Tansel Öngel: Çanakkale, kibre karşı kazanılan en büyük zafer

0 Yorum

Çanakkale Savaşı günlerinde yazılan bir mektubun hikayesini konu edinen Son Mektup filminin başrol oyuncusu Tansel Öngel, Çanakkale’nin kibre karşı kazanılmış bir zafer olduğunu söylüyor. Filmle kendini bu topraklara ait olduğunu daha çok hissettiğini belirten Öngel, “Çanakkale’den duygulanmıyor ve bir şey hissetmiyorsan, bu topraklarda oksijen tüketme, gerek yok” diyor

Özhan Eren’in Çanakkale Savaşı’nı ve savaşın yürekleri acıtan perde arkasını anlattığı Son Mektup filmi 18 Mart’ta gösterime giriyor. İlk sinema deneyiminde Tayyareci Yüzbaşı Salih Ekrem’i canlandıran genç oyuncu Tansel Öngel, filmin senaryosunu okuyup Çanakkale’yi gezince lise tarih bilgisinden utandığını söylüyor. Bu rolüyle kendisini daha çok bu coğrafyaya ait hissettiğini belirten Öngel her sahnesine dua ile çıktığı filmin gişe başarısından ziyade, orada bir şehidin ruhunun film çalışmaları sırasında incinip incinmediği ile daha çok ilgileniyor. Tansel Öngel ile Çanakkale coğrafyasından başlayıp kendi ruh coğrafyasına kadar sıkı bir muhabbet gerçekleştirdik.

– İlk kez bir sinema filminde başroldesiniz. Oyunculuğunuz için tarihi bir sıçrama mı bu film?
– İnşallah öyledir. Hopa’da Benim İçin Üzülme dizisini çekerken senaryoyu okuduğumda hissettim bunu. ‘Kibar bir adam bize senaryo yollamış gidip reddedelim’ diyerek İstanbul’a geldim. (Gülüşmeler) Özhan Eren ile oturduk ve ona ‘Yapmayalım, siz de yapmayın. Bunu çekemezsiniz. Uçak takip sahneleri falan rezil oluruz, gerek yok’ dedim. Bana, ‘Çok haklısın, ben de oyuncu olsam aynen senin gibi derdim’ dedi. Sonra başka bir odaya davet etti. Ekranlarda animasyon board vardı. Normalde storyboard hazırlanır. Her sahneyi çizgi film gibi animasyon karakterlerle çekmiş ve bunu da seslendirtmiş. Şimdi o filmi reddetmek ne demek biliyor musun? Bir de seni düşünmüş.

– İlk aklına gelen oyuncu siz mi olmuşsunuz?
– Evet. ‘Ya bu adam olacak ya bu adam olacak’ demiş. Çok büyük bir gurur benim için. Adam dört yıl dersine çalışmış, reddetmek ayıp yani. Türkiye’de yönetmenler ‘Altı yıldır bu filme çalışıyorum’ filan diyorlar da, izlediğim filmler öyle altı yıllık çalışmanın filmleri değiller pek.

– Filmden önce Çanakkale Savaşı’na dair ne biliyordunuz?
– Valla lise tarih kitabını kim yazdı bilmiyorum ama hakkımı bir öğrenci olarak helal etmiyorum. Utandım ya! Tarihi öyle anlatamazsın. Ben Çanakkale’yi İngiltere’de gördüm. Okumaya gittiğimde Hyde Park’ın çarprazında bir anıt gördüm. Gelibolu heykel dizisi yapmışlar. Bir İngiliz’e ‘Bu ne?’ dedim. ‘Gelibolu anıtı’ dedi. ‘İyi de savaşı siz kaybetmediniz mi? En son hatırladığım biz kazandık yani o savaşı’ deyince (Gülüşmeler) dedi ki, ‘Siz savaşı kazandınız ama biz o boğazdan geçtik.’ Onlar tarihi çok iyi biliyorlar. Birini çevir haritada sana Gelibolu’nun yerini gösterir. Bizim çocuklar yerini bilmez. Biz oradaki şehitlerin vebali altındayız. Şu an adımız John, Joe, Myke değilse orada kan dökmüş herkesin yüzü suyu hürmetinedir. Tarihi değiştirmişsin ya!

SETE HEP DUA İLE ÇIKTIM

– Ne çarptı sizi Çanakkale’de?
– Deniz Kuvvetleri Komutanlığı, Nusret Mayın Gemisi’nin bir örneğini yapmış. Orada 32 dakikalık bir belgesel var. O belgeselin bütün okullarda gösterilmesi lazım. Karşında dönemin en büyük askeri gücü İngilizler var. Queen Elizabeth diye kraliçelerinin ismini verdikleri bir gemi ile ve ‘Akşam çayımızı İstanbul’da içeceğiz’ ukalalığı ile geliyorlar. 1915-1920 arasını düşünürken empati kurdum. Ben o dönemdeki rütbeli askerlerin psikolojik olarak çok sinirli olduklarını düşünüyorum. Niye? Çünkü İstanbul’da şunu görüyor adam: Yüzbaşısı İngiliz teğmene selam vermek zorunda. Askeri hiyerarşide bu ne demek biliyor musunuz? Tecavüze uğramakla aynı şey. Biz hâlâ bir ülkeysek Çanakkale’den başlayan mücadele nedeniyledir. Yani şimdi lazer silahlarla gelene karşı kırma tüfeklerle karşı koymak gibi bir kahramanlık o.

EN BÜYÜK GÜNAH KİBİRDİR

– Nasıl hazırlandınız bu role?
– İstanbul’da hazırlandığımı düşünüyordum. Ama Çanakkale’deki tabyaları, cepheleri dolaştığım zaman kendimi hazır hissettim. Ve hep dua ile çıktım sete. Tek isteğim var benim: Umarım orada şehit olmuş herhangi birinin ruhu bizim çalışmamızdan incinmemiştir. Onun dışında filmin gişe yapıp yapması umrumda değil. O ruhaniyet karşısında biz hiçiz, sıfırız. Sen eğer bundan duygulanmıyor ve bir şey hissetmiyorsan, bu topraklarda boş yere yaşıyorsun. Oksijen tüketme, gerek yok yani. Çanakkale’ye yalnız gitmeli. Tabyaları teker teker dolaşın. Ruhun varsa, o ruh etkileniyor.

– Sizin hayatınızda Çanakkale gibi karışık ve kozmopolit aslında. Babaanneniz Selanik göçmeni, anneanne Mısırlı, dede Lübnanlı. Siz Antep’te doğup, Ankara’da büyüdünüz ve Trabzon’da yaşadınız. Kendinizi nereye ait hissediyorsunuz?
– Irksal köken olarak hiçbir yere ait hissetmiyorum. Bunun da bir zırvalık olduğunu beynimde yaşadım. Bir yere ait olma duygusu kültür ve inançla birlikteyse kıymetlidir. Kendimi Çanakkale’den Musul ve Filistin’e, oradan da Avrupa’nın giriş kapısına kadar ki coğrafyaya ait hissediyorum.

– Film bu coğrafyaya aitlik hissini artırdı mı?
– Tabii ki. Canın pahasına bir şeyi savunmak kadar değerli bir şey var mı? Canın bu, dünya sen kadar. Bunu İbni Haldunlar ve İbni Rüşdler söylüyor. Enel hak yani! Bence Çanakkale zaferi kibre karşı verilmiş savaştır. Dünyada insanın işleyebileceği en büyük günah kibirdir. Bunu toplumsal olarak yapıyorsanız Çanakkale’deki gibi yenilirsiniz. O yüzden de kendimi bu topraklara daha çok ait hissediyorum. Çünkü kibir karşısında bu tür olanaksızlıklarla mücadele etmiş çok az halk vardır.

– Oyuncularda kibir çok fazladır. Siz nasıl dengeliyorsunuz bunu?
-Allah affetsin oyuncularda kibir var. (Gülüşmeler) Bende olmuyordur sanırım. Böyle bir hayatın içinde yalan söylemek zorunda kalıyoruz maalesef. Yalan söylediğim zaman af dilerim hep. Kibrin kibir olduğunu fark ederseniz onunla mücadele edebilirsiniz. Ama bunun bedeli ne olur? Çok göz önünde olmazsınız, herkes sizi tanımaz, fiyatınız biraz düşük olur, ama kafayı yastığa koyduğun zamanda rahat uyursun yani.

– Film seti savaş gibi zorlu mu geçti peki?
– 41 derece sıcaklıkta, keçe üzerine giyilmiş bir montla çekim yaptık. O dönemde uçakların üst camı yok. Pilot eliyle ateş ediyor. Bomba uçaktaki teğmen tarafından atılıyor aşağıya. Gerçekçi olsun diye üç metre yukarıdaki bir uçağın içinde simülasyonla çektik o sahneleri. Günde bazen 15-16 saat çalıştık. Tuvalete gitme sayısı belliydi. Uçaktan inmemek için sıvı tüketmemeye başladım. Çünkü o uçağın tepesinden inmek festival yani. İki kişi gelecek, merdiven tutacak, ineceksin filan. Bebeklikten sonra ilk kez pişik oldum. (Gülüşmeler) Prodüksiyon masrafları arasına bebe pudrası da girdi yani. O sahneleri pişik pişik oynadım.

ATEİST İKEN DİNİMİ SEÇTİM

– Gelecek için planınız var mı?
– Ne planı ya? Kadere inanıyorsan plan yapamazsın. Kariyer planı diyorlar ya, hayatımda duyduğum en komik laf bu. Dünyada tek kariyer vardır, sen insansın. Güzellik yapacaksın, kariyer o.

– Arkanızdan birilerinin ‘Tansel iyi adamdır’ demeleri yeterli mi?
– Yok be hocam, benim o da umrumda değil. Tek bir duam var: Bu hayatta küçük bir iyilik cümlesi olmak istiyorum. Küçük bir iyilik cümlesinin içinde virgül olayım yeterli. Ben dinimi kendim seçtim. Babamdan miras kalan bir şey değil din. Ateist iken Kelime-i Şehadet’in anlamını öğrenerek seçtim. Kur’an-ı Kerim’i sekiz yılda okudum. Bunları yazmayın ama…

– Bunları yazmak istiyorum. Bu söyledikleriniz değerli bir arayış insan için.
– Kafam aydınlıkken okumaya çalıştım. Özel vakit ayırdım. ‘Acaba ne var bunda? Bir hikmet olmalı’ dedim. Ben çok etkilendim. Benim tek düsturum var: Hamım, pişiyorum ve inşallah ölmeden önce olurum. Duam budur, bundan gayrısı hikaye.

– Son bir mektup yazsanız bu kime olurdu?
– En kazık yerden sordun be abi! (Gülüşmeler) Dünyadaki çocuklara yazardım. Dünya için başka bir umut göremiyorum çünkü.

BABAM ÖLECEK DİYE 6,5 YAŞINDA TIRAŞ OLDUM

– Babanız 12 Eylül döneminde yargılanmış. ‘Deniz Ulaş’ olan isminizi bir gecede Tansel olarak değiştirmişler. İsminizi tekrar yazdırdınız mı kimliğinize?
– Mahkeme ile üç hafta önce aldım. Tekrar Deniz Ulaş Tansel olarak yazdıracağım kimliğime.

– Metin-Ali-Feyyaz gibi bir şey yani… (Gülüşmeler)
– 6,5 yaşındaydım ve annem bana ‘Adın Mutlu mu olsun Tansel mi?’ diye isim önerdi. Babam yargılanıyor, idamını bekliyoruz, ‘Mutlu ne!’ dedim ya! Tansel’i seçtim, anlamı ‘sabaha ait’ demek. Babamın tıraş takımını aldım, paslı jiletle suratıma sabun sürüp ‘Babam ölecek, artık evin erkeği benim’ diye tıraş oldum. Ağlayan halamı ‘Benim babam hırsız değil, defol git’ diye evden kovdum. 6,5 yaşında o bilinçte olmak şu an tuhaf geliyor. Bu nevroz hali, oyuncular nevrotiktir.

– Hakikatan ne travma ama!
– Daha büyük travmayı ilkokula başlayınca yaşadım. Zannediyordum ki, Türkiye’deki bütün Deniz ve Ulaş isimleri değişti. Okulda birisiyle tanıştım, adının Deniz olduğunu öğrenince kahroldum. İsmimin değişmesinin nedeni ne? İdam edilen Deniz Gezmiş. İsmimi geri aldığım için mutluyum, vermese de kullanırdım. 2005 yılında babamı mezara koyunca fark ettim ki mezar taşına onun babasının verdiği ismi yazdıracağız. Benim ismimi de babam koydu, kimin ne hakkı var değiştirmeye? Ölürken insan gururlanır mı bilmiyorum, ama öyle bir şey varsa gururlanacağım işte. Babam idam edilmediği için utanırdı. Delil yetersizliğinden beraat etti. Bir insanın ölemediği için ne kadar utanç duyduğuna şahit oldunuz mu? Ben çocukluğum boyunca oldum.

H.Salih Zengin 15.03.2015

SABAH

Bir gönderi yayınlayabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir. Giriş