“Başkanlık Sistemiyle Türkiye, ABD Tuzağına Düşer”

0 Yorum

Deli Gaffar’la röportajımıza 3.bölümle devam ediyoruz. İlk bölümü büyük ilgi çeken, çok okunan röportajın ikinci bölümü de çok okundu, çok tartışıldı. Deli Gaffar ile yaptığımız röportajın 3. ve son bölümünde Deli Gaffar’ın özel hayatına ilişkin konuları, Trump’lı ABD’yi, ve Türkiye’ye etkilerini, Başkanlık Sistemi tartışmalarını konuştuk. “Ülkeden umudu kesmemek lazım” diyen Deli Gaffar’la yaptığımız röportajın 3.bölümüne buyurun. İyi okumalar…

Röportaj: Ercan Deniz Küçük

Korkuyor mu?

EDK: Bir-iki tane Deli Gaffar’la ilgili soru sormak istiyorum. Yazılarınızdan dolayı tehditler geldiğini biliyoruz; ama dava açan oldu mu? İkincisi, korkunuz var mı?

DG: Dava açan olmadı. Sadece Twitter bir uyarı gönderdi “Hakkınızda savcılık başvurusu var.” diye. “Ama biz tweetlerimizi silmedik.” dedi. İsim vermeyeceğim, yani kim o şeyi istedi, çok girmek istemem. Twitter “İsterseniz siz de bilin.” dedi, ben bir girişimde bulundum. Bir şey de olmadı yani. Ne kişilerden, ne devletten bir dava yok. Çok dava olacak bir yazım da yok doğrusunu isterseniz. Yazılarımın hiçbirinde bırakın küfrü, hakaret de yoktur. Kişilere, isimlere asla hakaret etmem. Eylemlerin adını koyarım, olgusal yazarım, olmayan bir şey üzerinden de yorum yapmam. “Yancı” hakaret midir, “ibrikçi” hakaret midir? Değildir. Bunlar aşağı bir durumun ifadeleridir. Bunu biliyorum, sınırları çok iyi biliyorum. Onun için çok öyle dava açılacak bir yazım zaten yok bildiğim kadarıyla. Arada bir insana küfür hakaret ettiysem de özür dilemeyi bilirim. Küfür etmemeye yeminliyim. Yemini önemseyen biriyim. Dilimi ısırırım, küfür etmem. İnsana saygım var, kültürüm gereği böyle bir duruşum olmak zorunda. Kendi ülkeme ve ülkemin insanına saygım var. O yüzden bunlardan imtina ederim. Ama tehdit bol, çok bol tehdit geliyor. Hedef göstermeler var. Moskova’da falan yerde yaşıyormuşsun gibi evimin adresini bana gönderenler oluyor. Yaşadığım yerin fotoğrafını çekip bana gönderenler oluyor. Korkuyor muyum? Tabii korkuyorum. Korkmak insana mahsus bir durumdur. Ama ölümden korkup da gününü sayan, ölür gider, yar koynuna giremez. Bir tane yârimiz var, o Türkiye. Benim için en yüce değer bu. En yüksek değer bu. Bunun daha üstünde hiçbir değer tanımam. Düşmanın bana yapacağı en büyük kötülük ne? Öldürse de ben o yarimin koynuna gireceğim, vatanımın toprağına yatacağım. Türkiye’nin vatandaşıyım ve onu seviyorum. Korkuyorum; ama korkuyu düşünmenin manası yok. Yazmaya da devam ediyorum çünkü birinin bunları söylemesi gerek.

EDK: Yurtdışında mı yaşıyorsunuz?

DG: Genel olarak oradayım. Türkiye’ye sık geliyorum, işim gereği sık geliyorum. Ama yurtdışında yaşıyorum.

Deli Gaffar neden yurtdışında yaşıyor?

EDK: Bir yazınızda “Bu memleket yaşanmaz oldu.” diyenleri yazmışsınız, onlara eleştirileriniz var; ama siz de yurt dışında yaşıyorsunuz.

DG: Güzel bir soru. Birincisi ben bir zorunluluk nedeniyle çıktım. Böylesi öykülerin prim yapmasına karşıyım onun için detayına girmeyeceğim, mecburdum, burada durma imkanım yoktu ve gittim. Bu bir tercih. Burada kalanlar, daha cesur olanlar da oldu. O zaman koşullar öyleydi ve gittim. Sonradan bu koşullar ortadan kalktı. Ama artık işim, ekmeğim, hayatım öyle devam etti ve ben de öyle devam ettim. Ama hala Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım, başka bir ülkenin tabiiyetine geçme imkanım olmasına rağmen vatandaşlığımdan vazgeçmedim. Hatta bu imkan, ikinci vatandaşlık olarak verilmesine rağmen almadım. Yani benim ikinci vatandaşlığım yok. Avrupa ülkelerinin bazıları ikinci vatandaşlık hakkı veriyor. Türkiye ile Almanya’nın, hem Almanya hem İsveç’in vatandaşı olabiliyorsunuz. Böyle bir imkan olmasına rağmen bunu almadım. Yurtdışında hiçbir mal varlığım yok, hiçbir şeyim yok. Neyim varsa Türkiye’de. İşimi bitirip emekli olduğumda da geleceğim yer yine Türkiye. Buradan başka bir vatan da tanımıyorum, yaşayacak başka bir yer de. Bunu da şöyle değerlendirebilirsiniz: “Ya adam gurbette çok kalmış, memleket hassasiyeti.” Olabilir, doğrudur, bu da olabilir. Onun için “Memleket yaşanmaz oldu.” yazısında zaten gidenlere dair eleştirim yoktu. Ekmeğiniz burada olmayabilir, nasip meselesidir, gurbettedir ekmeğiniz, oraya gidersiniz. Zorunluluklarınız olur. Efendim burada kanlınız olur, kaçmak zorunda kalırsınız. Burada köyünüz yakılır, yıkılır, kaçarsınız. Hakkınızda dava olur, bir şey olur. Bunlar eleştirilecek bir şey değildir. Tuzu kurular bunları hemen çabucak eleştirir. Böyle mahkum etmek istemem kimseyi. Benim eleştirdiğim şey sürekli bunun propagandasının yapılmasıdır. Bunu sürekli propaganda ettiğinizde, bu ülkeden umudu olan, bu ülkeden ekmek yemek isteyen-özellikle de genç insanlar-, burada bir şeyler yapmaya çalışan insanlara bir umutsuzluk aşılamış olursunuz, onların umudunu kırarsınız. Oysa bu ülke güzel bir ülkedir. Demin Cumhuriyet Gazetesi örneğinde söyledim. Bir kurumun, kavramın kötü yerlerini değil; iyi yerlerini hatırlamak gerekir. Türkiye’nin çok kötü zamanları, en ağır, en karanlık darbe dönemleri, faşist dönemleri oldu. Onlara bakmayın. Türkiye’nin çok güzel dönemleri de oldu. 1930’lar da Türkiye’nin. 1932’ye, 1933’e bakın. 1978’in 1 Mayıs’ına bakın. Türkiye’de çok güzel şeyler de oldu. Gene olabilir. Aynısı halka bakışınızla da ilgilidir. Çünkü bu, “Buralar yaşanmaz oldu.” tavrı aynı zamanda halka karşı da bir mesafedir. “Ama halk AKP’ye oy veriyor.” Yarın da sana oy verir. Merak etme, korkma, yarın da sana oy verir. Sen onun için sadece sabırla çalış ve ondan umudunu kesme. Ondan ümidini kesersen köksüz ağaç gibi olursun, kurur kalırsın.

Trump’ın zaferi kimlikçi liberal politikaların sonunu işaret ediyor”

EDK: Amerika’da başkanlık seçimini Trump kazandı. Bulgaristan ve Moldova’da, Rusya’ya yakın liderler Cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazandı. Rusya’da, Sovyet dönemine olan özlemin arttığı yapılan anketlerle ortaya kondu. Rusya’da Komünist Parti’nin oyunu arttırdığı da gözlemlendi. Trump’lı dünya ve Rusya’ya yakın isimlerin seçilmesi ve Rusya’daki bu özlemi toparladığımızda nasıl bir gelecek görüyorsunuz ve nasıl değerlendiriyorsunuz?

DG: Bunu biraz uzun olmak pahasına şöyle açıklamak isterim: Batı dünyasında 40 yıldan daha uzun bir süredir gerçek muhalefet hareketleri yok, gerçek direniş hareketleri kayboldu. “Gerçek direniş hareketlerinden kastınız nedir?” diyecek olursan, şunu söyleyeyim: Sınıfsal başkaldırı ve direniş hareketidir. Yani emekçilerin, işçi sınıfının direniş hareketlerini kastediyorum. Bunlar 40 yıldır yok. Bunun yok olmasında anti Sovyetik sol kuşağın oluşması, birinci etkendir. İkincisi Sovyetler Birliği’nin kendi içinde bürokratlaşması onu besleyen bir etken. Dolayısıyla tüm dünyada işçi sınıfı hareketleri içinde görülen çürüme sonucunda gerçek muhalefet hareketleri yok oldu. Bunun yerine daha liberal taleplerle sulandırılmış sol söylemler geçti. Bu, o zamanki CIA’nın da işine gelen bir şeydi. Bunun için kültürel yatırımlar yapıldı. Büyük çabalar sarf etiler. Sonunda Batı’ya baktığımızda muhalefet hareketleri kimlikçi bir yapıya geldi. 40 yıldır Batı’nın muhalefeti kimlikçidir. Tırnak içinde “özgürlükçü” ve kimlikçi. Bu kimlikçi bakış tüm dünyaya ihraç edildi.

Batı düşüncenin kutpu. Düşünceler orada yeşeriyor ve dünyaya ihraç ediliyor. Doğu, biraz fasılalı da olsa Batı’dan bu düşünceleri almaya başladı. Türkiye’deki muhalefet hareketleri de yerini liberallere bıraktı. Tüm dünyada kimlikçi politikalar, etnikçi politikalar yükseldi. Bunun üst başlığı kimlikçi liberalizmdir. Trump’ın zaferi bize bu kimlikçi liberal politikaların sonunu işaret ediyor. Bunun sonu geldi.

Demokrasi, barış, insan hakları, özgürlük gibi kavramlar emperyalistlerin eline geçti”

Peki bu son nasıl geldi? Bu siyaset tipi ilk olarak şuna hizmet etti: İki kutuplu dünyada Batı bloğunun Doğu’yu yenmesine yaradı. Çünkü ilk önce Doğu, Sovyetler, Komünist dünya Batı’daki sosyalist müttefiklerini kaybetti. O bağlar kopunca bir süre sonra kendisi de başka sebeplerle beraber çöktü. Ama eldeki aparat bu sefer -yani bu Batı’nın solcuları- eski Sovyet coğrafyasının yağmalanmasında kullanıldı. Batı bunu çok güzel organize etti, buna yönlendirdi. Yeni alanlar, birinci alan tabii Doğu Avrupa rezervleridir. Batı bu rezervleri nasıl yedi? Demokrasi, barış, insan hakları, özgürlük gibi kavramlarla. 3-5 yıl öncesinde, 10 yıl öncesinde tamamen sol olan kavramlar bir anda emperyalistlerin eline geçti, sağcı politikacıların eline geçti. Çok işine yaradı, her yeri bu şekilde işgal etti, turuncu renkte, her renkte devrimler yaptı, en son iş Arap Baharı’na geldi. Çok kullanışı bir aparattı bu. Sadece sağcılar değil, dünyanın bütün solcuları da bunun gönüllü hizmetkarı haline geldi. Ukrayna’da bu politika kayaya çarptı, ya da ayıya çarptı. Öyle diyelim. Rus ayısı Ukrayna’da bu oyunu bozdu. Batı, Ukrayna’da devrim hamlesi yaptı. Hesapları şuydu: Demokrasi, insan hakları, bu kavramlar… Bu arada şunu söyleyeyim: Demokrasi, insan hakları gibi kavramlara gerçekten o toprakların ihtiyacı var. O ayrı bir konu, onu tartışmıyorum. “Yumuşak bir devrim yapacağız, yönetim değişikliği yapacağız, gerekirse provoke edeceğiz.” ki Ukrayna’da ettiler. Bütün o keskin nişancıların aslında karşı taraf tarafından tutulduğu, istihdam edildiği ortaya çıktı. Burayı ele geçireceğiz ve yutacağız. Rusya’nın arka bahçesini almış olacağız. Rusya beklenmedik bir karşı hamle yaptı, Kırım’ı aldı. Hem de demokratik usullerle aldı, halk oylamasıyla aldı. Bu çok enteresan bir durum. Yani Çin’in ticaret dünyasında Batılılara “Ticaretse bu da bir ticaret.” diyerek onları kündeye getirmesi gibi Rusya da demokrasi ile Batılıları kündeye getirdi ve tarihte uzun yıllardır görülmeyen büyük bir hadiseyle, bir büyük toprak parçasını bünyesine kattı.

Bu, Batı’nın büyük bir yenilgisidir. Batı’nın bütün 40 yıllık siyasetinin, sivil toplumcu yayılmanın, liberal demokrasi söyleminin yenilgisidir. Demokratik yollarla Batı’ya karşı bir hareket geliştirildi. Bu çok önemli. Devamı Suriye’de geldi. Suriye’de seçilmiş ve meşru bir hükümet var. Batı yıllarca bu hükümetin meşru olmadığı, diktatör olduğu, halka zulmettiği propagandasını yaptı. Elinde belki haklı argümanlar da vardı. Ama çarşafa dolandı, Rusya oraya el attı. Sadece Rusya değil, İran da ve hatta dolaylı olarak Çin de. Batı bir kez daha yenildi.

 

Dünyada liberal söylem dönemi kapanıyor”

Şimdi Amerika’daki çalışan sınıf, işçi sınıfı, orta sınıf ama bunun da ötesinde, klasik olarak Cumhuriyetçi olanlardan fazlası bu yenilgileri gördükten sonra dediler ki “Bir sorun var, bir problem var. Bu yol, çıkmaz sokak.” Trump’ın sloganı “Make America Great Again”,“Amerika’yı yeniden yüceltin, büyültün.” Slogan bu. Yani diyor ki “Yenilgi küçültür.” Onun için bu yönde bir oy kullandılar. Ama daha önemlisi Demokrat Parti’ye oy verenler, oy vermediler. Dediler ki bu bataklığa artık biz ortak olmayacağız. Şimdi bunların siyasi sonucu şudur: Dünyada liberal söylem dönemi kapanıyor, kapanacak. Ama yerini sol söylem doldurmuyor. Yerini popülist bir milliyetçilik doldurabilir, çok daha tehlikeli bir şey doldurabilir. Bu batıyor da yerine bir güneş doğmuyor. Hillary Clinton gibi bir yaratıktan kurtuluyorsunuz, yerine Donald Trump geliyor. Çok da seveceğiniz birisi değil o. Sizinle ilgili, Doğu’yla ilgili, Türkiye’yle ilgili, İran’la ilgili çok hayırlı şeyler düşünecek birisi değil. Dediğim gibi açılan dönem popülist milliyetçilikler dönemidir. Bizim coğrafyamızda, demokratların, solcuların, bağımsızlıkçıların bu dönemi bir fırsat alanı olarak kullanması icap eder. Olaylara biraz Doğu-Batı karşıtlığı üzerinden bakmamızda -emek-sermayeden ziyade- aynı anda bir taraftan Doğu-Batı karşıtı olarak bakmamızda fayda var.

EDK: Ezen-ezilen milletler mi?

DG: Diyebiliriz, Burada Zizek’in son açıklamalarını, son izahını çok olumlu ve isabetli buluyorum. Marksist bir aydındır, ama Batı düşüncesinin politik doğruculuğuna tavır almış bir aydındır. Son yaklaşımı, Trump hadisesini açıklaması bu anlamda bir fırsat penceresine işaret ediyor. Bizde Nihat Genç’in açıklamaları bir fırsat penceresine işaret ediyor. Bizim bu fırsat penceresini görmemiz gerekiyor.

 

Trump’ın Başkanlığı Türkiye’de ulusal egemenlikten yana olanların önünü açar”

Fırsat penceresi şudur: Bugüne kadar Batı’nın ürettiği düşünceyi ithal edip burada bir şey yapmaya çalıştık. Batı kendi içinde sürekli benzer düşünceleri muhtelif varyantlarda üreterek içine büzüştü, çürüdü ve çöktü. Bugün artık Batı, düşünceyle değil, popülist hareketlerle yönetilir noktaya geldi. Batı açısından çok büyük bir talihsizlik, ama bizim açımızdan fırsat olabilir. Düşünce üretimi bize geçebilir. Biz burada kendimize faydalı olabilecek düşünceler üretebiliriz, en önemlisi insanlığa faydalı olabilecek düşünceler üretebiliriz. Bir örnek vereyim. Trump’ın Amerikan devletinin başında olması Türkiye’de bağımsızlıkçıların, ulusal egemenlikten yana olanların önünü açar. Ama yeni dünyada ulusal egemenlik tezini revize etmeniz gerekir. Dolayısıyla burada düşünceye ihtiyacınız var. Sizin akademisyenleriniz, düşünce kuruluşlarınız, yazarlarınız, mümkünse siyasetçileriniz bu konuda yazıp çizmeli, bu konuda üretebilmelidir. Bu ülkenin, ulusal egemenliği bu dönemde nasıl yeniden tesis edilecek, nasıl güçlendirilecek? Savaşan Ortadoğu’da nasıl bir Türkiye olacak, nasıl bir Türkiye hem kendisinin hem dostlarının önünü açar? Çünkü artık Amerikan baskısı azalacak, Amerika zaafa uğrayacak, Amerika’nın piyonları da zaafa uğrayacak, yurtseverlere alan açılacak.

Özgün ve yerli düşünce üretimi sizin edebiyatınızı zenginleştirir, sanatınızı zenginleştirir, müziğinizi zenginleştirir. Siz kendinize güvenen bir ulus haline gelirsiniz. Büyük bir Batı gölgesi, Doğu uluslarının üzerinden kalkıyor, yeni bir çağ açılıyor. Kastettiğim şey bu. Bir taraftan egemenlik popülist milliyetçilerin elinde. Recep Tayyip Erdoğan da benzer bir iktidarı temsil ediyor Türkiye’de, Putin de benzer bir iktidarı temsil ediyor. Bu insanlar halka çok uzun süreli ufuklar vaat edemezler, çünkü başka angajmanları vardır. Ama siz şu anda oluşan görece rahat ortamda yeni bir düşünce ikimi yaratabilirsiniz. Cumhuriyet’in kurulduğu ilk dönemdeki düşünce iklimini düşünün. Hem farklı düşünceler var; ama hepsi bir ulusun ilerlemesine kafayı takmış, onu kaygı olarak edinmiş olan düşünceler. Siz de böyle bir düşünce iklimi yaratabilirsiniz. Bugün Türkiye için, İran için, Pakistan için, Bangladeş için, Hindistan için böyle bir alan açılıyor. Rusya zaten çok köklü bir medeniyet. Batı’dan yakamızı kurtarabiliriz. Yakamızı kurtarmaktan kastım şu değil: “Demokratik dünyaya sırtımızı dönelim.” Hayır, eşit olalım. Masada eşit oturalım, onlarla eşit koşullarda pazarlık edelim, rekabet edelim ya da beraber üretelim. Batıya ipotekli düşüncenizden kurtulduğunuz anda sizin önünüze muazzam bir dünya açılır.

 

Doğu’nun onurlu üyesiyiz”

Somut örnek vereyim. AB ülkelerinde yaşayan gençler, üniversite öğrencisi bir genç ortalama 2.5-3 dil biliyor. Neden? Çünkü ERASMUS programları var, başka değişim programları var. Değişim programı olmazsa, INTERRAIL programları var. Gezme görme programı var. Norveç’te, İsveç’te yaşayan bir çocuk, bir bakıyorsun üç ay gidiyor Portekiz’e, iki ay gidiyor İtalya’ya, beş ay kalıyor Yunanistan’da, bir yıl Almanya’da. Hem dil öğreniyor hem kültür öğreniyor. Arada dostluk, kardeşlik bağları tesis ediliyor. Bizim ülkemiz de sürekli Batı’ya dönük; ama Batı’dan izole edilmiş şekilde. Bizim çocuklarımız bu programlara sınırlı olarak katılıyor. Katıldığında Batı ideolojisinin hegemonyası altında katılıyor. Siz Avrupa’nın kapısında 40 yıldır bekliyorsunuz. Bırakın size başvuru yapan bir eşit varlık muamelesi yapmayı, bir insan, bir haysiyetli devlet, haysiyetli ulus muamelesi bile yapmıyor. Sizi itip kakmaya kalkıyor. Sizin vatandaşınız, genciniz buradan oraya gitmeye kalksa vize problemi var, maddi problem, bütün bunlar engel olarak, hem de alçaltıcı engel olarak karşınızda duruyor. Oysa bakın burada muazzam bir dünya var. Neden Türkiye’nin İran’la, Rusya’yla, Gürcistan’la, hatta Ermenistan’la, Azerbaycan’la, diğer Türki cumhuriyetlerle arasında bu tip bağlar yok? Bunlar neden kurulamıyor? Bunların kurulamamasının birinci sebebi bizim politikacılarımızın basiretsizliği ise ikincisi de Batı’nın bunları engellemiş olmasıdır. Batı, Rusya’da cirit atıyor, Kazakistan’da, Azerbaycan’da cirit atıyor, Özbekistan’da cirit atıyor. Aynı dili konuşuyoruz bu insanlarla. Biz yokuz. Varlığımız FETÖ’nün 3-5 tane dandik Amerikan uşaklığı yapan okulundan ibaret. Artık bunları atmak zorundayız. Bu bir fırsat penceresidir. Somut bir şey söylüyorum. Bunu yaptığınız zaman, INTERRAIL benzeri bir sistem kurun. Hiçbir şey yapamıyorsanız İran’ı katın, Bangladeş’i katın. Bizim çocuklarımız İran’a gitsin, Farsça’yı öğrensin, o insanlarla tanışsın onlarla konuşsun. Orası muazzam bir dünyadır. Rusya öyledir. Doğu hiç de küçümsenecek bir yer değildir. Hele biz Doğu’nun onurlu üyesiyiz, öncü bir üyesiyiz. Burada bizim açımızdan her anlamda muazzam fırsatlar ve şartlar var. Dolayısıyla Trump’ın zaferi, sonuçta Amerika’nın sorunudur, beni ilgilendirmez. En basit haliyle, kestirmeden şunu söyleyeyim: Alın, ne yaparsanız yapın, problemse de sizin probleminiz. Amerikan seçimlerinin burada bu kadar gündem olmasını yadırgıyorum. Ama bir tarafıyla da yeni bir dünyanın açılışı demektir. Çünkü o liberal demokrasi tezi ve Batı’nın hegemonyası çöküyor, bize alan açılıyor. Bir koşulla, biz bunu kullanabilirsek. Kullanamazsak aynı tas aynı hamam devam eder.

Gezi’nin sahibi Kemalistlerdir”

EDK: Son yıllarda Türkiye siyasetinde, özellikle Gezi’den sonra oluşan ittifaklar birliktelikler var. Siz bunları nasıl değerlendiriyorsunuz? Nasıl bit ittifak stratejisi geliştirilmeli? Bu noktada Kemalistlerin yeri var mıdır, varsa neresidir?

DG: Şimdi öncelikle şunu teslim etmek zorundayız: Gezi’nin sahibi Kemalistlerdir. Aslında başında Kemalistler yoktu. Gezi HDP’nin -o zaman BDP idi- aktif çalışması ile ortaya çıktı. İşte ekolojistler, şehir aktivistleri, şehir meclisleri, bunlarla çıktı. Gerçekten de haklarını teslim etmek lazım. Ama devamında kendilerini geriye çektiler. Bizim sosyalist solun çapı, gücü bellidir. Tabii ki sosyalist sol burada yer almıştır, çok da aktif olmuştur, çok da emek vermiştir. Ama Gezi’yi eğer 11 milyon insanı mobilize etmiş bir kitle hareketi olarak konuşuyorsak, Taksim’de, Beşiktaş’ta ya da Ankara’daki çok civcivli çatışma alanlarının ötesinde bir şey olarak -ki onlar önemsizdir diye söylemiyorum; ama genel olarak gövdesini konuşuyorsak- tabii ki burada birinci sembol bayrak ve Atatürk’tür. Bayrak ve Atatürk deyince de Kemalistlerden bahsediyoruz demektir. Kemalistler derken de bir parti ve örgütü kastetmiyorum. Çünkü Kemalizm bir şemsiye gibi, pek çok partide, örgütte bulunabilir bu insanlar, pek çok parti ve örgütü destekleyebilirler. Ama görünen bu. Dolayısıyla Gezi dediğimizde o, eğer bir refleksle oluştuysa, birinci refleks doğa hareketi ise, asıl büyük Gezi’yi yaratan refleks laiklik karşıtı iradeye yönelik bir reflekstir. Dolasıyla Cumhuriyetçi, laik ve demokrat bir damardan beslenir.

Sen, ben, bizim oğlan sarmalını aşamıyoruz”

Şimdi devamında tabii “Bu hareketi kullanalım, buradan bir yere varalım.” diyen pek çok siyasi özne oldu. Haksız da değiller. Problem şuydu: Gezi çok büyük bir kitle hareketi; ama yatay bir hareket. Bunu iktidara taşıyacak bir dikey örgütü yok. Kim var? CHP var, CHP o gün iktidarı istemekten, özellikle bu talepten kaçtı. “Hükümet istifa!” demedi, taleplerini sertleştirmedi. Dikey bir örgüt olarak bu ihtiyacı doldurmadı. Öyle olunca ittifaklar gündeme geldi. Çünkü soldaki hiçbir örgütün tek başına Gezi’yi temsil edebilme kudreti yok. Mecburen ittifaklara gitmek zorunda kaldılar. İttifaklar bir fantezi değildi ya da özel bir beklenti yoktu. Bir koşul nedeniyle ortaya çıktılar. “Biz birleşirsek, bir araya gelirsek bu kitleyi temsil edecek bir öncü hüviyeti kazanırız.” dediler. Olmadı. Olmamasının pek çok sebebi olabilir. İdeolojik hatalar da olabilir; ama ben daha ziyade solun örgütsel hastalıklarına bağlıyorum. Sen, ben, bizim oğlan sarmalını aşamıyoruz. Bir kitleye açılmak, onu kapsamak, onlarla beraber olmak için organik ilişki kurmanız gerekiyor. Organik ilişki kurma yeteneklerimiz uzun süredir körelmiş durumda. Kafelerde oturuyoruz, barlarda oturuyoruz, seminer salonlarında oturuyoruz, birbirimizle çok iyi anlaşıyoruz. Ama sokaklarda karşılığımız yok, en önemlisi işyerlerinde karşılığımız yok, fabrikalarda, okullarda karşılığımız yok. 10 bin-15 bin mevcutlu bir üniversitede 15 tane üyeniz var, 20 tane üyeniz var. Tamamını, bütün solcu öğrencileri toplasanız, 15 bin mevcut üzerinden, ulusalcıları da koyun bunun üzerine, 500 yapıyor. Bu yeterli değil, büyük dönüşümler için yeterli değil. Fabrikalarda yoksunuz. Bursa’da bir işçi eylemi, büyük metal eylemi oldu, grevler oldu Metal-İş kolunda. İşçilerin içinde bir tane solcu bulamazsınız. Bunlar kronik hastalıklarımız. Bunları aşamadığımız için de bu ittifaklar bir işe yaramadı. Biz üç kişiyiz, üç ayrı örgütüz, toplam nüfusumuz 30, bir araya geliyoruz gene 30 oluyoruz; 31 yapamıyoruz, 32 yapamıyoruz.

 

Sorun örgütlerde”

Bundan sonra bu ittifaklar olur mu?” diyecek olursanız, ben seçim dönemleri dışında ittifakları çok anlamlı bulmuyorum. Seçimde şöyle amaçlarınız olabilir: Belirli bir bölgede ortak aday çıkarırsınız, bir belediye başkanı adayınız, bir milletvekili adayınız olur ya da barajı geçmek için ortak olursunuz. Bunları gayrı ahlaki bulmuyorum, açık söyleyeyim. Bunlar siyasettir, siyasette bunlar olabilir. Ama siyasi hattınızı örerken kurulacak bir ittifak, Türkiye’de artık geçerliliğini yitirmiştir. Her özne kendi hattını kurmak zorunda. Bu Kemalistler için de geçerlidir. Eğer Kemalistleri temsil etme iddiasında olan bir örgüt varsa Türkiye’de, “Ben Kemalistleri temsil ediyorum.” diyen bir parti, bir teşkilat varsa bunun yapması gereken şey de kendi hattını aramaktır. İttifak yoluyla bir şey çıkmaz. Geçmişte de benim fikrim böyleydi. Türkiye solunda bir birlik fetişizmi var. “Aman birlik olalım.” Vatandaşta da var bu eğilimler. “Sol birlik olamıyor. 20 parça, 30 parça.” Aslında birlik oluyorsun. İşte bak seçime gidiyor %25 oy alıyor CHP. “Ben komünistim.”diyor, “Sosyalistim.”diyor, “Kemalistim.” diyor; ama gidiyor, oyunu CHP’ye veriyor. Demek ki birlik oluyor. O zaman sorun sizde, örgütlerde. Problem bizde. Bu insanlar seçim sandığına gittiğinde size itimat etmiyor ya da baraj var diye belki gelmiyor. Belki güvenmiyor, bir kadro çıkartamıyorsunuz, bir şey söyleyemiyorsunuz. Demek ki o zaman sizin öncelikle kendi hattınızı kurmanız lazım. Sonra o hattı bir yere taşımanız lazım. Ha bir de şunu belirteyim: Her şey seçim demek değildir. Dünyada çok güçlü fikir hareketleri vardır, çok güçlü siyasi hareketler vardır, bir kez bile seçime girmemişlerdir. ama çok etkililerdir. Amerikan yönetiminin sahibi kimdir? İşte bütün o lobi kuruluşlarıdır. Yoksa Demokrat Parti, Cumhuriyetçi Parti; koskoca 300 milyonluk ülkeden 2 parti çıksın. Siz buna inanıyor musunuz? Böyle bir şey yok. Çok farklı çıkar grupları var; ama onlar kendilerini orada temsil etme alanı buluyorlar.

Türkiye’ye baktığınızda da düşünce akımları, düşünce akımlarının kökleri vardır. Dolayısıyla siz bugün bir düşünceden bahsettiğinizde, “sosyalizm” dediğinizde “komünizm” dediğinizde, “Kemalizm” dediğinizde ya da “Nakşibendilik” dediğinizde bir partiden bahsetmek zorunda değilsiniz. Fakat düşünce hareketi olarak “Siz nesiniz, gerçekte var mısınız, yok musunuz?” sorusunu sormak icap eder. Onun için ben siyaset alanındaki ittifaklardan ziyade düşünce alanındaki ittifaklara önem veriyorum. Bir yayın organınız var mı? O yayın organında Türkiye’nin ilericileri, devrimcileri, Kemalistleri, CHP’lileri hepsi bir arada yazı yazıyor mu, tartışıyor mu? Bir film kolektifiniz var mı? Bir tiyatro kumpanyanız var mı? Bunlar önemli. Siyasilerin birliktelikleri pragmatisttir. Siyaset her zaman anlık, kısa vadeli faydalar üzerine şekillenir. Ama düşünce başka bir şekilde gelişir. Bakın AKP iktidarının bu kadar kuvvetli olmasında bütün bu birliktelikleri yaratabilmiş olması yatar. Bakın sağ kompartımana bakın Türkiye’de, entelektüel camiada, sinema sanatçısı, şairi, yazarı, şusu, busu farklı farklı cenahlardan insanlar, farklı yayın organlarında, farklı kolektiflerde, birliklerde. Tabii onların ellerinde belediye imkanlarının olması da bunda etkili- hatta bunlar öyle büyüdüler ki liberalleri de aldılar içlerine kattılar, bazı solcular bile o tarafa gittiler. Bizim de bu tip ittifaklara bakmamız gerekir. Sola benim de önerim hep bu olmuştur. Diyorum ki: Siyasetiniz, partiniz zaten var. Meşrudur, doğrudur, herkes mücadelesini yapsın. Aynı şeyleri de söyleyebilirsiniz, bunun da bir önemi yok. Birebir aynı şeyleri söylüyorlar, ama Ahmet, Mehmet’i sevmiyordu, ayrı örgüt kurdular. Çok da önemli değil, bunları tartışmaya gerek yok. Ama siz ortak iş yapın, beraber iş yapın, ama ortak iş yaparken birbirinizi kündeye getirmeyin. “Ben falan teşkilatı kurdum, adını da xyz teşkilatı koydum, ama z’yi biz paket yapacağız oradan.” Bunu da yapmayın, vatandaş da yemiyor bunu artık. Yaptığınız iş, binin üzerine bir koysun. Koymuyorsa bir anlamı yok zaten.

Başkanlık Sistemi ve Referandum

EDK: Başkanlık sistemi ve referandum konusunda fikirlerinizi alabilir miyiz?

DG : Başkanlıkla ilgili fikrim nettir: başkanlık sistemi Türkiye’ye felaket getirir. Bu bizim genetiğimize aykırı. Türkiye’de ulusun egemenliği ancak parlementer demokrasi ile sağlanabilir. Sistemin tıkandığı belirli noktalar varsa bu rejimin değil, 14 yıllık AKP iktidarının yanlış uygulamalarının sonucudur. Başkanlık sistemi bölgesel yönetimlerin önünü açar, Türkiye ABD tuzağına düşer ve Allah korusun bir varlık yokluk savaşı ile karşı karşıya kalırız. Halkımız barış içinde bir arada yaşamak istiyor. Bu tavrını her türden teröre karşı verdiği tepki ile gösterdi. Başkanlığa geçiş hatada ısrar etmek anlamına gelir. Bu anlamda iktidarın başkanlık ısrarını çok isabetsiz, çok yanlış buluyorum. Halk geleceğe umutla bakmak istiyor, bir yandan terör, bir yandan ekonomik sıkıntılar insanların üzerinde büyük baskı yaratıyor. Böyle bir zamanda Türkiye’yi bu denli savunmasız, bu denli riskli hale getirmeye kimsenin hakkı yok.

 

Referandumda CHP’ye çok büyük bir görev düşüyor”

EDK: Referandumla ilgili bir tahmininiz var mı?

DG : Şu anki görüntüye, araştırmalara bakılacak olursa hayır oyları kazanacak. Ama kampanya dönemi çok şeyi değiştirebilir. Belli ki AKP kendine güveniyor, seçim gününe kadar evetçilerin sayısını çoğaltacağını kararsızları etkileyeceğini düşünüyor. Onun için çok ciddi bir mücadele yürütmek gerekiyor. Burada muhalefete, özellikle CHP’ye çok büyük bir görev düşüyor. Temel hedef MHP’li ve AKP’li seçmene başkanlığın felaket olduğunu anlatmak olmalı. AKP, hayır cephesinin önüne her türlü tuzağı kuracak. Hayırcıları PKK ile ortakmış gibi göstermek isteyecekler. Bu AKP’nin en eski en kaba yöntemlerinden biri. Ama kardeşim, bir taraftan da tutuyor, sosyal demokratlar yıllardır bu tuzağa düşüyor. İsmi kalabalık örgütler hep bir ağızdan CHP-HDP bloku pazarlıyor. Bu çok yanlış bir istikamettir. HDP ile yan yana görüntü veren kaybeder. Bu parti, terör eylemleri karşısındaki tavrı ile çok kötü bir sınav vermiştir, halkın vicdanında mahkum olmuştur. En önce Kürt halkı bu siyasetten yaka silkmiş durumdadır.

CHP Garo Paylan tuzağına düşmedi”

CHP bu konuda çok dikkatli olmaldır. Bakın meslicteki son Garo Paylan hadisesi buna örnektir. Bayram değil seyran değil Garo ne demeye soykırım laflarını taşıyor meclis kürsüsüne? Bu bilinçli bir eylemdir. CHP’ye kurulmuş bir tuzaktır. CHP, ilk kez bu tuzağa düşmedi. Paylan’ın cezalandırılmaısna evet oyu vermeselerdi şimdi Ak-troller her yerde “Ermeni uşağı CHP, PKK’ci CHP” diye kampanya yapıyor olacaklardı. İçindeki tüm liberallere rağmen CHP ilk defa tarihsel misyonuna uygun davranıyor. Bu haliyle Türkiye’nin birleştirici gücü olmanın bilinciyle hareket etmeye devam etmelidir. Diğer örgütler, diğer yapılar, onlar da kendi kampanyalarını yürütsünler. Birbirimize akıl vermek yerine kendi işimize odaklanırsak kazanırız. Ben hayırın kazanacağını düşünüyorum, buna inanıyorum. Ve bu hayır Türkiye Cumhuriyeti’nin kurtuluşu anlamına gelecek, emin olun.

EDK: Sosyal mecralarda “Cesurluğu anonimliğinden gelen, bunun için ‘Kürdistan’ gibi hassas terimleri rahatlıkla kullanan blogger.” deniyor sizin için. Siz kaleminizin cesaretini neye bağlıyorsunuz?

DG: Anonimliğimden gelmiyor; çünkü o kadar anonim birisi değilim. Yıllardır nerede, kiminle gezdiğim, sosyal çevrem, arkadaşlarım, dostlarım hepsi belli. Birazcık peşime düşen herkes bulabilir. O kadar anonim birisi değilim. Çok bir korkum yok o konuda. Cesaretimi şuna bağlıyorum; sorumluluğum var. Birincisi bu, sorumluluk. Sorumlu hissediyorsanız kendinizi, cesur olmak zorundasınız. İki, muhtelif yerlerde yazıp çizen arkadaşlara göre farklı olduğumu kabul ediyorum. O da şudur: Ben ekmeğimi bu yolla kazanmıyorum. İşim bu değil. Zaten benim takma isimle yazmamın nedeni de kendimi siyasi camiadan, bana küfür edecek, kızacak birilerinden değil de iş dünyasından gizlemek. Çünkü iş yaptığım insanlar beni o kimlikle tanısın istemiyorum. Dolayısıyla cesaretimin bir sebebi de budur. Bir gazetede yazan arkadaşımız şöyle düşünebilir, o işten para kazanıyor. Bir akademisyen şöyle düşünebilir, oradan para kazanıyor. Ekmek kazanıyor, ben buna saygı da duyarım. “Çok sert olmamam lazım, bazı terimlere dikkat etmem lazım.” vs. Bundan imtina edebilir, benim imtina etme zorunluluğum yok; çünkü öyle bir bağlantım yok. Radikal’de yazan bir hanımefendinin yazısı üzerine ben bir yazı yazmıştım. Biliyorsun, bu çok moda, Kürtlerle ilgili konular üzerinden Kürdistanla ilgili konular üzerinden bize, solculara sürekli ayar verilir. “Beyaz Türk”, deyip pataklamaya başlarlar. Ben o terimi de sahiplenerek kullanıyorum, aşağılayıcı bir şey olarak da görmüyorum. Beyaz Türk de olur beyaz Kürt de olur, siyahı da olur, çok mühim değil o. Onlar kullandığı için özellikle kullanıyorum. İşte onlara ayar verecekmiş, o zaman hanımefendiye söyledim. “Bakın siz bize ayar veriyorsunuz; ama ben yazdığım her yazıda korkmadan adıyla söylüyorum, oraya ‘Kürdistan’ diyorum, sizin bir tek yazınızda bu yok. Siz daha bunun adını söylemekten acizsiniz.” Niye? Çünkü patronunuz kızar. Çünkü AKP, Aydın Doğan’ın kulağını çeker, o da gelir sizin kulağınızı çeker. Bir defa yeriniz dar. Bir telefon kulübesi içerisindesiniz, elinizdeki sopayı sağa sola sallamayın, kendinize zarar verirsiniz, kafanıza çarpar. Dar yerde yapmayın. Benim yerim dar değil, yerim geniş. Dediğim gibi imtina edenlere kızmam. Ama bu gerçeklik orta yerde dururken bize ayar vermeye kalkarlarsa, o zaman da yanıtını alırlar. Cesaretimizin sebebi biraz da bu.

Yeni bir dil geliştirmemiz lazım”

EDK: Son olarak eklemek istedikleriniz varsa alalım.

DG: Şunu söylemek isterim. Türkiye çok kritik bir süreçten geçiyor. Bütün taşlar yerinden oynuyor. Her şey yeniden düzenleniyor. Türkiye’de güç dengeleri çok hızlı değişiyor, başka yerleri, başka gerçekleri işaret ediyor. Biz de bu düzene muhalefet ediyorsak eski argümanlardan, eski usullerden kurtulmamız lazım. Yeni bir dil geliştirmemiz lazım. Artık o iktidarsız söylemler tutmuyor. “-Ceğiz”,“-cağız”,“-cek”,“-cak”, bunların bir karşılığı yok. Toplum başka bir yönde. Bizim, toplumun baktığı yönü analiz etmemiz, onu görmemiz lazım. Toplumun gerçeklerine yabancı olmamamız lazım. Artık kabuğumuzdan çıkmamız lazım. Buna gücümüz var. Türkiye’yle ilgili de özellikle AKP rejiminin yükselişi karşısında umutsuzluğa kapılan insanlar var. Onlara şunu söylemek isterim: Umutsuz olmasınlar. Bu ülke çok karanlık zamanlardan geçti. Kaldı ki bugün artık bir sürü başka belanın dağıldığını görüyoruz ülkede. Hep kötü şeyler olmuyor, iyi şeyler de oluyor. Ülkeden umudu kesmemek gerekir. Bunu da boş, kaba bir ölçekte söylemiyorum. Bunun objektif emareleri vardır. Türkiye büyük bir ülke. 84 milyon nüfusu var. 84 milyon nüfus çok büyük kaynak demektir. Siz ona ulaşmaya gayret ederseniz o da size gelir, hiç merak etmeyin.

Arkadaşlara tavsiyem şu: Büyük şehirlerde yaşayanlar fırsat bulursa taşraya gitsin, toprakla temas etsinler. Bir taşra şehrine, mümkünse bir kasabaya, köye gitsinler, insanla temas etsinler. Bir kahvede oturup çay, kahve içsinler. İnsanları, dinlesinler, az konuşsun, çok dinlesinler. Umut onlarda, o umudu onlardan alırlar. Şu fikre kapılmasınlar: “Efendim halk yozlaştı, değerleri çürüdü…” Öyle bir şey yok. Kötü örneklere bakıp umutsuzluğa kapılmak kimseye bir şey kazandırmaz. İyi olanı görmemiz, ondan ilham almamız lazım. Memlekette umut var, yeter ki siz o umudu görmeyi bilin, yeter ki çalışıp emek vermekten imtina etmeyin.

Bir gönderi yayınlayabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir. Giriş