bu kitapta yer almayacaktı. Gülnâre kitaba en son giren ama kitabın içindeki tüm öyküleri kucaklayan bir öykü. Finallerimin çoğu sürpriz sonlarla bitiyor ama bunu özellikle mi yapıyorum; elbette hayır. Şiirin temeli nasıl ilham ile atılıyorsa; öykünün de omuriliği ilhamın sancağı altında ayakta durur. Öykünün başı da sonu da önceden yapmadığım planın yansıması olduğu için müdahale etmeme hakkımı kullanıyorum. Billûr bir ırmağın sesinin kaleminiz ile kalbiniz arasındaki o koyağa sığınması gibi bir şey.

 

Öykü okuru şaşırtmalı mıdır demişsiniz. Bunun açıkçası bir matematiği yok. “Okur şaşırmalı” ya da “Okuru yormamak gerek, onun düşsel metaforu doğrultusunda yazmalıyım!” gibi kaygılar, yazarın duygusal muhasebeden çıkıp matematiksel muhasebeye yönelişini gösterir. Bu da kısır bir yolculuğun göstergesi olur kanaatindeyim. Zira öyküyü de şiiri de duygu besler. Ama şaşırtan öykülerin, okuyucuyu içine alma olasılığının daha çok olduğunu söyleyebilirim…

Öykülerinizde iki ayrı bölümde benzer eleştiriler var. İlkinde “bayram temizliği yapmak istemiştim ruhumda, saltanatını sürdüren tozlara karşı!” derken, bir başka yerde ise “bazılarının, entelektüel olamamışlığın sığlığında boğulduğu hâlde kendinden başka edebiyatçı kabul etmeme kibri yormuştu beni en çok da.” diyorsunuz. Kimdir bu ‘saltanatını sürdüren tozlar’? Nelerin sonucudurlar?

>>> Saltanatını sürdüren tozlar! Düşünüyorum da ne vakit ruhumuzu bayram temizliği ile ödüllendiririz, o vakit üzerimize yapışan tozları görme şansımız olur. Zira kanatlanmaya başladığımız an yalnızlığın şerbeti ile onurlandırıldığımız andır. Kimdir değil, nedir demeli. Egosuna hizmet edenlerden çok, kendi içimizde teslim olduğumuz mânâlar da bazen tozlarını sürer üzerimize. Oturduğu yerden edebiyatını yapanların kekeme çığlıklarına, kendi tembelliğimiz de eklenince ortaya koca bir ironi çıkar! Aslında çözüm, açık olan yolu görememe felsefesinde yatıyor yine. Bakmak ile görmek demiştik. Bakan anlatır, yargılar sadece; görense sorgular, yorumlar, çözüme gider, temizlik yapar! İnanarak çıktığımız hangi yol olursa olsun, mutlaka ara ara tozlardan arınmalıyız. Yoksa tozların saltanatı içimizdeki inancın kıyısında halay çekmeye devam eder. O vakit bakarak değil, göre göre yolculuğumuza devam diyerek…

Öykü kahramanlarımızın sık sık anne ya da babalarından sözler aktardıklarını görüyoruz. Bu bölümler yaşantınızdan aktardığınız gerçek metinler mi yoksa kurgu ürünü mü? Ayrıca, çocukluk ile ilgili pek çok vurgu var. Bu vurgulardan hareketle, öykülerinizde çocukluğunuzdan beslendiğinizi söyleyebilir miyiz?

>>> Bazıları kurgu ama çoğu, çocukluğumun silik duvarlarından kazıya kazıya çıkardığım umutlu kırıntılar! Suskun bir çocukluk geçirdim. Öyle ki yalnız kaldığım anlarda yazmak ne demek bilmediğim dönemlerde beynimin içinde bir konuşma odası oluşturur, oraya bir sürü kelimeler yığardım. Sonra onlar cümleler doğurur, yalnızlığımın gözlerine yol arkadaşı olurlardı. Tabii çocuk iken bu suskunluğun şimdiki öykülerime kan kardeş olacağı hiç aklıma gelmemişti. Bildiğim tek şey; her şeyin bir sebebi olduğudur. Çocukluğumdan beslenen öykülerim, kurgunun döşünden de hüznü sağıyor…

Uçurtmaydık çünkü biz! Kalpleri büyümek cehennemine düşmeden önce, gökyüzüne gelin olmak isteyen rengârenk uçurtmalardık” sözlerinizden hareketle, ‘büyümek cennetini’ inşa etmek mümkün değil midir?

>>> Mümkün olmayan hiçbir şey yok bu hayatta. Belki de sadece ölüme çare yok! Büyümek cehenneminde cayır cayır yanan uçurtmalarımızı belki kurtaramayız. Belki o uçurtmaların ipini tutan avuçlarımız yanmıştır! Belki avucumuzdaki yanık izinin derinliği kalbimizi emzirdikçe susmuşuzdur. Ama… İşte burada başlıyor yine “pes etmemek” dipnotunun önemi. En umutsuz olduğumuz anda bile umudun koynunda uyumak, onun kokusu ile bakış açımızı büyütmek belki de çaredir ‘büyümenin; cennet/cehennem” kargaşasını çözecek olan. Ne dersiniz?..

Öykülerinizdeki gerçekçi evren, bir anda gerçeküstü öğeler ile buluşuyor. Tablonun Sırrı’nda örneğin. Öykü diliniz ve üslubunuz ile gerçeküstü öğeleri birbirine yakın buluyor musunuz?

>>> Bu yazım türüne “Büyülü Gerçekçilik” deniliyor ki Türkiye’de bunun öncüsü Nazlı Eray diye biliyorum. İmgenâr Sokağı’ndaki birçok öyküm, gerçeğin çekirdeğine, gerçeküstü öğelerinin ortak olmasıyla başka bir boyutun lisanını oluşturuyor. Ve bunun akabinde finale okuyucuyu da dâhil edince zengin bir metaforun parçası oluyorsunuz. Evet, öykü dilim ile gerçeküstü öğeleri birbirine yakın bulmamdan kaynaklı bir farklılığı bulacak sanırım İmgenâr Sokağı okuyucuları. Tablonun Sırrı öykümden olumlu geri dönüşler oldu. Hatta hiç resim çizme yeteneği olmayan bana, tablolarımın olup olmadığı soruldu. Zira o öyküde, bir tuvale çizilmemiş bir resmin çığlığını betimledim. Yani bir ressam tarafından çalışılmış, bilindik bir tabloyu anlatmıyorum o öykümde. Kelimelerimle resmettim tablonun damarlarındaki her bir figürü! Ve düşünsenize o öyküyü kaç kişi okursa; o kadar kişi o tabloyu kendi çizmiş olacak dimağlarındaki bakir fırça ile! 

Üzüm Kokusunda Soma Sancısı adlı öykünüzde “Madenci çocuğu demek, güneşe bakarken bile vicdan azabı çekmek demekti. Babası ona yerin altında gizli bir güneş olduğunu, onu ancak madencilerin görebildiğini söylemişti.” diyor anlatıcı ses. Belki de kitabınızdaki en güçlü ifadeler bunlar. Soma’daki gibi felaketler ya da toplumsal sorunlar bir yazar olarak sizi nasıl etkiliyor, yazı serüveninizi nasıl şekillendiriyor?
 

>>> Önce insan olarak etkilenen yanımı susturmak yerine, onun çığlık çığlığa akmasını sağlıyorum hayata bir yazar olarak. Zira toplumsal sorunlara karşı bastırdığımız sesimiz belki de bizi ölü toprağı gibi örten! “Bana değmeyen yılan bin yaşasın” cümlesinin kanserli yansımasını yok etmek adına, elimden geldiğince toplumsal sorunları işleyen öyküler yazmaya devam edeceğim. Sanatçının derdi olmalı diye düşünüyorum! Derdi olan yazar/şairler toplumsal yaralara yazdıkları ile merhem olma görevini de yerine getirirler. Dolayısıyla öykülerimde toplumsal sorunlara da değinerek bir sorumluluğumu yerine getirdiğimi düşünüyorum. Bu yeterli mi, elbette değil!.. Soma’daki sorunlar bitti mi; hayır. Yetiştirme yurtlarında büyüyen çocuklar, iliklerine dek üşürken onların sesini duymak çabasına hiç düştük mü; hayır… Savaşlar, vahşetler düğün yaparken davetliler hep çocuklar mı olmalı, ölümün duvağına hep çocuklar mı düşmeli!.. Bunların çözümü için birebir o mekân ve ortama gidemiyorsak da kalemimizi götürebilmeliyiz. Bir damla bir damladır diyerek…

Zenginlerin ayrıntıların katili olduğunu söylüyorsunuz. Tablonun Sırrı’nda. Mehtap Altan bu bağlamda ne kadar zengin ya da ne kadar fakirdir?
 

>>> Hakikat ayrıntıların sırrında saklıdır. O ayrıntıların kıyısına kıvrılıp, acının kalbinde uyuyan her insan gibi zenginim; maddiyatın sağladığı ve hayatın ipine sıkı sıkı tutunma yetkisi veren o madeni soğukluğun gölgesine sığınmayacak kadar da fakirim!.. 

Ardıç Kuşu’ndaki Derviş Dede için ‘evindeki kitapların kokusu sanki üzerine sinmişti’ tasvirini yapıyorsunuz. Mehtap Altan’ın üzerine hangi kitapların kokusu sinmiştir? Okuma süreciniz hakkında neler paylaşabilirsiniz?
 

>>> Başucu kitaplarım iletişim/psikoloji türündeki kitaplardır. Doğan Cüceloğlu takip ettiğim ve her kitabını okumaya çalıştığım bir yazar. Hatta bir dönem sahiden de üstüm başım Doğan Cüceloğlu kitapları kokuyordu. “‘Mış Gibi’ Yaşamlar” ve “İçimizdeki Biz” unutamayacağım kitaplarından ikisiydi ama “Savaşçı”sı ile savaşmaya başlamıştım. Türk Edebiyatından Sait Faik Abasıyanık ve Nazan Bekiroğlu, Fransız Edebiyatından Balzac okumayı seviyorum. Çocuk iken de genç iken de şimdi de elime her geçtiğinde okumaktan bıkmadığımJose Mauro De Vasconcelos imzalı Şeker Portakalı’nın yeri ise bende çok ayrı çok… 

Editörünüz sizin için ‘İmge Kraliçesi’ diyor ve paragraf başına dört buçuk imge düştüğü bilgisini veriyor. Mehtap Altan’ın‘imge’ anlayışını aktarabilir misiniz? 

>>> Editörüm Sayın Fahri Tuna “İmge Kraliçesi” diyerek elbette beni mahcup etti ama müdahale de edemedim, zira onun düşünceleri kalbimin başköşesindedir hep. İmge benim örtüm! “İmgenâr” Türkçemizde olmayan bir kelime aslında. Bu kelime benim sanat anlayışımı ve beni özetleyen bir kelime. İmge şiirlerimin, öykülerimin, edebiyat topraklarında göverttiğim her çalışmamın üzerini örten ateşten bir örtü. Ama yakmayan, koruyan, öpen, sarılan… Bazen mânâların üzerini örtmek gerekir! Çünkü kelimeler de üşür, üşütülür. Çünkü kelimeler de korkar, korkutulur. Çünkü kelimeler de öksüz kalır, bırakılır. Belki de bir çeşit zırhtır imge bende, fırtınaların uzamış tırnaklarından öz mânânın kalbini koruyan. Birçok insan gibi farklılık ya da anlaşılmazlığın o çekici yanını doğurmak değil aslında imgeleri kullanış amacım. Hani bir hamur vardır ve o hamuru oluşturan bir maya vardır. İmgeler benim edebiyat hamurumun mayası…

23.03.2015

EDEBİYAT HABERLERİ

Bir gönderi yayınlayabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir. Giriş