Türk Popu’nun Süpermeni: The Erol Büyükburç

0 Yorum

Türk Pop Müziğinin efsane isimlerinden Erol Büyükburç 12 Mart 2015 günü aramızdan ayrıldı. Sanatı, renkli ve hareketli kişiliğiyle kültür ve sanat hayatında önemli bir yer edinen Erol Büyükburç, İstanbul Etiler’deki evinde ölü bulundu.

Efsane sanatçı Erol Büyükburç’un aramızdan ayrılmasının acısı içerisindeyiz. RÖPORTAJLIK Ekibi olarak Efsane Sanatçı Erol Büyükburç’un geçmişte verdiği 3 röportajı yayınlıyoruz.

Erol Büyükburç’un ailesine ve sevenlerine başsağlığı dileriz..

 

1950’li yıllarda başlaya bir müzik hayatı. Her daim genç ve yenilikçi. Anadolu müziğini batı müziği ile harmanlayan ve bunu layığı ile yapan ender sanatçılardan birisi. Asya’dan Avrupa’ya yayılmış bir ün ve bu ünün altında ezilmeyen, kendini sürekli geliştiren bir sanatçı. Şüphesiz ki bu isim Erol Büyükburç’tan başkası olamaz. Kendisi Türk Pop Müziğinin temellerini oluşturan, orijinal fikirleri ve marjinal kişiliğiyle Dünya insanın sevgisini kazanmış bir sanatçı.

Kendisini 2008 yılında Star Tv stüdyolarında tanımıştım. Menajeri sevgili Osman (Nuri Yazıcı) Ağabey sayesinde olmuştu tanışmam. Şans eseri aynı anda aynı yerde olduğumuzu duyunca Osman Ağabey’i aramıştım ve hemen yanımıza gel demişti. Odasına gittiğimde Osman Ağabey’le selamlaştık ardından Erol Bey bahsettiğim Muzaffer dediği an Erol Bey’le göz göze gelmiştik. O an kilitlenip kalmıştım neticesinde karşımda Türk Pop Müziğinin temel taşlarından birisi duruyordu. Yaptığı işlere, başarılarına, sesine ve sanatına hayran olduğum bu güzel insan karşımdaydı. Erol Bey yerinden kalktı yanıma geldi ve selamlaştık ve sarıldık birbirimize. O an sanki yıllardır tanıyormuşum gibi hissettim. Kendisi bu hissi çok güzel veriyor karşısına. Bütün komplekslerden sıyrılmış, egosu sıfıra inmiş bir dev vardı karşımda. Kendisinin bu rahat tavırları kuliste müthiş bir enerji yayıyordu. Herhalde kuliste o zaman bir yarım saat müzik hakkında konuştuk. Erol Bey müthiş bir heyecan ve sevgiyle projelerinden bahsediyordu. O an hayat enerjisinin ne olduğunu anladım şüphesiz ki Erol Büyükburç’un hayat enerjisi müzikti, yaptığı işti kısaca sanattı. Zaten böyle bir enerji olmasa yarım asırlık müzik kariyeri nasıl olabilirdi ki? İşini sevmesi ve saygı duyması elli küsur yıldır Erol Büyükburç’u insanların yüreklerinde taşımasına neden olmuştu. İşte böyle bir isimle röportaj yapmaktan dolayı kendimle de gurur duymuyor değilim.

M.K: İlk başta benimle röportaj yapmayı kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederim. İlk taş plak albüm kaydınızı ne zaman yaptınız? Bu kararı nasıl aldınız ve yanınızda kimler vardı ?

EB: İlk taş plağımı Odeon Plak’ta kendi kurmuş olduğum “Erol Büyükburç Vokal Grubu” ile doldurmuştum. Bu taş plaklarda ilk olarak İngilizce sözlü bestelerimi seslendirmiştim. Bu dört taş plağın bir tarafında dünyaca ünlü bir eseri öbür tarafında kendi İngilizce sözlü bestelerimi koymuştum. Bu eserleri 1958 de Odeon Plak Şirketi’nin Yeşilköy’deki tren istasyonuna yakın olan ses kayıt stüdyosunda doldurmuştuk. Her 15 dakikada bir geçen treni hesap ederek kayıtları tek mikrofonla bin bir zorlukla gerçekleştirmeye çalıştık. Bu taş plakları ilk olarak Ankara Radyosu yayınladı. Türk Pop Müziği’nin miladını oluşturan bu eserler ülkemizin yanı sıra  Avrupa, Asya ve Afrika’da da etki yarattı. En çok Little Lucy, Kiss Me, Lovers Wish tanındı. Bu olay etkili bir şöhretin başlangıcı oldu. Türk pop müziğinin oluşması için bir karar almıştım. Bu konuyu oluşturmak için kurduğum vokal grubu ve orkestramla sürekli çalışıyorduk. Bu arkadaşlarım İngilizce sözlü şarkılar konusunda bana tam destek verdiler. İspanyol gitar ve vokalde Cüret Işıközlü, kontrbas ve vokalde Nüceyim Fener, elektro  gitar ve vokalde Kadri Ünalan, bateride Aykan, piyanoda üstat Altan İlter, tenor saksafonda Mustafa Toroslu ve üstat Alaattin Dal vardı.

M.K: Müzik hayatınızın ilk zamanlarında yaptığınız 45’likler hep başka dillerde söylenmiş şarkılar. İlk Türkçe 45’liğiniz 65 yılında “Kayadan İndir Beni”  ve “Gel Kaçma” şarkılarına yapıyorsunuz. Bu 4 yıllık zamandan sonra gelen Türkçe kırkbeşlik nasıl bir ilgi uyandırdı?

EB: Şahsen her zaman plan üzere hareket ettim. Sıra ikinci aşamaya gelmişti. Türkçe özgün bestelerdi bunlar. Özetle söz, ezgi, orkestrasyon, vokal ve solist konularını içerir. Her şeyiyle bizden olan bir yapıta yönelmekti asıl amacım. Hiçbir ülkeden alıntı yapmadan bir tür icat etmekti. Planım, halk türkülerimizin klasik Türk musikisinin dışında yeni  dünya gençliğinin sevebileceği başka bir boyutun arayışıydı. Bu işin aromasını oluşturabilecek en ince ayrıntılara ulaşmak isteyişimin tahminleri üzerine kurulmuş bir yörüngeydi bu. Tahminlerimin iyi olması konusunda çevremdeki bilgili arkadaşlarıma araştırmalarımı sürdürüyordum. 1960’ların başlarındaydık. “Gel Kaçma” adlı bir bestemle ve yanında “Kapı Önünde Durdum” “Kayadan İndir Beni” gibi iki halk türküsü, iki İngilizce sözlü Meksika şarkısıyla ilk 45’lik plağımı doldurdum. Böylelikle risk faktörümü azaltmış oldum. Dış kaynaklı şarkıları benden dinlemeye alışmış gençliğe, halk türkülerini halka, ayrıca “Gel Kaçma” bestemi bu buketin içinde sunmayı da uygun gördüm. 45’lik plak serüvenim  bu şekilde başlamış oldu. Sonuç çok başarılı olmuştu.

M.K: Anadolu müziğini batı müziğiyle harmanlayarak söyleyen birkaç sanatçımızdan birisiniz. Günümüzde bunu uygulayan sanatçı neredeyse yok. O zamanlar sizin yaptığınız bu Anadolu ve Avrupa karışımı müzik nasıl karşılanıyordu?

EB: Türk popuna getirmek istediğim yeniliklerden biri de halk türkülerimizi aranje etmek isteyişim olmuştur. Bu aynı zamanda Anadolu rock’ın temelini oluşturmak gibi bir şeydi. İlk halk türküsü arajmanım “Çakır Eminem” , “Kara Tren”, “Kara Kaş Gözlerin Elmas” ve “Turnalar” olup, sonrasında 254 türküyü aranje ettim. Böylece Türk popunun gelişmesi ve genleşmesi için bu konuyu ilk ele alan bir sanatçı olarak Türk Popunun ilk öncü sanatçısı payesine ulaştım. Bu girişimim olağanüstü tanınmama ve Anadolu turnelerimin onlarca kere tekrarına neden olmuştur. Gittiğim Anadolu konserlerinde konser salonları olağanüstü dolup taşmıştır.

M.K: Türkiye’nin yurt dışında en çok konser vermiş sanatçılarından birisiniz. Gittiğiniz yerlerde sizi çok etkilemiş ve aynısını Türkiye’de ben de yapmalıyım dediğiniz bir şey oldu mu?

E.B: Pop müziğindeki en son aşamalarımdan biri de dış ülkelerdeki konserlerimdir. Balkanlardaki birinci, ikinci ve üçüncü Balkan Festivalleri’nin üçüne de milli orkestra ile milli solist olarak katıldım. Ülkemizin yenilikçi yüzünün tanıtımı açısından çok önemli girişimlerdi bunlar. London Palladium konserim İngiltere’de bu salonda konser veren ilk Türk olarak bana gurur veren bir olaydı. Hala bu rekorumu kimse kıramadı. Daha onlarca Hollanda, Almanya, Fransa gibi dış ülkelerde sayısını hatırlamadığım kadar konserler verdim. Bizim kuşağın bu hamleleri Türkiye’de gençliğin ve halkın uyanmasına neden olmuştur. Bütün dokunuşlarımızda gelişim ve değişim rüzgârları esmiştir. Avrupa’daki beğendiğim konuları ülkemin insanları hızlı bir şekilde aşmıştır. Mutluluğum sonsuzdur.

M.K: Müzikte etkin olduğunuz kadar sinemada da etkin oldunuz ve yanlış bilmiyorsam 28 tane de filminiz var. Sinemaya nasıl başladınız?

EB: Bir pop star için sinema önemli bir dönemeçti. Pop müziğinin üç önemli işlevini tamamlamıştım.

 

–  İngilizce sözlü besteler

– Türkçe sözlü özgün besteler

–  Halk türkülerinin aranje edilmesi

Şimdi iş bu konuları Anadolu insanına derinlemesine sevdirmeye ve benimsetmeye kalmıştı. Bu evrede sinemanın devreye girmesi gerekiyordu. Tam bu konuyu kafama takmışken, bir gün Fatih’teki Mukavemet Sokak’taki evimin kapısı çalındı. Kapıyı açtığımda aktör, rejisör Orhan Elmas ile karşılaştım. Bana tam da istediğim gibi bir film teklifi getirmişti. Oturduk, konuştuk ve anlaştık. Birkaç gün içinde film setine, Villa Zarif’e çağrıldım ve filme başladık.

Sonrası üst üste gelen film teklifleriydi.  Sayın Hulki Saner, Oğuz Gözen ve daha birçok kişi ve firmayla 28 film çevirdim. Her filmimde en az 10 şarkım ün kazandı. Şöhretim büyüdü ve konserlerim, gazino programların doldu taştı.

M.K: Oynadığınız filmlerde müzikler olmazsa olmazlardan. Filmlere müzikal bir hava katmayı siz mi istediniz, yoksa yönetmenin, yapımcının isteği mi oldu?

EB: Filmlerimin çoğu komedi müzikaldi. Rahmetli Hulki Saner filmlerimin müzikli olmasından yanaydı. Amerika’da Elvis, Avrupa’da e Life örneklerinde olduğu gibi. Birkaç Oğuz Gözen filmlerinde konular değişik tutulmuştur.Filmlerimin çoğunun müzikal olması sahne hayatıma büyük destek sağlamıştır. Çoğu şarkım bir klip gibi çekilmiştir. Sinema hayatımda bir pop star olarak başarısını sürdüren tek oyuncu oldum.

M.K: Yurt dışından konser teklifleri aldığınızı biliyoruz. Peki, yurt dışından film teklifleri aldınız mı?

EB: Yurt dışından konser teklifleri aldım. Ama o zamanki organizatörler dış ülkelerle film konusunda irtibatlı değillerdi. Eğer irtibatı olan organizatörler olsaydı, bu konuda da bir yol alışımız olurdu.

M.K: Türkiye’nin her yerinde konserler verip müziğinizi paylaştınız. Anadolu insanının yaptığınız müziğe olan ilgisini nasıl buluyorsunuz?

EB: Anadolu insanı müziğe karşı muhafazakâr olmakla beraber yeniliklere de duyarlıdır. Yoksa benim bu yenilikçi kişiliğime, konserlerime karşı böylesine duyarlı olmazdı. Halk en büyük jüridir. Gelişimci, değişimci olarak atılan her adımı halk duyumsar.

M.K: Şu ana kadar kaç ödül aldınız? Sayısını biliyor musunuz?

EB: Öğünmek olarak kabul etmeyin lütfen ama büyük bir depoyu dolduran kutular dolusu ödülüm var. Bugüne kadar saymadım. Saysam da durum her gün değişiyor. Gelen yeni ödülleri salonuma koyuyorum. Her boşluk dolmuş durumda. Tahmin ederim ki ödüllerimin sayısı bini çoktan aşmıştır.

M.K: Nasrettin Hoca ile ilgili bir projeniz var. Biraz bahsedebilir misiniz ?

EB: Nasrettin Hoca konusu çocukluğumdan kalan bir duyarlılıktır. Çocukluğumda elime geçen bir çocuk dergisinde Orhan Veli Kanık’ın Hoca’nın fıkralarını şiirleştirdiği sevimli resimler vardı. O fıkraları ezberler, rahmetli annemin kabul günlerinde arkadaşlarına, dostlarına okur, o meclise neşe vermeye çalışırdım.

Gel zaman, git zaman yine rahmetli sanatçı tiyatrocu, kuklacı Nevzat Açıkgöz dostum için bir çalışma yaptım. Suteks oyuncak fabrikasında kukla tiyatrosu mensuplarını ve Nasrettin Hoca’nın çevresindeki kişilikleri oluşturan kuklalar yaptım. Bütün bu tiyatro kadrosu Gülhane Etkinlikleri’nde 5 yıl gösterime devam etti.

Menajerim Osman Nuri Yazıcı’nın Akşehir Belediye Başkanı sayın Abdülkadir Oğul Bey ile yaptığı anlaşma sonucunda Nasrettin Hoca’nın on fıkrasını şiirleştirdim ve besteledim. Bu çalışma CD olarak basıldı. Ayrıca sekiz fıkrası muhtelif dillerde bir  çok sanatçı arkadaşım tarafından okundu. Bu arkadaşlarla Hoca Konserleri’ni beraberce seslendireceğiz. Her şeyin hayırlısı…

M.K: Niksar’da bir sokağa isminizin verildiğini duydum. Bu nasıl gerçekleşti ve bu sokakla ilgili detay verebilir misiniz?

EB: Ben bir Niksar sevdalısı olarak, 50 yıldır Niksar’ın yanındayım. “Niksar’ın Fidanları” türküsünü yıllar önce aranje etmiştim. O zamandan beri Niksar’dan gördüğüm ilgi ve kişisel sevgim bizi bugünlere getirdi. Niksar’ımın Belediye Başkanı Sayın Duran Yadigar’ın aktif ve samimi kişiliği ve Niksar halkının temiz ve candan ilgisi benim Niksar’ın hep yanında olmama ve ölünceye kadar tanıtımına kendimi adamama neden oldu. Uzun süredir, yaklaşık 150 programda görsel medyada Niksar’ın tanıtımına değindim. Bütün bunlar Niksar halkının takdirine neden oldu ve Başkan ve Belediye mensuplarının onayıyla Niksar’da bir sokağa adımın verilmesi istendi. Bu beni çok derinden etkiledi. Türkiye’de bir ilki oluşturmak adına bu sokak çok özel hazırlanacak. Bir heykelim ve birçok eserimin sokağı süslemesi söz konusu. İşin organizasyonunda çok önemli katkıları bulunan menajerim Osman Nuri Yazıcı’ya candan teşekkür ederim.

M.K: Türkiye’nin en çok albüm yapmış sanatçılarından birisiniz. Üretkenliğinizi neye borçlusunuz?

EB: Bu eser çokluğu hiperaktif kişiliğimin üretkenliğidir. Bugüne kadar Türk Pop’unun zeminini güçlendirmek için yaptığım çalışmaların sonucudur;

Kişisel repertuarımı zenginleştirmek,  28 filmim için gerekli eserleri üretmek, Aydın Gün zamanında İstanbul Festivali’nde yeni Genar Tiyatrosunun 3 yıl peş peşe oynadığı 3 müzikal için gerekli 35 civarında müzikal şarkısının üretilmesi, ayrıca kukla tiyatrosuna gereken onlarca şarkı, Bemol Yayınlarının çıkardığı “Büyükburç Çocuk Şarkıları” kitabındaki 100’e yakın eserin kaset ve CD’leri, yazdığım 76 masalın onlarca şarkıları ve şimdi de hazırlamakta olduğum 15 yeni ekolün örnek şarkıları…

Bütün bunlar benim eser sayımı tetiklemiştir. Özetle, dünyaya gelme nedenimin hakkını vermek için çalışıyorum.

M.K: Kaç besteniz var?

EB: Bugün için MESAM’da 1000’i aşkın bestem var. Şu anda kaydını yaptıracağım 500’e yakın eserde hazır. MÜYOR ve MESAM’a kaydını yaptıracağım.

M.K: Okullardaki müzik eğitimini nasıl buluyorsunuz?

EB: Toplumca boş zamanlarımızda, arabada, evde müzik dinleme alışkanlığımız çok az. Hem monofonik hem polifonik türde eser dinlemek kişiyi olumlu yönde geliştirir. Evrensel yönden çok gelişmiş sonat, sonatin, prelüt, etüt, konçerto, senfoni gibi klasik eserleri dinlemek zekâyı açar. Soyut matematik baskısı yapar. Bilimsel açılıma neden olur. Bu konuyu bir kitap dolusu yazabilirim.

M.K: Günümüz müziğini nasıl buluyorsunuz?

EB: Müzik şirketleri bu işin pazarını koklayarak bir şeyler üretmekten yanadır. Bu arada radyolar tematikleşmeye başladı. Böylece her dinleyicinin zevkine uygun müzik dinleme alanı oluştu. Ülkesel ezgiler dinleyenler gelişme tırmanışları gösteren yapıtlara yavaş yavaş alışıyorlar. Olay, geniş bir müzikal alanda yol alıyor. Kimi insan ‘ben alaturka dinlerim, nostaljik takılırım’ diyor,  kimi insan türkü dinlemekten yana. Gençlerin çoğu güncel poptan yana. Kimileri rock müzik ve grupların peşinde. Kimileri Flamenko dinliyor. Kimi  ‘caz’ diyor, caz topluluklarını takip ediyor. Neo klasikçiler ve klasikçiler ayrı bir koloni.

Bu arada güncel popumuz fabrikasyonlaştı. Kısır döngüye girdi diyebiliriz. Şahsi çabalarım 15 yeni ekolün temellerini atmaktan yana. Derince bir yol alış bu. Büyük bir devrimin rayına oturtulması anlamına geliyor. Allahın izniyle bu işin oluşacağına inanıyorum.

M.K: Pekiyi, beğendiğiniz sanatçılar kimler?

EB: Bu konuda star belirleme işi müzik şirketlerinin elinde. Ancak zengin prodüksiyonlar birilerini bir yerlere getiriyor. Zekâsı, kurnazlığı olanlar bu konularda daha hızlı ve tutarlı yol alıyorlar.  Bugün Laydi Gaga yarın Rihanna… Bu işler artık görselleşti. Dans, kostüm, dekor, ışık reji işin kolektif özünü oluşturuyor. Her şey mekanikleşiyor. Bu boyut ne kadar sürecek, yeni boyutlar ne olabilir, bunları zaman gösterecek.

M.K: 2012 Koyutürk Tangoları isimli bir albüm çalışmanız oldu. 2013’te bizi bekleyen bir albüm veya bir single çalışmanız var mı?

EB: Tangolar Cumhuriyet tarihimizin önemli hamlelerindendir. Necip Celal Andel, Fehmi Ege, İbrahim Özgür, Necdet Koyutürk, Celal İnce tangomuzun öncü bestekârlarıdır. Secaattin Tanyerli gibi onlarca solist tangoyu ülkemize sevdirmiştir. Bundan 40 sene önce 10 tango besteledim. Engin Ege ve Erdener Koyutürk Orkestralarıyla üç yıl İstanbul Radyo ve TRT televizyonlarında onlarca tangoyu seslendirdim. Erdener Koyutürk ile bugüne kadar muhtelif CD’ler çıkardık. En son Necdet Koyutürk Tangoları’nın en önemli eserlerini içeren bir CD yaptık. Bu çalışmalarım gelişen tango kültürümüzü yaşatmak adınadır.

M.K: Sorularıma cevap verdiğiniz için çok teşekkür ediyorum. Tekrar söylüyorum sizinle röportaj yapmak benim için bir gururdur. İçini olduğunuz daha nice güzel projeler olur ve bizlerde takip ederiz.

EB: Rica ederim. Ben teşekkür ederim.

Muzaffer Karaaslan 

Kaynak: http://kirkbeslikdunyasi.blogspot.com.tr/2013/02/erol-buyukburc-ile-roportaj.html

 

Kafayı yemedim çılgınlıklarım bilinçli

Erol Büyükburç… O, Türk popunun kralı. Kıyafet devriminin kahramanı. Ama son yıllarda dikkat çekmeye çalışmakla itham ediliyor. Sahiden öyle mi? Büyükburç cephesinde manzara epey farklı

Vefasızlığın girdabına kapılmak! Bazen kapılıyoruz işte… Unutuyoruz insanları! Bize kattıklarını düşünmeden. Bu, en yakınımızdakiler de olabiliyor, bir dönemin şöhretlisi de… Böyle bir bayram günü karamsar girdik yazıya ama sebebim de var… Nasreddin Hoca olarak Taksim’de eşekle dolaşmasının akabinde Erol Büyükburç’la röportaj yapmaya niyetlendim. Çevremdeki insanların nabzını yoklamak için onunla ilgili cümleler kurunca, beklemediğim tepkiler geldi: “Yine çılgınlık yapıyor, takılma peşine,” veya “Onun devri bitti, vaktini boşa harcama,” gibi… Oysa Erol Büyükburç’tan bahsediyoruz. O değil mi Türk pop müziğinin kral unvanlı kurucusu, 60’lı 70’li yılların büyük starı? Giydiği renkli kıyafetlerle devrim yaratan… Saksı değil nihayetinde! Bir de vefa var serde. Ulaşması zor oldu Büyükburç’a. Levent’teki evinde bizi karşıladığında hiç de ilgi çekmeye çalışan eski şöhretli portresi çizmedi. Temkinliydi, hal hatır sohbeti sırasında çaktırmadan birkaç testten geçirdi. Rahmetli sinemacı Metin Erksan’ın ismi anahtar oldu. Yakın arkadaşım dediği Erksan’ı tanıdığımı anlayınca, daha samimi davranır oldu. Salonda, kütüphanesinin üzerinde yüzlerce ödül duruyor, bir köşede piyanosu ve gitarı… Aile fotoğraflarınıysa piyanonun üzerine koymuş. Çalışma masasının üzerinde yeni projelerinin taslakları var. Duvardaki panoda aldığı notlar… Belli ki bu adamın bir köşeye çekilme gibi bir niyeti yok. O da zaten son nefesime kadar çalışacağını söylüyor.

YENİ NESLE ULAŞMAYA ÇALIŞIYORUM
Yekten konuya giriyorum, “Ne yapsanız dikkat çekmeye çalışmakla itham ediliyorsunuz,” diyorum. Gülüyor. “Ben nasıl Erol Büyükburç oldum biliyor musun?” diyor: “Ezberleri bozarak. Şöhretin üç hali vardır. Sıcak, ılık ve soğuk. Bir önemli hadise yaparsınız, şöhretiniz soğukken ılık olur, ılıkken sıcak olur. Bu yaşına gelip hâlâ şöhretini sıcak tutan kaç sanatçı var?” Şöhret yönetimi konusundaki bu kısa dersten sonra, yeni nesillere ulaşma adına, ilginç çıkışlarıyla kendini hatırlattığını anlatıyor. “Yani o ilginç, çılgın çıkışlarınız bilinçli, öyle mi?” diye sorunca cevap geliyor: “Hepsi bilinçli. Yoksa ben kafayı yemedim herhalde.”

PROJELERİM ÇOK
Büyük projeleri var Büyükburç’un, “Ömrüm yeterse hepsini hayata geçirmek istiyorum,” dediği. Bu projelerin muhatabı da aslında gençler. Peki nedir derseniz bu projeler, ikisini söylüyor. İlki, türkülerle ilgili. Türkülerin yabancı dillerde söylenmesi için müzikal bir altyapı kurmak istiyor “Şimdilerde dünyadaki müzik sound’larını, ekollerini derinlemesine inceliyorum. Modern bir sound’un peşindeyim. Bu sound’un içinde hip-hop, R&B, rap gibi modern formlar var. Gayem dünyanın anlayacağı ve türkülerimizi sevebileceği bir zemin oluşturmak,” diyor. İkinci projeyse orkestralar için neo-klasikler bestelemek: “Dünyada tenorlar, sopranolar eskiden arya söylerdi, bugün neo-klasikler söylüyorlar. Ülkemizdeki tenor ve sopranolar hâlâ arya söylüyor. Çünkü bizim neo-klasiklerimiz yok. Böyle olunca, halkın bu müziği sevebileceği bir zemin oluşmuyor. Ne bu sanatçıların değeri biliniyor, ne de müzik sektörü birkaçı dışında onlara kıymet veriyor. Ben şu sıralar neo-klasikleri besteliyorum.”

BUGÜNKÜ TÜRK POPU ÇOK SIĞ
Yerinden kalkıp, bir CD bulup getiriyor. Bir neo-klasik bestesinin kayıtları, birlikte dinliyoruz. O, 77 yaşında ve hâlâ ruhu genç… Tebessüm ediyor besteyi beğendiğimi görünce. “Bak,” diyor, “Anla beni. Bugün Türk popu çok sığ. Yıllarca ticari kaygılarla, tuttuğu düşünülen tarzlarda şarkı yapıldı. Böyle olunca da müzisyenler kendilerini tekrar etmeye başladı. Bu tekrar da, halkı bezdiren benzer şarkıların ortaya çıkmasına neden oldu. Oysa öyle olmaz. Müziğin kodlarını, yani müzikal olarak gittiğiniz ana yolu değiştirmek gerek. Ama kimse buna yeltenmiyor. Sorumluluğum var. Türk popunu ben kurdum, bu sığlıktan kurtarmak da bana düşüyor.”

NASREDDİN HOCA’YA VEFA
Ya Nasreddin Hoca? Büyükburç’un dünyasında ayrı bir yeri varmış: “Orhan Veli’nin şiirsel olarak yazdığı Nasreddin Hoca fıkraları vardı, küçükken onları ezberlemiştim, annemin kabul günlerinde okurdum. Burada içime nakşoldu Nasreddin Hoca.” Yıllar sonra Nasreddin Hoca’nın bu fıkralarından yola çıkarak bir kukla gösterisi yapmak istemiş. Muppet Show gibi görkemli bir gösteri hem de. Kuklaları kendi yapmış, ama bu projeyi istediği gibi hayata geçirememiş. Yine de işin ucunu bırakmamış. Akşehir Belediye Başkanı durumdan haberdar olunca Nasreddin Hoca Şarkılarıalbümü ortaya çıkmış. İstiklal Caddesi’nde Nasreddin Hoca kılığında dolaşması da bu yüzdenmiş.

KENDİMİ YALNIZ HİSEDİYORUM
Erol Büyükburç 77 yıllık bir ömrün muhasebesini yaptı mı derseniz; işin açıkçası onun öyle dertleri yok. Kendiyle barışık. Acılarını kendi içinde yaşamış, yaşıyor. “Ama kendimi yalnız hissediyorum,” diyor. Bu, yalnızlık duygusunun yaşlılıkla ilgisi yok, donanımıyla ilgiliymiş. “İnsana genleriyle gelen mesajlar vardır. Bu mesajları içinizde hissettiğiniz, iyi okuduğunuz zaman, hayatta nasıl davranılması gerektiği konusunda bir arayış ortaya çıkıyor. O arayışta bir yalnızlık hissediyorsun. Sevgili ya da arkadaş ararken hep bu yalnızlığı hissettim. Metin Erksan’la neden iyi anlaşırdık biliyor musun? O da benim gibi yalnızdı. Zaten yaratıcı bütün sanatçılar bu yalnızlığı yaşamıştır.” “Çığır açan sanatçıların durumunu özetlediniz,” diyorum. “Anlaştık seninle genç,” deyip elimi sıkıyor. “Ama anlamayanlar çok oldu hayatta beni,” diye de ekliyor, hayatı boyunca yenilikçi yaklaşımları karşısında zaman zaman nasıl örselendiğini anlatıyor. Röportajın sonuna doğru yaklaşıyoruz. Final cümlesi istiyorum: “Hayatta cesur olmak gerek. İşim hayal, vizyonerlik. Doğru düşünülmüş, doğru hayal edilmiş bir konu mutlaka kendi zeminini buluyor. Sanatın belli bir şerbeti var. Hayat o şerbeti sana içirmişse, çılgınlık yaparsınız. Hangi sanatçı çılgın değil ki!” Ayrılırken sarılıyoruz. “İyi ki varsınız,” diyorum. Tebessüm ediyor, “Görüşürüz genç, beni takip et,” diyor. Takibe devam Kral!

ERKEKLER RENGARENK GİYİNİYORSA BUNDA BENİM PAYIM VAR
“Şarkı söylemek, beste ve aranjman yapmanın yanı sıra işimin bir de görsel yönü var. Eskiden erkekler smokin ya da frank giyerdi sahnede. Erkek adam renkli giymez diye bir algı vardı. Kıyafette renk devrimi yaptım. Hayatın içinde cesur olmanız gerek. Ben kıyafet devrimi yaptığım zaman modacı falan yoktu. Çılgınca ortaya çıktım. Galatasaray’da terzi Sabahattin Bey vardı. Ona modeller ve kumaşlar götürdüm. Modelleri görünce ‘Bunları mı giyeceksiniz?’ diye sordu. ‘Evet,’ dedim. ‘Ne derler size?’ dedi. ‘Deli,’ derler dedim. Zorlanarak dikti. Sonra ben o elbiseleri giydim. Aradan bir yıl geçti, tekrar gittim kıyafet diktirmek için. Beni görünce ‘Siz ne yaptınız evladım?’ dedi; ‘Herkes bu elbiselerden istiyor!’ Şimdi bakın sokağa, erkekler rengarenk giyiniyor. Cesaret ve delilik iyidir genç!”

YARIM KALAN BİR SÜPERMEN HİKAYESİ
Yerli Elvis, Nasreddin Hoca, arada bir de Süpermen macerası var, bilenler bilir. “Sahi, afişi olup da filmi bulunmayan o Süpermenfilmine ne oldu?” diyorum. Anlatıyor: “Filmi çekecektik, olmadı. Afişi yapıldı, hatta birkaç sahnesi çekildi, ama nihayete ermedi proje. İyi bir film olabilirdi, bir kara mizah örneği olacaktı.” 

Olkan Özyurt 10.08.2013

SABAH

 

 

Türk Popu’nun Süpermeni: THE EROL BÜYÜKBURÇ

25 yıl önce eşi ve kızıyla birlikte oynaması planlanan Süpermen Gangsterlere Karşı filminde Superman olacaktı. O yarım asırı aşkın bir süredir kostümleriyle, başardıklarıyla, en önemlisi de ölümsüz olduğunu düşündüren imajıyla Türk Popu’nun da Süpermen’i. Üstelik bu kez rol yapmıyor, kendini oynuyor. Hayatlar kurtarmıyor belki, ama onları değiştiriyor, renklendiriyor. Ve der ki: Mustafa Topaloğlunu Uzaylı yapan da o, Fecri Ebcioğluna yol gösterip Türkçe sözlü yabancı şarkıları hayatımıza sokan da, Türk popunun mimarı da. Popüler tarihimizin kült ikonu Erol Büyükburçun bugünlerdeki en büyük hedefi ise bir adet Erol Büyükburç Jr. imal etmek. Yani muhtaç olduğu kudret damarlarında hala mevcut.

Beş yaşında bir çocuk. Dadısı onu yıkamış, kurulamış, sonra her zamanki gibi kocaman yastığının üstüne oturtmuş. Burası çocuğun cenneti. Yastığın hemen önünde bir gramofon, onun yanında da çocuğun müzik sevdalısı babasının türlü çeşit plakları var. Küçük çocuk, yaşından beklenmeyecek ustalıkla kullanıyor gramofonu. Plakları koyuyor, p gramofonu kuruyor… Bu sıradışı durumu daha da ilginçleştiren gramofonun hunisinden dışarı süzülerek, hapsedildikleri taş plaklardan firar eden melodiler. Bir veledin büyük bir adam gibi huşu içinde klasik müzik dinlediği nerede görülmüş!

Halep’te Cenup Hattı Başveznedarı olarak görev yapan Sufi Bey’in oğlu böyle enterasandı işte. Büyüdüğünde de bu enteresanlığını muhafaza etti üstelik. Sanat yaşamında hep ilklere, yeniliklere imza attı. Ardından uzunca bir süre unutulduğu bir dönem geldi, yalnızca ailevi “özelleriyle” gündeme geldi. Ama sonra modern ve kirlenmiş zamanlarda – onun enteresanlığından rant sağlanabileceğini keşfedenler sağolsun – yeniden hatırlandı. Reklamlarda, filmlerde, tv şovlarında boy gösterdi, rating ve imaj umutlarını ona bağlayanları hiç mi hiç mahçup etmedi. Kafasını bozdular, şöyle dedi.

Karşınızda saksı yok sizin, Erol Büyükburç’um ben.”

Bugün yetmiş yılı devirmiş bir çınar o. Ama her adımında hala dikkat çekmeyi beceriyor. Bazen bilinçli (bknz. Petek Dinçöz’ün program ekibince icat edilmiş tüp bebek meselesi) bazen de bilinçsiz (bknz. Küpe meselesi. Canlı yayında sunucu kızımızın küpesi şarkısını icra etmekte olan Büyükburç’un mikrofununa takılır. Büyükburç farkında olmadığından mı, yoksa şarkısını kesmeye gerek görmediğinden bilinmez, hanım kızımızın suratı göğsüne yapışık şekilde şarkısını tamamlar. )

Kartal’daki evinin salonunda duran koşu bandı ve bisiklet Büyükburç’un kendine nasıl baktığı konusunda önemli ipuçları. Yetmiş yaşında ama Uluç’tan da, benden de dinç görünüyor. Üstelik tüp bebekle ilgili kontroller sırasında kendisinden sperm alındığını söylediğinde Süpermen’liği bir kez daha tasdik ediliyor. Karizma derseniz: National Geographic’in kaşif/fotorafçılarına benzemek adına saç/sakal fora dolaşan Uluç’un ulaşmaya çalıştığı karizmaya, Büyükburç bir iki defa gidip gelmiş görüntüsü çiziyor. Hem de sanırım, perukla.

Buraya kadar mevzu bahis ettiklerimiz onun imajıyla, dış görüntüsüyle, şov yönüyle ilgili şeyler. Ama bunların yanı sıra daha az bilinen bir Erol Büyükburç var: üretken ve sanatçı Büyükburç. Zamanında kendi giysilerini tasarlayan Büyükburç bugün pek çok kulvarda koşuyor: Büyükburç the besteci, Büyükburç the yorumcu, Büyükburç the ressam (dört sene resim eğitim almış), Büyükburç the kuklacı, Büyükburç the yazar…

Erol Büyükburç hala müzikler üretiyor. Elinin altında “hadi” dediniz mi albüm olacak bir sürü çalışma var. Yunus Emre yorumları, İstanbul semt güzellemeleri, Türkü-pop denemeleri gibi, Türk popuna eklemlendirmek istediği 15 ekol.

Bize yaptığı resimleri gösteriyor Büyükburç. Kuklalarının yalnızca fotoğrafını görüyoruz ama resimlerinden (en azından gördüklerimden) daha usta işi oldukları hemen belli oluyor. Önümüzdeki sehpada kalınca bir kitap dosyası var. İçinde Büyükburç’a ait binlerce vecizeler, özdeyiş, atasözü var.

Sizinki farklı, sıradışı bir sanat yaşamı. Sırrınız neydi?

Öngörüleriniz ve sezgilerinizle yolunuzu çizmek çok önemli. Bütün dünyadaki kurguları, her türlü melaneti ve iyiliği o şekilde daha iyi sezebiliyorsunuz. Ben bütün işlerimi bu öngörü sistemi üstüne inşa ettim. Bu yüzden hep başım derde girdi. Arkadaşlarımın statükocu, durağan duruşlarının faylarını yerinden oynatan adam olmuşumdur hep. “Mecbur muyuz bu kadar Amerikan, İtalyan, Fransız şarkıları söylemeye? Kendimiz bizden bir şeyler yapamaz mıyız?” diye sorduğumda Şerif Yüzbaşıoğlu’na bana, ‘Onlardan iyi mi yapacaksın,’ diye karşılık vermişti. Hemen İngilizce sözlü şarkılar yaptım. Türk Pop Müziği’ni yaratan açılımların ilkiydi bu. Üç yerli elementi bir arada kullanmıştım: ezgi, yorumcu, orkestra. Sıra ikinci açılıma, yani dördüncü elementi de eklemeye gelmişti: Türkçe söz. Bunları hepsini önce gözümün önünde canlandırıyordum. Bilinçsiz, el yordamıyla bir gidişin ürünü değildiler.”

Spritüel mi yoksa bilimsel bir süreç miydi bu?

Spritüel ama sonra bilimsele dönüştürüyordum. Düşünceleri elle tutulur hale getirmek onları yapıt halinde ortaya koymak anlamına geliyordu çünkü. Tasarımları trans halinde bir duruşla gerçekleştiriyordum ama.

Sıradışı kostümlerinizle bir devrim yaratmıştınız…

Yaşadığım dönemde siyah bir zemin vardı. Ben o siyah zeminde çok sıkıldım. Buna bir tepki olarak bütün renkleri kullanmayı ve özgürce kullanmayı öne çıkartmak istedim. Ve şaşırtıcı eylemime başladım. Arkadaşlarımın uyarısı olmuştur, “Erolcum bu kadar değişik, absürd şeylere girme, aklı başında sınırlarda kalmaya çalış.” Hiçbirine kulak asmadım. Aklıma esen her şeyi yaptım. Yirmi tane elbise yapıp İstanbul’dan önce Anadolu turnelerinde deniyordum, seyircinin reaksiyonuna göre hangi elbisenin tutacağını, ne zaman, nasıl, ne kadar kullanılacağını belirliyordum. Hiç unutmam uzaylı bir elbise yapmıştım. Fethiye’de bir konserde deneyeyim dedim. Halk dona kaldı, ağızlarını açmış garip garip bakıyorlardı ne oluyor diye. Böyle olduğunda mesela geri çekiyordum kostümü. Kullanmayacağım demek değildi bu tabi. Daha uygun bir zamanda ve ortamda giyilmek üzere diye not alıyordum. Giyilen kostümlerin toplumun ruhsal kabullenişini kazanmış, onayını almış olması gerekiyordu.

Her sezona en aşağı otuz kırk tane elbise yapıyordum. Aldığım parayı oraya veriyordum. Sırf insanların çeşitlilik anlayışını geliştirmek, sahneleri daha renklendirmek için yapıyordum bunu. Yalnızca sesleri değil, renkleri ve çizimleri de çoğaltarak polifonik anlayışı zenginleştirmek istiyordum. Çok da etkili oldu bu. Birçok modacının etkilendiğini düşünüyorum. Bunlar da modern Türkiye’nin adımları sayılırlar.

Sizin kendinize örnek aldığınız birileri var mıydı?

Yurtdışındaki sanatçıların ne giydiğini, yabancı moda dergilerini takip ediyordum ama “özde ulusal, biçimde evrensel” sloganıyla hareket ederek kendi özgün sentezimi yaratıyordum ben. Çok derinlikli çalıştım. İmaj maker’lar uğraşıp bir şeyler yapıyorlar ama benim durumunda olay bir insanın kendi özgün kimliğinin her yönden dışavurumuydu. Vücut dilimi, mimiklerimi, sahne konuşmalarımın hepsini tasarlardım. Başlı başına bir ortaya çıkış, başlı başına fenomendi benimki. Abartılı geliyordu bazılarına belki ama ne olursa olsun bir değişimin düğmesine basmıştım.

Anlattıklarınız bir başka ismi çağrıştırdı bana: Zeki Müren. Onun da sizin gibi devrimci bir misyonu vardı değil mi? Akıl almaz kostümleri vardı onun da…

Bu konuda onunla birlikte atbaşı gidişimiz olmuştur. Kendimce ölçmüşümdür, Zeki beyin olağanüstü bir zekası vardı. Bursa’da yetişmesi, İstanbul’daki akademik eğitimi onda daha farklı bir refleks geliştirmişti. Ama dünyanın genel geçer sınırına değil de, daha çok içbükey, Türkiye’nin bizzatihi kendisine yönelik bir duruştu onunki. Benim kıyafetlerimde ise daha evrensele açılma teyamülü ve dürtüsü vardı. Müziğimizden de anlaşılıyor zaten. O klasik Türk müziği icra ediyordu, bense birçok dilde şarkılar söylüyordum. Ve dünya bugün neredeyse orada olmak isteyen bir Türk birey olarak hareket ediyordum.

Ama onun kostümleri sizinkine göre daha feminen çizgiler içeriyordu sanırım. Maskulen imajınız yüzünden sizin böyle bir özgürlüğünüz yoktu. Yanılıyor muyum?

Tabi, tabi. Ama benim de bazı giysilerim feminen çizgiler içerdiğini gördüm. Bazı arkadaşlardan bu konuda uyarı da aldım. Senin erkeksi çizgilerini ihlal ediyor, sana göre değil, fazla frapan şeklinde. O uyarıları dikkate aldım tabi. Almasaydım belki hanımlar tarafından bu kadar sevilmeyebilirdim.

Zeki Müren’in o feminen duruşunun o zaman da farkındaydınız değil mi?

A, tabi gramı gramına. Kendisiyle dostluğum vardı beni sever, benim olduğum yerlere severek gelirdi. Benim evrensel tavrımdan bazı alıntılar yapmak için gözlem yaptığını biliyorum. Çünkü onda olmayan bir şeydi bu. Ben de ondan yararlandım aynı şekilde. Zeki bey de elbiselerini kendi tasarlardı. Çok zengin bir ruhu vardı. Belki şiirleri aman aman şiirler değildir ama şiirler dokunuşlar içerir, bir şiiriyet vardır. Prozidi, diksiyon harikaydı. Belki biraz abartık söylerdi ama o abartısında bir hoşluk vardı, kendine mal etmişti.

Büyükburç perdesiz olan cümbüşe gitar sapı taktırarak bu klasik çalgıyı nasıl perdeli hale getirdiğini anlatırken bir noktayı “şöyle şöyledir,” diye açıklıyor, kibarlığından da sonuna “malum aliniz” diye eklemeyi ihmal etmiyor. (Oysa elbette böyle bir malumatım yok benim.) Ama bu iki kelime ağzından dökülür dökülmez gülmeye başlıyor. “Fevkaladenin fevkinde, der gibi ben de,” diyor. “Son zamanlarda böyle şeyler söyleyince gırgır geçiyormuşuz gibi oluyor,” diye ekliyor. Bülent Sultan’ı ve ona has Osmanlı edasını anıp birlikte gülüyoruz. Arkasından kaldığı yerden devam ediyor ama ilk cümlesi gayet bilinçli bir şekilde, “Beyefendi muvafakat ettiler,” oluyor. Yine basıyoruz kahkahayı. “Böyle anlatmaya devam edeyim istersen”, diyor, “bir diferans olur.” Ve diferans’ı espri niyetine kullanmıyor.

Devrim yapma konusunda kendi üstüne kimseyi tanımıyor Büyükburç. Oturmuş hesaplamış, tam 27 devrim yapmış bugüne kadar. Yapılmayı bekleyen bir çok devrim projesi de hali hazırda kafasında hazır. Bunları sıralı olarak yazdığı bir kağıt veriyor bana. Bakıyorum devrimlerin sayısı 27 değil, 32 orada. E, bir yerden sonra devrimler devrimleri doğuruyor demek ki…

27 devrim, 15 ekol, 3000 kadın… Yaptıklarınızı rakamlarla ifade etme gibi bir titzliğiniz var. Nereden kaynaklanıyor bu?

Kendimi şevklendirmek açısından bunun üstünde önemle duruyorum. Çünkü hepsinin üstünde yoğun düşünceler sarf ettiğim için es geçilmelerini istemiyorum. Sadece bir şeyler yapılmış değil, kaç şey yapılmış, gerekçeleri nelerdir, bilinmeli. Bu vurgular önemli. Yaptığınızı sayısal olarak belirlemediğinizde yaptıklarınız güme gidiyor. Bakın bana bir ara popstar diyorlardı. Hayır, efendim, ben popstar değilim, ben Türk Popu’nun mimarıyım. Kralmış, imparatormuş, süpermiş, megaymış, insanlar bu laflarla birbini aldatmasın. Süper demek için hangi vasıflara haiz olunması gerektiğini bana sorsunlar. İki estetik ameliyat geçirerek, üç tane de şarkıyı doğru söylediğinde süper olmaz insan yani. Başkalarının bestelerini söyleyerek megastar olunmaz. Onun için bir sürü özelliğe sahip olmak gerekir. Birçok şeyi bir arada yapabilmeli. Mesela Kayahan kendince güzel söz beste yapıyor, ama sahne performansı, görüntü ayrı bir olaydır.

Türk Popu’nun mimarıyım diyorsunuz ama buna kızacak, kırılacak, kendisine haksızlık yaptığınızı düşünecek isimler olmayacak mıdır?

1951-52 galiba, Fecri Ebcioğlu bana geldi. Yeni yeni şarkı söylemeye başladığım dönem. Ben bir takım ön hazırlıklar içindeydim. Nat King Cole’un Fascination’ına ve Johnny Mathis’in Starbright’ına Türkçe sözler yazmıştım. Gitarımı aldım onları Fecri’ye çaldım. Fecri bir köşede oturup sessizce dinledi beni, sonra “Tamam, ben yolumu buldum. Bunu yapacağım,” dedi. Ben de döndüm, “Fecri ben bunu yapmak istemiyorum, bu senin branşın olsun. Ben sözü, ezgisi, yorumcusu ve orkestrasyonu bize ait olan şarkılar yapmak istiyorum,” dedim. O bu konuda başarılı olunca, Sezen Cumhur Önal da bu işe girdi. Türkçe sözlü yabancı şarkılar Türk Popu’nu insanımıza alıştıran olumlu bir yörüngedir. Ama onun da ilk mucidi benimdir. Bu hadisenin böyle gerçekleştiğine sizi şerefim üzerine temin ederim. Aynıyla vaki.

Büyükburç’un popüler tarihin akışına yön veren kritik dokunuşlarının bununla sınırlı olmadığını öğreniyoruz. Özay Gönlüm’ün ünlü üçlü sazı Yaren’in de fikir babası olduğunu söylüyor Büyükburç. Recep Kaymak’ın eşinin doğum gününde mutfak masasına çizmiş Yaren’in planını. Kendisi de çift saplı gitar peşindeymiş o zamanlar, o arayışın ilham verdiği bir proje olmuş Yaren. Asıl bomba arkadan geliyor ama.

Gülhane Etkinlikleri sırasında Mustafa Topaloğlu, Erol Abi’sinin yanına yaklaşıp sorar:(buradan sonrasını okumayın, bırakın Mustafa Topaloğlu kareleri bir film şeridi gibi geçsin gözünüzün önünden ve alıştığımız üslubuyla dile gelsin!) “Ya, Erol Abi şöhret biraz zor taşınıyor, bunu ayakta tutmak için ne yapmamız lazım?” Büyükburç tüm bilgeliğiyle , yanıt verir: “Uzaylıyım de, çık!” Hikayenin gerisini biliyorsunuz.

Onun gibi yüz elli tanesini daha yaptım yani. Türk Popu’nun mimarıyım dememin bir nedeni var. Bazı şeyleri de söylemek zorunda bırakıldım. Aslında tevazu çizgisini daima yaşatmak üzerine eğitim almış, tevazu insana daha çok yakışır düşüncesinde bir insandım ama hal böyle olunca hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır deyip saldırıya geçtim. Ama ben tevazu göstermiş olmasaydım, Türk Popu’nun mimarı olduğum gerçeği güme gidecekti. Bunları söylemediğiniz taktirde hakkaten sizi yiyorlar. David Carradine’ın Sessiz Flüt filmi geliyor aklıma. Oradaki mağara sınavında olduğu gibi: Hepimiz birer maymunuz ve birbirimizi kuşatırız. Güçlü olanın sözünü dinleriz. Ama daha az güçlü olanlar onu alaşağı etmek, onun sırtına binmek için uğraşır. Hikaye bu.” (Yine bir kahkaha patlatıyor.Hatırlayıp araya kattığı bu anekdot onu çok memnun etti sanırım.)

Sinemayla haşır neşir olduğunu anlamak için böyle bir ipucu vermesine gerek yoktu aslında. Evin içinde iki ayrı yerde DVD tomarları çarpmıştı zaten gözüme. Bir ara sordum sinemayla aranız nasıl diye. Çok severmiş. Günde en az iki üç film seyrederim, diyor. Filmlere baktım, içlerinde Hong Kong aksiyon sinemasından örnekler ve önümüzdeki günlerde vizyona girecek bazı yeni filmler vardı. İnşallah, ispiyoncu durumuna düşmüyorum ama gazetecilik misyonumu yerine getirmek için söylüyorum: evet, filmler korsandı. Bir de genel kültür adına malumatfuruşluk yapayım. Büyükburç 20’den fazla filmde boy göstermiş bugüne kadar. Hele kendisinin Süpermen olduğu bir afiş var ki tadından yenmez. Rahmetli eşi Emel Büyükburç ve kızı Emel ile 25 yıl önce oynadığı bu filin adı ise Süpermen Gangsterlere Karşı.

Sanatçı olarak notunuzu tahmin edebiliyoruz, ama baba olarak kendinize not verseniz… (Büyükburç bütün kızlarına aynı yakınlığı göstermediği konusunda eleştirilmiştir hep. Rahmetli Ajlan’la dargın oldukları, evlilik dışı bir kızına da gereken alakayı göstermediği bizim de magazinden okuyup öğrendiğimiz şeylerdi. Ajlan’ın kardeşi Jeyan’ın Uluç’un ilkokul arkadaşı olduğu ortaya çıkıyor bu arada. Uluç, Büyükburç’tan Jeyan’ın numarasını alıp röportaj çıkışında telefon ediyor. Uluç, “Babandan aldım telefonunu,” deyince, Jeyan, “Aa, benim telefonun var mıymış onda,” diyor.)

Dünyaya gelmiş en iyi babayım aslında. Ama benim ölçütlerim var. Babaya gereken yakınlığı, saygıyı, ahlakı gösterişteki kusurları affetmeyen bir babayım. Misyon sahibi insanları diğer insanlarla aynı kefeye koymamanız lazım. Misyon taşımak ağır bir yüktür, bu kişileri normal baba değerlerini kıstas alarak yargılayamazsınız. Misyonun ne olduğunu ancak yaşayan bilir. Şimdi bir Beethooven’ı, bir Mozart’ı babalık konusunda, yaşayışı konusunda yargılayamazsınız. Yaratıcı insanın yaratırken gözü hiçbir şey görmez. O derin bir boyuttadır. Ben sıradan adam değilim ve sıradan adam kriterleriyle değerlendirilmeyi kabul etmiyorum. Onun için beni yargılayanlar yanılırlar. Ben yine de elimden geldiğince insansı iklimimi hep yaşatan bir insanımdır. Ama genelde sanatçıları hep suçlamak, aşağılamak isterler. Çünkü onun normal insanları aşan yanlarını yok etmek, onu alt etmek istiyorlardır.

Bir ara 3 bin kadınla birlikte olduğunuzu söylemiştiniz, rakam arttım mı o günden bu yana?

(Gülüyor.) Yok, artmadı.

Evlilikte sadakati savunuyorsunuz o zaman. Peki evlilik konusunda Esquire okurlarına önerileriniz olacak mı?

Bence evlilik yaşı erkek için 35 ile 40 arasıdır. Erkek oraya kadar tecrübe edinmelidir diye düşünüyorum erkek.

Bu durum kadınların evlenmesini zorlaştırmaz mı? O yaşa kadar “tecrübe” kazanan erkeklerin evlenmek için bakireliği şart koşması görülmedik bir şey değil çünkü.

Kadın evleneceğim dedikten sonra koca bulur. Erkeklerin o hareketini de son derece yanlış buluyorum. Mazide yaşananlar tamamen kişinin kendisine aittir. Hem eskileri düşünüp niye kendime eziyet edeyim ben? Bana karşı sorumlulukları evlilikten sonra başlar kadının. Eski defterler kapanmıştır benim için. Modern dünya böyle olmalıdır bence.

Fotoğraf çekimine geçiyoruz. Uluç “müthiş” bir fikirle çıkageliyor. Büyükburç’u televizyondaki kendi görüntüsüsünün yanında çekmek. Büyükburç’un konuk olduğu Petek Dinçöz sabah programının kayıtlarını oynatıyoruz DVD’den. Büyükburç huşu içinde poz veriyor bize. Onu gençliğinde sahnede izleme fırsatı bulamadık ama biraz hayalgücüyle bunn nasıl bir deneyim olduğunu tasavvur etmemiz artık mümkün. Çekimler arasında birkaç soru daha sormayı düşünüyorum ama beni duymuyor bile Büyükburç. Bakıyorum, tüm dikkatini vermiş televizyondaki Erol Büyükburç’u izliyor. Sanki televizyondaki adamı ilk kez görmüş gibi inceliyor. En sevdiği programın karşısına geçmiş bir çocuk gibi o anda. Daha doğru bir benzetmeyle hayranı olduğu bir insanın hipnotik etkisi altındaki bir mürit gibi…

TERSNİNJA

 

Erol Büyükburç Kimdir?

Erol Büyükburç, 22 Mart 1936 tarihinde Adana’da doğdu.

Müzik hayatına 1961′de ‘‘Little Lucy’’ adlı bestesini plak yaparak başladı. Balkan Festivali’nde ‘‘En İyi Şarkıcı’’ ödülünü aldı. Uzun yıllar Efsaneler Orkestrası ile çalıştı. 1975′de Emel Büyükburç ile evlendi. İki yıl sonra Evren adını verdiği bir kızı oldu. İlk defa Türk Hafif Müziğine müzikal film çevirdi.

28 film, 20 fotoroman, 6 taş plak, 5 long play, 75 tane 45′lik, 9 kaset, 200′e yakın ödül, 1800 beste, sayısız gazino çalışması ve bir o kadar da turneye katıldı.

75 kadar 45′lik ve beş adet LP’si olan sanatçının çevirdiği filmlerden bazıları: Berduş, Kızılcıklar Oldu mu?, Yasemin, Kurban Olayım ve Oldu Olacak.

Bir gönderi yayınlayabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir. Giriş