Cumhuriyetin heykel anlayışının kökleri – Nour Abaod

0 Yorum

Nour Abaod

Heykel, çok eski çağlardan beri var olan en önemli sanatlardan biridir ve Türkiye toprakları, Paleolitik Çağ’dan bu yana heykel sanatına tanıklık etmiştir. Göbeklitepe’de kadim insanın heykeli yapma girişimini görebiliriz, elinde kafatası tutan bir insana benzeyen ve taştan yapılan heykel gibi (Fotoğraf 1). Böylece zaman dilimi ne olursa olsun genel olarak sanat söz konusu olduğunda insanların yoğun arzusunu kanıtlamış oluyoruz.

Türkiye Cumhuriyeti 100. Yılına girmiş ve bu yıllarda genel olarak görsel sanatların gelişmesiyle birlikte heykel alanında da dikkate değer bir gelişmeye tanık olmuştur. Türkiye, sanattaki küresel gelişmelerden etkilenmiştir ve birçok çağdaş eğilim ve teknik, ülkedeki heykel sahnesini etkilemiştir.

Geriye dönecek olursak, Cumhuriyet döneminin başında sanatın öneminin ve bunun hissettirilmesinin gerekliliğinin yeniden yapılandırılması ve sağlam bir altyapının kurulması için büyük çaba harcandığını görüyoruz. Gerici halk kendileri için kabul edilemez bir şey olan heykel sanatını kabullenmek için mücadele etti, çünkü İnsan imajını taş, ahşap veya mermer üzerinde somutlaştırma fikri, İslami çekinceler ve Osmanlı döneminden kalma fikir kalıntıları nedeniyle istenmeyen bir sanat türüydü. 

Türklerin İslam’a dini olarak geçiş süreci başladığında, İslam inancının putperestliğe karşı kesin bir tutumu vardı. Bu nedenle, İslam öncesi dönemde yaygın olan perspektif resimler, figürler ve heykeller yapılması yasaklandı. Türkler, yerleşik hayata geçtiklerinde inşa ettikleri dini yapılar ve binalar dışında, özellikle figüratif betimlemeler konusunda daha temkinli davrandılar. Bu dönemde, resim ve heykel sanatı yerine geometrik motifler ve süslemeler daha yaygın hale geldi.

Osmanlı İmparatorluğu’nun yaklaşık altı yüz yıl süren tarihi boyunca, tasvir sanatı önemli bir yer işgal etti. Ancak Osmanlı İmparatorluğu’nun uzun tarihinde, farklı dönemlerde ve farklı padişahların hükümdarlığı sırasında tasvir sanatının önemi ve yaygınlığı değişebilirdi. Osmanlı İmparatorluğu’nun erken dönemlerinde, özellikle Osman Gazi ve Orhan Gazi dönemlerinde, İslam’ın ikonoklastik (resim ve heykel yapımını yasaklayan) yorumuna bağlı olarak, tasvir sanatı daha kısıtlıydı. Ancak bu durum, sonraki dönemlerde değişti. 

Birinci yüzyılda, özellikle II. Mehmet döneminde, tasvir sanatına daha fazla önem verildi. İstanbul’un fethi, Bizans kültürünün etkisi altında olan şehri Osmanlı İmparatorluğu’na katmasıyla, daha fazla resim ve minyatür üretilmeye başlandı. Sarayda ve camilerde duvar resimleri ve süslemeleri yapılırken, minyatürler de kitapların süslemeleri için kullanıldı. Fatih Sultan Mehmed’in minyatürleri ise, Osmanlı saray nakkaşhanesinde Nakkaş Sinan Bey ve çırağı Şiblizade Ahmed Bey tarafından yapılırdı. (Resim 5)

İkinci yüzyıl, Osmanlı İmparatorluğu’nda ise minyatür sanatının altın çağı olarak kabul edilir. Bu dönemde, özellikle Kanuni Sultan Süleyman’ın hükümdarlığı sırasında, minyatür sanatı büyük bir gelişme gösterdi. Özellikle minyatürler, kitapların süslemeleri ve tarihi belgelerin görsel kayıtları için kullanıldı. (Resim 6)

  1. yüzyılda, Osmanlı İmparatorluğu’nda İslam’ın ikonoklastik yorumu yeniden güçlendi ve tasvir sanatı biraz geriledi. Bununla birlikte, Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde, özellikle 18. ve 19. yüzyıllarda, resim ve minyatür sanatı yeniden canlandı. Bu dönemde, özellikle Avrupa’dan gelen etkilerle birlikte portre resimleri ve natürmortlar gibi yeni türler ortaya çıktı. Böylece minyatür, Osmanlı kültürünün ve tarihini görsel olarak kaydetmek için önemli bir rol oynamış oldu.

 Osmanlı mezarlarının şahidelerinde de görülen bu soyut, heykel olarak tanımlanmasa de kısmen siluet halinde insan heykeline benzediğini görebiliyoruz, ayaklara ve ellere çok önem verilmemiş olsa da boyun ve başın şekli çok kolay algılanır. Bunun en önemlisi de baş serpuşu (başlığı), çünkü mezardan mezara boyut ve şekil olarak değişiyordu. Tabii, kimlik kitabelerini ve bazen ayetleri gövdenin üstünde görebiliyoruz. Osmanlı mezar taşlarının en önemli özelliği başlıkları yani serpuşlarıdır. Bu serpuşlar, mezarın sahibinin sosyal statüsünü, hangi tarikata mensup ve ailesinin zenginliğini göstermek amacıyla kullanılırdı. Serpuşlar, Osmanlı sanatının zarif süslemeleri ile işlenmiş olabilirdi ve sıklıkla İslam sanatının karakteristik motiflerini taşırdı. Heykelleri hatırlatan bu şahideler, İslam inancının etkisiyle genel hatları stilize bir şekilde yaratılmıştır, bu nedenle yüz detaylarına sahip değillerdir. (Resim 7)

Rölyef üzerinden bir değerlendirme yaptığımızda bazı camilerde kuş kabartmaları görebiliriz, Türkiye’deki camilerde bulunan kuş rölyefleri, İslam sanatında oldukça yaygın olan ve cami süslemelerinin önemli bir parçasını oluşturan motiflerden biridir. Bu rölyefler, cami yapılarının dış cephesi, iç mekanları veya mihrap gibi farklı bölgelerinde bulunabilir. Kuş rölyefleri, Osmanlı ve Türk İslam sanatının bir özelliğidir. Kuşlar, İslam sanatında doğal güzellik, özgürlük ve cennet sembolleri olarak kabul edilir. Kuş rölyefleri, camilerin minberleri ve mihrapları gibi önemli noktalarda rastlanıyordu. Bu alanlar sembolik olarak cenneti temsil ettikleri için genelde kuş rölyeflerini orada sıklıkla görülür. Kuş rölyefleri tek başına değil, genellikle geometrik desenler ve bitki motifleriyle birleştirilir. Bu, İslam sanatının temel özelliklerinden biridir ve estetik bir bütünlük yaratır. Türkiye’deki camilerde bulunan kuş rölyefleri, farklı kuş türlerini tasvir edebilir. Bu kuşlar, kartallar, güvercinler, şahinler veya benzeri kuşlar olabilir. Her bir kuş türünün farklı bir sembolizmi veya anlamı olabilir. Bu motifler, hem dini bir amacı yerine getirirken hem de sanatsal açıdan cami yapılarına değer katarlar.

Bizans döneminde Türk topraklarındaki yaygın simgelerin bir tanesi çift başlı kartaldı. Bizans devletinin sonunu getiren İstanbul’un büyük fethinden sonra Selçuklular, iki başlı kartal da dahil olmak üzere birçok Roma sembolünü miras aldı. Bizanslar için Din ve devletin tek bedende uyumunu simgeleyen bu hayvan, Selçuklular için “Artık ben Bizans/Rum topraklarının hakimiyim” mesajını vermektedir. Yeni bir çağın başlangıcı için ilk adımlar olarak görülebilir, böylece çift başlı kartal artık Türklerde Ululuk ve hakimiyeti temsil eder, Selçuklu dönemin eserlerinde, özellikle dediğimiz gibi camilerde enteresan bir şekilde görülüyordu. (Resim 8) 

Osmanlı İmparatorluğu döneminde “anıt” veya “anıt mezar” gibi modern anlamdaki anıt yapılar İslam kültüründe yaygın değildi. Osmanlı İmparatorluğu’nda mezarlar ve anıtlar, farklı bir anlam ve işlev taşıyabilirdi. Osmanlı toplumunun kültürel ve dini değerleri, haliyle anıtların tasarımını ve kullanımını etkilemişti. 

Bizans döneminden kalan, bir şahıs ve olayın hatırlanması için dikilen sanatsal ve tarihi değere sahip heykeller “anıt” olarak da sayılmaktadır. 19. yüzyılda Osmanlı toplumunun ”anıt” kavramını henüz düzgünce algılamaya hazır olduğu düşünülmemelidir. Ancak eski eserlerin herhangi bir işlevi olmamasına rağmen saklanması ve korunması için çabalar kısmen nesnenin sanat değerine de dikkat çekilmesini sağlayan önemli adımlardır.

Osmanlı İmparatorluğu döneminde Bizans dönemine ait dikili taşlar, farklı şekillerde muamele görmüşlerdir. Bu taşlar, Osmanlı İmparatorluğu’nun Bizans İstanbul’u fethettiği 1453 yılından sonra İstanbul ve diğer yerlerdeki çeşitli yerlerde bulunmuşlardır.

Osmanlı İmparatorluğu, Bizans İmparatorluğu’nun İstanbul’daki eserlerini fethettikten sonra, bu eserleri yeniden kullanmayı tercih etti. Özellikle Bizans dönemine ait sütunlar, sıva taşları ve diğer yapı malzemeleri, Osmanlı camileri, sarayları ve diğer yapılarının inşasında kullanıldı.

Osmanlı İmparatorluğu, Bizans dönemine ait pagan veya Hristiyan sembollerini içeren taşları İslam kültürüne uygun hale getirebilirdi. Bu, taşlardaki kabartmaların veya yazıların değiştirilmesi veya tahrip edilmesi anlamına gelebilirdi. 

Bazı Bizans dikili taşları ise Osmanlı İmparatorluğu döneminde yıkılan veya tahrip edilen Bizans binalarından kalan kalıntılar arasında kayboldu. Bu taşlar, zaman içinde unutulup gömüldüler. Ayrıca Osman Hamdi Bey tarafından başlatılan ve 31 Ocak 1884’te Meclis-i Mahsȗs-ı Vükelâ tarafından kabul edilen, ayrıca 21 Şubat 1884’te padişah tarafından onaylanan Ȃsâr-ı Atȋka Nizamnamesi (Akın, 1993: 238) ile, tarihi ve sanatsal değere sahip eski eserlerin imparatorluğun sınırları dışına çıkarılması yasaklandı ve arkeolojik kazılarla ilgili kurallar belirlendi. Bu da çok iyi bir dönüm noktası olarak sayılabilir.

Eski eserleri koruma nizamnamesinin ve Heykel Bölümü’nün Sanayi Nefise Okulu’nda açılmasının ardından, Osmanlı toplumunun anıt kavramına yaklaşımında bazı adımlar atılmış olsa da köklü bir değişiklik görmek pek mümkün değildi.

Osmanlı arşivlerinde kimi belgelerde “anıt” sözcüğü “heykel” anlamında da kullanılmıştır. Çoğu arşiv belgesinde bir kişiye ya da olaya atfedilen heykellerin halka sunulması için yapılan törenler hakkında bir “anıt” açılışı yerine “heykel” açılışından söz edilmiştir (O.A., YA.HUS., Dosya no: 197, Gömlek no: 17).

Yönetim, yurt dışındaki heykellerin açılışlarına ilgi göstermesine rağmen, Osmanlı toplumunda zengin kişilerin evlerinin dekorasyonu için yaptırdıkları küçük boyutlu heykellere ilgi eksikliği olduğu görülmektedir. Kamusal alanda anıtsal boyutlarda heykel sergilenmesine ise pek fazla ilgi olmadığı gözlemlenmektedir. Özellikle insan figürü içeren küçük boyutlu heykellere 19. yüzyılın sonlarında genellikle gayrimüslimlerin ve yabancıların yaşadığı yerlerde rastlanmaktadır. İstanbul Beyoğlu’ndaki bazı apartmanların cephelerinde ise kadın ve erkek yüzlerine ilişkin kabartmalar ve insan heykellerinin bulunması, halkın heykellere ve büstlere bir ölçüde aşinalık kazanmasına yardımcı olmuştur. Ayrıca bazı zengin tüccarlar ve paşalar, konak ve yalılarında Batı yaşam tarzını benimseyerek sanatçılardan resimlerini ve heykellerini yaptırmış veya heykeller satın almışlardır. Örneğin, Koca Reşid Paşa, yalısının bahçesine koymak üzere Fransız şairi Lamartine’den bir mermer heykel satın almıştır.


Bir gönderi yayınlayabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir. Giriş