“Orucun başlaması için gündüzün iyice bastırması lazım.”

0 Yorum

Toplumumuzun birlik, beraberlik, yardımlaşma ve dayanışma duygularının pekiştiği bir Ramazan Ayı’nı geride bıraktık. Ramazan Ayı boyunca, Diyanet’in takvimindeki sahur saatine yapılan itirazlarla “Oruç fazla mı tutuluyor?” tartışmaları gündemi günlerce meşgul etti. İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Abdulaziz Bayındır’ın, Süleymaniye Vakfı’ndan çıkan Ramazan takvimi ise Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanı Ekrem Keleş ile aralarında tartışmalara neden olmuş, televizyon ekranlarında günlerce süren diyaloglar yaşanmıştı. Röportajlık ekibi olarak geçtiğimiz Ramazan ayında halkın aklına takılan “Fazla mı oruç tuttuk?” sorularını aydınlatmak amacıyla, tartışmanın odağı iki taraftan bağımsız olarak İhsan Eliaçık’a bu konudaki görüşlerini sorduk. Oruç sürelerinin yanı sıra önümüzdeki Kurban Bayramı’na ilişkin görüşlerini de aktaran Eliaçık ile, İslam’ın emperyalizme bakışı ve İmam Hatip Liseleri ile İlahiyat fakültelerinin eğitimine dair birçok konuya değindik. Röportajımız sizlerle…

 

Röportaj: Sinem Hançerigüzel – Enis Derdimentoğlu

 

Sinem Hançerigüzel (SH): Abdulaziz Bayındır’ın sahur saatine ve orucun fazla tutulduğuna itirazları var. Bu konuda Diyanet’le farklı görüşlerde açıklamaları oldu ve Diyanet’ten de buna dair cevaplar geldi. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz, hangi tarafın fikrine katılıyorsunuz?

İhsan Eliaçık (İE): Benim bu konudaki görüşüm Diyanet’in ya da Abdulaziz Bayındır’ın söylediğinden biraz daha farklı. İbadiler var İslam tarihinde. İbadi mezhebinin görüşüne yakın görüşlerim. O da gündüz iyice belli olduktan sonra oruca başlamak. Şüphe bittikten sonra “Acaba gündüz başladı mı yoksa başlamadı mı, henüz daha karanlık var, biraz ortalık açıldı, gece devam ediyor” gibi tereddütler pencereyi açıp baktığımızda iyice giderildiğinde, “Alenen gündüz başladı.” dendiği andan itibaren oruç tutmaktır. Bunu saate bağlamak, matematiksel bir saat belirlemek doğru değil. İnsanlar Kur’an’da yazdığı gibi pencereyi açacaklar, gündüzün başladığına kani iseler, apaçık şekilde güneş yükselmişse başlayacaklar.

“Sahur vaktinde ‘Gündüz olmuş, bir lokma alırsam yandım ben’ gibi bir şey yoktur.”

SH: Tamamıyla aydınlık olduğunda yani…

İE: Tam aydınlık, iyice aydınlık olduğunda oruca başlamalıdırlar. Kur’an-ı Kerim’de “Siyah iplik beyaz iplikten ayırt edilince başlayın.” diyor. Orada bu sözden maksat gözün, siyah ipliği ve beyaz ipliği görme halidir. Aydınlık başlamış olması lazım dışarıda. Bu da gündüzün iyice başladığını hissettirir bize. Hafif karanlık olmaz yani. Gündüz iyice başlayınca kadar da yenilip içilebilir. Oysa Diyanet’e göre 3.30’da insanlar sahur yaptırılıp yatırılıyor. Abdulaziz Hoca biraz uzatıyor bunu; fakat o da bunu sonuç olarak takvime bağlıyor.

SH: Siz iki fikre de tam olarak katılmıyorsunuz.

İE: Ben iyice gündüz olunca başlaması gerektiğini düşünüyorum, ben öyle yaptım zaten. Bu çok önemli bir şey değil. Bazen kalkıyorum ben, sabah olmuş belli, gündüz var dışarıda. Yiyorum, içiyorum buna rağmen ve başlıyorum. “Aman gündüz olmuş, bir lokma alırsam yandım ben.” Yok böyle bir şey yani. Haa, iftar açılırken de karanlığın iyice bastırması gerekir, emin oluncaya kadar. İmsakın da yani orucun da başlaması için gündüzün iyice bastırması lazım, emin oluncaya kadar.

 

“Oruç karanlık iyice bastırdığı zaman açılmalı.”

 

SH: Siz de biraz değindiniz; ama bu konuyu açmak istiyorum. Sahur vaktiyle ilgili bir tartışma var; ama iftar saatiyle ilgili herkes mutabık gözüküyor. Siz akşam ezan okunduğunda değil tam olarak karanlık bastırığında, yani nasıl tam olarak aydınlandığında oruca başlanması gerekiyorsa akşam da tam olarak hava karardığı zaman orucun açılması gerektiğini söylüyorsunuz anladığım kadarıyla. Şu anki iftar saatinde bir yanlışlık var mıdır öyleyse?

İE: Siyah iplik ve beyaz ipliği ayırt edemez hale geldik. Baktığınızda görünemiyor. İftar saati ezanla da olabilir. Yani yarım saatlik bir akşam olma dönemi var, gündüzün ve gecenin oluşum kanunları böyle. Yarım saatte gündüz oluyor, yarım saatte gece oluyor. Şimdi bu yarım saatin başında mı, ortasında mı, sonunda mı duracağız? Bu insanlara göre değişir. Ben en sonda durmalıyız diye düşünüyorum. Gündüz iyice başladığı zaman oruç başlamalı ve karanlık iyice bastırdığı zaman da açılmalı.

 

Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanı Ekrem Keleş

“Sabah oluncaya kadar, gün ağarıncaya kadar yenilip içilebilir.”

 

Enis Derdimentoğlu (ED): Diyanet’in sahur saati ile Süleymaniye İmsakiyesi arasında 1 saat 15 dakikalık bir fark var. Bu fark çok büyük bir uçurum. İnsanların Diyanet’in saatinde kalktığını düşünürsek, Süleymaniye İmsakiyesininkine göre uzun süre daha yiyip içebilir. Diyanet bu yanlışı düzeltme yoluna neden gitmiyor sizce?

İE: Diyanet’in yaptığı yanlış, Abdulaziz Hoca’nınki doğruya daha yakın. Gece 3.30’da ezan okunuyor. “Herkes yeme içmeyi kesecek. Eğer yemeye devam ederse oruç bozulur.” gibi bir algı var. Bu çok yanlış. Sabah oluncaya kadar, gün ağarıncaya kadar yenilip içilebilir. Sabah ezanından sonra da yenilip içilebilir. Şimdi onun böyle noktasal bir saati yok. Diyanet devlet kurumudur, hantaldır, içtihat yapamıyor, yeni görüş geliştiremiyor. Abdulaziz Hoca vakıfta çalışıyor, daha yalnız, ani ve yenilikçi fikirler geliştirebiliyor, süratli çalışıyor. Ama Diyanet’te bir görüş çıkması için bir ay geçmesi lazım. Eski görüşleri devam ettiriyorlar. “Millet böyle alıştırılmış, bozmayalım.” diyorlar.

 

SH: Toplumun tepkisinden çekinme durumu olabilir mi?

İE: Toplumun tepkisinden çekinmesine gerek yok ki. Diyeceği şudur: Şimdi bir gece 3.30’da ezan okunuyor, bir de 5.30’da sabah ezanı okunuyor. İmsak ezanına gerek yok. Sabah ezanıyla başlasın millet oruca. Seher vakti sabah ezanıyla başlayabilir millet orucuna. Onu esas alsın bari Diyanet. Sabah ezanını bile esas almıyor. Sabah ezanının esas alınması sorunu çözüme yaklaştırır.

 

SH: Peki Bakara Suresi 187.ayette bu konuda tam olarak ne söylüyor? Tam ifade ve anlamı nedir?

İE: İşte bu siyah iplik beyaz iplik meselesini söylüyor. Zaten Kur’an-ı Kerim’de oruç dört yerde geçiyor. Koskoca Kur’an-ı Kerim’de oruç dediğimiz olay dört yerde geçiyor. Bakara 183, 184, 185 ve 187. Topu topu hepsi bu işte. 186’da bir ara ayet var. 187’de “Gecenin karanlığından tanyelinin aydınlığı fark edilinceye kadar yiyin, için.” diyor. Yani “siyah iplik beyaz iplikten ayrılıncaya kadar” denilen kısmı ben bu şekilde açıkladım. Benim yaptığım çeviri bu. Sonra “Akşama kadar oruç tutun. Bunlar Allah’ın koyduğu sınırlardır. Bunları çiğnemeyin.”, “Hasta olanlar, yolcu olanlar, takat getiremeyenler yoksul doyuracak.” Bunları söylüyor. Bütün bu İslam ümmetinin 13 asırdır “Sakız orucu bozar mı, bozmaz mı?” diye tartıştığı şey bu kadar. Ramazan’la beraber ekranları doldurup “Kulağımdan su kaçtı, orucu bozar mı?”, “Sakız çiğnedim, orucu bozar mı?”, “Oje sürdüm, orucu bozar mı?” diye bayıla bayıla tartıştığı şeyler bu kadar: 4 ayet. Her şey açık ortada.

 

“İnsanlar niye oruç tuttuklarını bilmiyorlar.”

 

ED: Bu soruların bu kadar uzamasının, sakızla ilgili soruların bile senelerce sorulmasının sebebi nedir sizce?

İE: İnsanların dinlerini ciddiye almamaları. Orucu alışkanlık olarak görüyorlar. Niye oruç tuttuklarını bilmiyorlar. Ayetin başında diyor ki “Sizden öncekilere oruç farz kılındığı gibi sizlere de farz kılındı.” Her dinde oruç var.

 

“Oruç, sosyal boyutuyla açlığı ve yoksulluğu gündemimize taşır.”

 

ED: İslamiyet öncesindeki dinlerde de var mıydı?

İE: Vardı. İnsanlık tarihi boyunca vardı. Orucun bir sosyal boyutu vardır bir de psikolojik. Psikolojik boyutu kendimizi tutmak, arzularımızı denetlemek, kendi irademizle kendimizi yönetmeyi becermektir. Bunu bize öğretir. Sosyal boyutundaysa açlığı ve yoksulluğu gündemimize taşır. Önemli olan budur. Der ki “Yeryüzünde açlar ve yoksullar var ve siz buna aldırış etmiyorsunuz. 11 aydır hiç dönüp bakmadınız mahallede aç, yoksul var mı diye. Bunun ne olduğunu göreceksiniz.” der ve her yıl açlığı ve yoksulluğu gündemimize taşır. Yeryüzünde açlığın ve yoksulluğun bitmesini ister. Her yıl tekrar tekrar bize hatırlatır. Eğer yeryüzünde insanlar arzularını denetleyebilse, kendi kendini yönetebilse, aç ve yoksul hiç kalmasa oruç tutmaya da gerek yoktur.

 

SH: Çok tartışılan ve halkın çoğunun da tam olarak bilmediği kavramlar kullanıyor sahur saatiyle ilgili. Fecri kazip, fecri sadık terimleri ne anlama gelir?

İE: Bunlar daha çok fıkıh kitaplarında geçen tabirlerdir. Fecri kazip “yalancı doğuş” demektir. Fecri sadık da “doğru olan doğuş” demektir. Fecri kazip, sabahleyin gündüzün nasıl olduğuna bakarsanız yarım saatlik sürede gündüzün olduğunu görürsünüz. Dünyanın güneş etrafında ve kendi etrafında dönmesinden kaynaklanan, ayın da güneş etrafında dönmesinden kaynaklanan bir durumdur bu. Astronomik bir durum. Yarım saat içerisinde önce ufuk yerinde bir aydınlık belirir, sonra kaybolur. Fecri kazip diye buna denir. Bir doğuyor, sabah oluyor zannediyorsun; ama biraz sonra gidiyor. “Geçici doğuş” anlamındadır. İkinci ağardığında ise bu kez gitmez. Yavaş yavaş ortalık iyice aydınlanır. Ufkun bulunduğu yerden başlar, güneş doğdukça güneşin etrafında dönme hareketinden kaynaklanarak ortalığı beyazlığın kaplaması ve gündüzün olması süreci vardır. İkinci görünümünden itibaren o beyazlık bir daha gitmez. Buna da fecri sadık denir.

 

“İnsanlara bir vakit tayin edip, talimat vererek bir saat ilan etmek doğru değil.”

SH: Şunu da sormak istiyorum: Tüm tartışmalar boyunca belli astronomik derece hesapları konuşuldu. Hatta Abdulaziz Bayındır canlı yayında bahsedilen beyaz iplik siyah iplik konusunu göstererek anlattı. 20.yüzyılın başlarında Ahmet Muhtar Paşa -18 derece olarak belirliyor sahur saatini. Hüseyin Atay’ın bu konuda tabii gözlemlere dayalı sonuçları var. Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanı Ekrem Keleş ise hiçbir İslam ülkesinde -9 derecenin kabul edilmediğini söylüyor Abdulaziz Bayındır’a cevap olarak. Yani birçok isim farklı farklı hesaplamalara dayandırıyor tezini. Sahur vakti veya imsak vakti ya da diğer tabiriyle ezan saati neye göre, nasıl hesaplanıyor? Astronomik ölçütler mi baz alınmalıdır?

İE: Çıplak göz esas salınmalıdır. İnsanlara bir merkezden “-9 derece, şu derece” diyerek bir vakit tayin edip, bunu devlet eliyle talimat vererek ilan etmek doğru değil. Herkes kendi çıplak gözüyle cevap vermeli. Pencereni açıp bakacaksın, bu kadar basit. Beyaz ipliği siyah iplikten ayırabildiğinde başlayacaksın. Seninki 15 dakika ileride, öbürününki yarım saat geride olabilir. Hepsi tek vakitte olacak diye bir şey yok. İnsanlar yavaş yavaş kalkarlar, bakarlar ve gün başlamışsa oruca başlarlar. Ezan bittiği an oruca başlatmak askeri disiplin oluyor. İbadeti böyle askeri disipline sokmaya gerek yok. Camide bile toplu komutla tesbih çekiliyor mesela. Herkes “Elhamdülillah” diyor, “Subhanallah” diyor 33 defa, 34 olmayacak. Bunlar peygamber zamanında yoktu ki. İbadeti komutla ve askeri disiplinle yaptırmak doğru değil.

 

SH: Dini ritüellerin, toplum nezdinde düzene oturtulması istenirken çok sıkı mı tutulduğunu mu düşünüyorsunuz?

İE: Evet. Buna gerek yok. Düzenli olsun diye, herkes aynı zamanda başlayıp bitirsin diye. Peygamber zamanında bu kadar sıkı değildi, bireysellik daha ön plandaydı. Beş komşudan beşinin oruca başlama zamanı ayrı ayrı olabiliyordu. Biri biraz daha yiyor, “Karnım doymadı, yiyeceğim.” diyor. Öbürü pencereyi açıyor, “Başlamış.” diyor ve oruca başlıyor. Biri 15 dakika önce yatıyor falan. Şimdi disipline alma adı altında, teravih namazını disipline alma, orucu disipline alma altında komutla başlayarak tek bir vakit tayin etme ve herkesi ona uydurma… Bunların hepsi sonradan çıktı.

 

ED: Peki sizce bu disiplin sadece bizim ülkeye mahsus bir şey mi diğer ülkelerde de var mı?

İE: Bizde biraz daha fazla. Araplarda pek yok mesela. Onlar daha serbest. Bizim camilerde de böyle disiplin var.

 

SH: Türkiye ile diğer ülkelerin uygulamalardaki benzerlik ve farklılıklarıyla ilgili tartışmalarda şöyle bir açıklama yapılıyor: Osmanlı döneminden itibaren ritüellerin bu şekilde uygulandığı, diğer İslam ülkeleri Osmanlı’yı önder görerek onu baz aldığından bu düzenlemelerin de o ülkelere Osmanlı’dan yerleştiği söyleniyor bu noktada. Osmanlı döneminde de bu şekilde miydi bu uygulamalar?

İE: Evet. Osmanlı döneminde de aşağı yukarı bu kadardı. Ama şimdi daha fazla, Diyanet döneminde. Mesela kandil geceleri falan Araplarda fazla yok, İran’da da yok. Kurban Bayramı da Araplarda ve İranlılarda pek yok. Kandil geceleri, teravih, Kurban Bayramı, oruca tek bir vakitte başlama biraz daha bize mahsus uygulamalar.

 

“Kur’an-ı Kerim’de kurban, hacla ilgili olarak geçiyor.”

 

SH: Kurban Bayramı konusundaki ritüellere değindiniz. Kurban Bayramı tarihi de yaklaşıyor. Bu noktada değinmek istiyorum. Yıllardır Arap ülkelerinde sadece hac döneminde gelenlere dağıtmak üzere hayvan kesildiği konusu tartışılır farklı görüşler arasında. Sizce bu doğru mu?

İE: Hac’da kesiliyor idi. Kur’an-ı Kerim’de kurban, hacla ilgili olarak geçiyor. Arapların hac vakti kestiği kurbanlardan bahsediyor ve “Hac vakti kesilen kurbanların Allah’a ulaşmayacağı, ne etlerinin ne kanlarının ne derilerinin Allah’a ulaşmayacağı, Allah’a asıl ulaşanın takva olduğu” söyleniyor. Arapların zaten Kabe’ye getirip kestikleri kurbanların aslında kesilmesine de gerek olmadığı anlamında. Kur’an-ı Kerim “Herkes kurban kesecek.” diye bir emir vermiyor. Hatta “Hacca gidecek olanlar kesecek.” diye bir emir de vermiyor. Hac’da Arapların kestiği kurbanlardan bahsediyor. “Onların etleri Allah’a ulaşmaz, ulaşacak olan takvadır. Eğer kesiyorsanız yoksullara da dağıtın.” diyor. “İlla keseceksin.” diye bir farz yok Kur’an’da.

 

“Bizde en büyük dini ibadet kurban gibi algılanıyor.”

 

ED: Kurban bayramında Türkiye’den başka yerlerde hayvan kesme geleneği ne kadar yaygın?

İE: Bu kadar yaygın değil. Mesela geçen bayramlardan birinde Mısır’dan bir arkadaşım aradı. “Kahire’de nasıl geçiyor bayram?” dedim. “Ya bir kilometre yürüdüm.” dedi, “Kurban kesen falan yok.” dedi. “Bir yerde kesen gördüm, gittim, baktım, o da Türk’müş.” dedi. Gerisini sen düşün yani. Bizde en büyük dini ibadet kurban gibi algılanıyor. Şaman kültüründen geliyor bu, Müslümanlık’tan gelmiyor.

 

“Kurban kelime anlamıyla ‘garipler’ demektir.”

 

SH: Bizim dilimizdeki kurban kelimesinin Arapça’daki karşılığı nedir?

İE: Kurban, Kur’an-ı Kerim’de “yaklaşmak, yakınlaşmak” demek. Hayvan kesmek manasında kullanılmaz. Allah’a yakınlaşma için kullanılır. Sadece Yahudilerin yakmalık sunu kurbanlarını anlatırken -yakınlaşma amacıyla kurbanları yakarak kurban ediyorlardı ateşte- ondan bahsederken geçiyor sadece. Bayram kelimesi de Kur’an-ı Kerim’de geçmiyor. Ama İslam kültüründe “fedakarlık bayramı, kendini feda etme bayramı” olarak geçer. Ama “kendini feda etme” değil, “kurbanı feda etme” olarak anlaşılıyor. Halbuki kurban “garipler” demektir, “garip, gureba, kimsesizler, evsizler, çaresizler” demektir. Onların bayramı demektir. Nasıl ki 23 Nisan çocuklara, 19 Mayıs gençlere armağan edilmiş, İslamiyet’te de Kurban Bayramı gariplere kimsesizlere, çaresizlere armağan edilmiştir, onların ön plana çıktığı, sevindirildiği bayram demektir esasında. Hiç hayvan kesilemese de olur yani.

 

“İmam Hatip Liseleri’nde eski İslam kültürünü tekrar ediyorlar.”

 

ED: Biraz da günümüzde tartışılan diğer konulara değinelim. İmam Hatip Liseleri’nin ve İlahiyat fakültelerinin eğitim sistemi sizce halkı aydınlatmak için yeterli mi ya da dine hakim olmak yeterli mi?

İE: Yeterli değil. Hem dini eğitim koyuyorlar imam yapmak için, sure ezberletiyorlar. Tefsir, hadis, İslam tarihi dersleri koyuyorlar. Öbür taraftan fizik, kimya, matematik dersleri falan koyuyorlar. Hem dinini bilen hem dünyayı bilen hem teknik ilimleri, yani fen bilimlerini ve dinini bilen nesiller yetişsin istiyorlar; ama olmuyor. Birincisi bu. İkincisi; din olarak ne anlatıyorlar? Ona baktığımız zaman eski İslam kültürünü tekrar ediyorlar. “Sorgulanmamış eski İslam kültürü” diyoruz biz buna. Yani Emeviler, Abbasiler ve Selçuklular, Osmanlılar zamanında uzun bir tarih süreci içerisinde askeri tarım imparatorlukları döneminin ihtiyaçlarını karşılamak için üretilmiş İslam kültürüdür bu. Mesela açıyorsun, sular bahsinden başlıyor. Kuyuya bir tavuk leşi düştüğü zaman kaç kova oradan çıkarıldığı zaman orası temiz olur? Birine göre 10, birine göre 25 kova çıkarırsan kuyu temiz olur. Bu, modernleşmenin olmadığı, şeriatın yaşanmadığı tarım toplumunun, köy toplumunun fıkhıdır. Şimdi artık öyle kuyu yok. İnsanların evinde lavabo var. İnsanlar gidiyor, açıyor, şırıl şırıl abdest alıyor. Giriyor, insanlar duş alıyor. Bunu İslam toplumları hala aşabilmiş değil. İmam hatipte gitsin fıkıh olarak o sular bahsini, yani bir kuyuya tavuk leşi düştüğünde kaç kova su çekilirse o su temizlenir, hala bunu okutuyorlar. Eski İslam kültürü tekrar ediyorlar. Halbuki şimdi bunların hepsi eski çağlarda kaldı. Müfredat da eski, yeni değil. Müfredat da yenilenmedi. Çağın insanının ihtiyacı olan şeyler söylenmeli.

 

“Çağdaş bir İslam kültürü anlatılması lazım.”

 

ED: Peki müfredatta ne gibi değişiklikler olmalı? Neler eklenmeli, neler çıkarılmalı?

İE: Dini müfredatta zihniyet değişikliği yapılması lazım. Şu anki durum ile bu iş yürümüyor. Kur’an’ı ezberletmek, Peygamber’in hayatını anlatmak, hac, oruç, namaz konularını; bunların yanında Amentü dediğimiz İslam inancını anlattığın zaman din dersi anlatmış oluyorsun. İnancın ritüelleri, din dersi anlatılmış oluyor. Halbuki din dersi kapsamında çocuklar için “Çalmamalıyız, dürüst olmalıyız, kimseye iftira atmamalıyız, iyilik yapmalıyız.” gibi ahlaki konular üzerinde durulmalı. Din budur çünkü. Din ahlaktır, direkt ahlaktır. Ritüel değildir. Ritüeller şahsidir ve kişiye kalmıştır. Ancak şu anki din anlayışı ritüeli din gibi kabul ediyor ve insanlardan da bunu talep ediyor. IŞİD’e göre mesela namaz kılmayan kırbaçlanır, inanmayan öldürülür, Müslüman olmayan birine üç seçenek sunulur: Ya Müslüman olmalı ya haraç vermeli ya da ölüm. Eğer bunlardan birisini kabul etmezse ve esir düşerse köle yapılır. Erkekleri öldürüp kadınları cariye yaparlar. Bu hala onlar tarafından uygulanıyor. Neye dikkat ediyorlar, eski kitaplardan feyz alarak yapıyorlar. Bu uygulamaları İslam zannederek yapıyorlar. Kur’an’dan sadece bahseden, dini o zanneden kitaplardan bakarak uyguluyorlar. Peki bu ibareler eski kitaplarda gerçekten var mı? Evet, var. Yanlış oluşmuş. Dini temeli insanlık değerleri olarak vaaz etmeyen; dini inanç, kimlik ve ritüel olarak vaaz eden ve talep eden, dayatan bir din zihniyeti var şu anda. Sadece IŞİD böyle değil, Türkiye’deki cemaatlerde, tarikatlarda da bu anlayış var. Buranın değişmesi ve buradan da müfredat değişikliği yapılması lazım. Çağdaş bir İslam kültürü anlatılması lazım. Mesela çevreyi kirletmek, doğayı katletmek, işçinin hakkını vermemek ve bunun gibi konular çağdaş insanı ilgilendirir.

 

“Hadisler Ortadoğu ve Arap tarihidir.”

 

ED: Toplum tarafından da sıkça kabul gören ‘’Dini bir hususta önce Kur’an’a, sonra Peygamber hadislerine bakarız.’’ diye bir husus var. Peki sahur gibi büyük bir konuda neden bu yolu izlemeyip dış kaynaklara başvuruyoruz?

İE: Aslında bu görüş yanlıştır. Peygamberimiz, “Ben size yolunuzu şaşırmayacağınız bir kitap yolluyorum, o da Allah’ın kitabı Kur’an’dır.” diyor. Kur’an zaten her şeyi söylemiş, hocaya sormaya gerek bile bırakmamış. İnsanlar Kur’an’ı açsın, okusunlar, ona göre hareket etsinler, tüm olay bu. Peki o zaman tüm bu Diyanet, hocalık kurumları ne olacak? Tüm bu insanlar işsiz kalacağı için bu işi abartıyorlar. “Biz lazımız, hocaya soracaksın, Arapça bilen hoca lazım, sen okuyamazsın oradan.” diyorlar. Siz Kur’an’ı direkt okursanız aracıyı ortadan kaldırmış olursunuz. Avrupa’daki reform tarihinde de bu böyle olmuştur. Sünnet diyorsunuz, hangi sünnet? Kur’an üzerinde İslam dünyasında ittifak var; ama hadislerde ve sünnetlerde bu ittifak yok. Koskoca 250 milyonluk Şii dünyası Salih Buhari’ye inanmıyor. Hadis kitaplarından İslam öğrenilmez. Hadis kitapları Arap tarihidir, Arapların dinden anladıklarıdır. Din kaynağı yalnızca ve yalnızca Kur’an’dır. Hadisler, sünnetler Ortadoğu ve Arap tarihinden ibarettir. Okunabilir; ancak din kaynağı olarak görülemezler.

 

“Şu anda bir meta fetişizmi var.”

 

ED: Peki Sizce İslam dini emperyalizme nasıl bakıyor?

İE: Emperyalizm bir gücün, bir başka ülkeyi ve oranın yer üstü ve yeraltı kaynaklarını her anlamda sömürmesi demektir. Bu sömürünün gerçekleşmesi için de oranın işgal edilmesi gerekir. Şu an çağdaş emperyalizm şöyle çalışıyor: Büyük güç diğer devletlere “Bana hammaddenizi açın.” diyor. Onlardan alıyor, işliyor, sonra diğer ülkelere diyor ki “Bana pazarınızı açın.” Pazar açılınca istediği fiyattan diğer ülkelere satmış oluyor. Eğer dersen “Sana pazarımı açmam, hammaddemi vermem.” dersen sen terörist ülke oluyorsun. Kapitalizm üretmeden duramaz, sürekli üretir ve ürettiklerini satmak için emperyalist bir politika izler. Dünyaya ürettiklerini satamazsa tüm o telefonlar mesela, teneke yığınına dönüşür. Satması için de ürünü ihtiyaçmış gibi hissettiriyor. Reklam yaparak seni ona özendiriyor, sen de “Herkeste varken bende niye yok?” dediğin anda artık duramıyorsun. Şu anda bir meta fetişizmi var. İnsanlar almak, gezmek, yemek, içmek derdinde. Ahlak, karakter, ruh, bilgi; bunlar ikinci planda kalıyor, her şey dış görünüş. Lüks tüketim insanların ihtiyacı gibi gösterilmeye çalışılıyor. Bir gecekonduya gitsen, yıkık dökük olsun; ama içinde her zaman LCD televizyon var, içeri giriyorsun, hepsinin elinde cep telefonu. Şu anda bu iki araç; telefon ve televizyon zaruri ihtiyaçların en başında gibi gösteriliyor. Ancak İslam’da “ihtiyaç fazlasını elde tutmama” prensibi vardır. Bir eşyan ihtiyaç fazlası ise onu elde tutup “Benim bu.” dememelisin, sade yaşamalısın. İhtiyacını da kendini, toplumu ve Allah’ı kandırmaya çalışmadan belirlemelisin. İnsanların sade yaşaması, paylaşımcı olması ve toplumsal zaruri ihtiyaçları sahiplenmemesi gerekir. Toprağın mesela özel mülkiyet olmaması gerekir. Soluduğumuz havaya para veriyor muyuz? İleride belki kapitalist hırs gerektirir; ama şu an için vermiyoruz. Suya para veriyoruz ama… Bir aile düşünün beş çocuklu, ihtiyacı kadar evi olmalı; ikinci, üçüncü fazladan ev sahibi olup kiralarla geçinmemek gerekir. Herkesin evi olmalı, devlet bunu sağlamalı. İnsanların “Nerede sağlık hizmeti, nerede eğitim hizmeti alacağım?” diye düşünmemesi gerekir. Eğitim, sağlık, barınma; zaruri ihtiyaçlar bunlardır. Bu ihtiyaçların karşılandığı toplum sağlam bir toplumdur. Bizim toplumumuz böyle mi? Bütün bu zaruri ihtiyaçlarımızı kazanabilmek için birbirimizle yarışıyoruz. Sabah 8 akşam 6 saatleri arasında insanları köle gibi çalıştırmamak gerekir. Öğlene kadar çalışıldığı takdirde dünyadaki mevcut iş verimliliği sağlanabiliyor yapılan bir araştırmaya göre. Öğleden sonra insanlar kendine vakit ayırıp kültür-sanat etkinliklerine gitmeli.

 

“Sınırsız, sınıfsız, sömürüsüz, saldırısız ve savaşsız bir dünya.”

 

SH: Bu bahsettiğiniz sistem bana Thomas More’un “Ütopya” kitabını hatırlattı.

İE: Öyle zaten. Ben yaşadığımız dünyanın da cennete çevrilebileceğine inanıyorum. Cennete çevrilmesi için beş esas var aslında, 5S şeklinde kodlanabilir; sınırsız, sınıfsız, sömürüsüz, saldırısız ve savaşsız bir dünya. Bunların sağlandığı bir mahalle düşün, sömürünün olmadığı, herkesin işini yaptığı ve herhangi sözlü bile kavganın yaşanmadığı mahalle düşünün. Orası cennettir. Kur’an’da bahsi geçen cennet böyle bir yer. Yoksa bu dünyada sabahlara kadar sadece namaz kılıp, tesbih çekerek öteki dünyada 40 huri ile olmayı düşlemek hiç değildir. Cübbeli böyle anlatıyor mesela, böyle bir din olur mu? Bunu duyan aklı başında adam “Böyle din mi olur?” diye düşünüp, ateist oluyor. E sizin yüzünüzden.

 

SH: Peki eşit bir toplum adına biri ağır, biri hafif iş yapan iki kişinin aynı ücretleri alması mı sağlanmalı, yani aralarındaki bu eşitlik, adil bir eşitlik mi?

İE: Bu böyle net bir eşitlik değil, imtiyazsızlıktır. Zengin-fakir, siyah-beyaz, köylü-kentli ayırt etmeksizin herkes Allah’ın karşısında eşit olacaktır. Bu da buna benzer bir eşitlik. “Sen fakirsin buraya giremezsin.” gibi bir tutum olmayacak ya da “Bu zengin, deniz kenarında bir evde ancak bu oturabilir.” gibi bir olay yaşanmayacak. Kısıtlamalar yaşanmayacak, mesela “Benim topraklarımda sadece benim dilim konuşulacak, senin annenden öğrendiğin dil geçersizdir.” gibi bir şey olmayacak. Milliyet, sosyal statü, cinsiyet, ırk gibi konularda insanlar arasında ayrımlar yapılıyor. Yaşadığımız yere göre bile ayrımcılık yapılıyor. İstersen süper zeka ol, işinin bin kat ehli ol. Eşitsizlik işte. Biz buna “biçimsel eşitsizlik” diyoruz; ama Allah’ın karşısında herkes eşittir. Devlet içinde herkes eşit olmalıdır. Benim adamım, senin adamın gibi bir şey söz konusu olamaz. Eski Mısır’da Adalet Tanrısı vardır. Şimdi de devlet dairelerinde heykeli var, gözü kapalı ve elinde adalet terazisi olan bir kadın. Neden gözü kapalı? Kimlik sormamak için. “Hakkında karar vereceğim kişi kim?” diye sorduğun an bitiyor adalet. Mutlak eşitlik gibi düşünmeyin, herkes aynı parayı alacak ya da herkes sabah 4 peynir yiyecek gibi bir şey düşünmeyin. Ekonomik bir eşitlik ise, herkes hak ettiği kadar kazanmalı. Doktor sadece maaş alıp muayene parası almadan halka hizmet ederse, onun doktorluğu azalmaz. İnsanlar buna razı olmuyor; ama muayene parası alıp dünyanın parasını kazanıyorlar. Zengin ile fakirin arasındaki ekonomik farkı alabildiğine azaltmalıyız. Tamamen kapatmak mümkün değil bence.

Bir gönderi yayınlayabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir. Giriş