“Sol Mahalle Eleştiriye Alışık Değil”

0 Yorum

Sosyal medya özellikle de Gezi Direnişinden sonra hayatımıza girdiğinden beri birçok şey değişti. Haber okumamız, olaylara verdiğimiz tepki yöntemleri gibi değişiklikler yaşarken aynı zamanda hiç tanımadığımız birçok isimle de tanıştık. Kimisinin mizah anlayışıyla eğlendik, stres attık. Kimisi de bizlerin dile getiremediklerimizi dile getirdi. Gittikçe fenomenleşmenin arttığı sosyal medyadaki bu isimlerden birisi de Deli Gaffar. Güçlü kalemi, hazır cevaplığı, cesareti ve bilgi birikimiyle dikkatleri çeken Deli Gaffar her kesimden bir çok kişinin ilgiyle okuduğu isimler arasına girdi. Dünyaya sol bakış açısıyla bakan Deli Gaffar bir süre sonra sosyalist mahallede çokça tartışılmaya başlandı. Özellikle Kürt Hareketi, HDP ve PKK’ya yönelik eleştirileri nedeniyle bir kesim tarafından ağır ithamlarla karşılaştı. Hatta ‘Kürt Düşmanı’ bile dendi.

Röportajlık ekibi olarak, bugüne kadar hiçbir yazılı basına röportaj vermeyen Deli Gaffar’la bir araya geldik. Kendisi hakkında merak edilenleri, Kürt Hareketi’ne eleştirilerini, Ukrayna’yı ve daha bir çok konuyu sorduk, uzun uzun sohbet ettik. Sohbete doyulmayan röportajı parçalar halinde yayınlayacağız. Buyurun Deli Gaffar’ın ilk defa Röportajlık’a yaptığı çok özel açıklamaların ilk bölümüne…

Röportaj: Ercan Deniz Küçük

Ercan Deniz Küçük (EDK): Neden Deli Gaffar?

Deli Gaffar(DG): Ben Malatyalıyım. Malatya’nın ünlü olduğu birkaç başlık vardır, bunlardan biri de delileridir. Çocukluğum da delilerin arasında geçti. Sokaktaki seyyar satıcılar gibi bolca delimiz bulunurdu. Çocukluğumun delilerinden biri Gaffar’dır. Gaffar’ın bir özelliği var. Bir yazısında Hrant Dink bahsetmişti, benim kişisel bloğumda da var o yazısı. Esnaf bunu giydirirdi, yeni esvap giydirirlerdi. Sonra “Gaffar, üstündeki ölü esvabı.” dediklerinde, sinirlenir, bütün üstünü başını parçalardı. “Aman bana iyilik yapmışlar, bana güzel bir kıyafet vermişler.” hiç onu düşünmez, çırılçıplak kalırdı. Rahmetli Hrant Dink de yazısında bundan bahsediyordu ve yazı kendi cemaatine karşı yazılmış bir yazıydı. Çünkü Hrant Dink’e hayatında en fazla direnç gösteren kesimlerden biri de kendi cemaatiydi. Cemaatle anlaşması da çok zor oldu, cemaatine bunu yazıp şöyle bağlamıştır yazıyı: “Siz bize ölü elbiseleri giydirmeye kalkarsınız, biz onu giymeyiz, parçalar atarız.” Ben de kendime biraz böyle bir misyon biçiyorum, ben de kendi cemaatimin hatalarını söylüyorum. Teşbihte hata olmaz, kendi içinden çıktığım, kendi mahallemin hatalarından söz ediyorum. Sadece bu da değil, Türkiye’nin en önemli eksikliklerinden birinin özeleştiri eksikliği olduğunu düşünüyorum. Kişiler için de bu geçerli. Biz hatasını zor kabul eden bir toplumuz. Bireyler de hatalarını zor kabul ediyor, mazeretçilik çok yaygın bir hastalık. Aynısı bizim politik ortamımıza da yansımış durumda. İşte yıllarca başarısız olan, iktidardan uzak kalan, herhangi kayda değer bir başarı gösteremeyen gruplar bakıyorsunuz, hala kendilerine bakmıyorlar, dış etkenleri suçluyorlar. Dış etkenlerin her başarısızlıkta payı vardır; ama dış etkenler değiştiremeyeceğiniz şeylerdir. Değiştirebilecekleriniz kendinizdekilerdir; dolayısıyla öncelikle onlara bakmanız, onları konuşmanız gerekmektedir. Bunları söyleyenler de genelde hain muamelesi gördüler. Nitekim politik tepkilerle de karşılaşıyoruz; ama tam aksine bundan faydalanan insanlar da var. Deli Gaffar’ın, o mahlasın çıkmasının sebebi adaşımız, abimiz, Malatyalı deli ve onun Hrant Dink tarafından konumlandığı yer. Rahmetli abimiz, o da sevdiğim bir insandır, hemşehrim aynı zamanda; Deli Gaffar, rahmetli, onu da severdim. İkisi birleşti, benim mahlasım çıktı, öyküsü budur. İkisinin de mekanı cennet olsun.

EDK: Sizinle ilgili sosyal medyaya çok farklı şeyler yazıldı, hala yazılmaya devam ediyor. Uludağ Sözlük sayfasında sizin için “Solcu, sosyalist, devrimci, Kemalist yazar” deniyor.

DG: Güzelmiş o.

EDK: Farklı farklı bileşimler olmuş. Siz kendinizi ne olarak nitelendiriyorsunuz?

DG: Tek bir tabir seçmek gerekirse, ben kendimi “solcu” olarak nitelendiriyorum. Çünkü solcu çok genel bir tanım. Bunun içine birçok şey girer, çok geniş bir yelpazedir. Solda durmak; emekten yana olmak, haktan yana olmak, adaletten yana olmak, -hatta ben onu ilerletebilirim- eşitlikten yana olmak. Bu sadece emek sürecinde eşitlik değil, toplumsal eşitlik de buna dahil edilebilir, öncelikle bunu koyalım. İlla yanına bir sözcük daha eklemek gerekirse, yurtseverliği ekleyelim yanına. O da çok temel hassasiyetlerimden biri. Zaten bizim mahalledeki diğer arkadaşlarımızla kavgalarımız da genelde bu ikinci nedenden dolayı çıkıyor. Çünkü o mahalle geniş bir mahalle, o zaman diğerleriyle niye anlaşamıyorsun? Genelde bu yurt başlığı üzerinde. Öyle tanımlayabilirim ben. Ama Uludağ Sözlük’te yazanların hiçbirisiyle, Kemalizm de dahil olmak üzere hiçbirisiyle bir sıkıntım yok, hepsi de bana uygun yani.

EDK: Şunu merak ediyorum: Özellikle son 2 yılda hayatımıza fazlasıyla girdi Deli Gaffar. Bir anda çıktınız, o yaşlı adam fotoğrafıyla Deli Gaffar olarak medya üzerinden hayatımıza girdiniz. Önce her kesimden çok fazla ilgi çekerken sonra bir anda yazdıklarınızla eleştirilmeye de başlandınız. Tam anlamıyla herhalde Deli Gaffar oldunuz. Neden bir anda ortaya çıktınız? Şimdi mesela fotoğraf vereceksiniz, deşifre oluyorsunuz artık.

DG: Önce şunu açmam gerekir: Bilinmeyen birisi değilim; çünkü hayatımın çok uzun bir dönemi zaten politik mücadelenin içerisinde geçti. Sonradan ortaya çıkmış veya “Ben bu işlere bir gireyim.” diyen birisi değilim. Örgütlü mücadelenin içinde hayatım geçti. Örgütlü mücadele derken herhangi bir mücadele değil.

“Sol mahalle eleştiriye alışık değil”

EDK: O örgütleri söyleyebilir misiniz?
DG: Anmak istemem şu an. Çünkü Türkiye’nin politik ortamı çok karışık. Bu gruplar şimdi ayrıldı; kimi, kimiyle kavgalı; kimi, biriyle kavgalı; kimisi diğeriyle arkadaş. Hepsi vaktiyle içinde bulunduğum, yer aldığım, çalıştığım örgütler, hepsi benim açımdan ayrı derecede değerlidir. Onun için özellikle “Şuradan geçtim, şu oldu.”diyemem; çünkü o başka başlıklar açar. Ama şunu söyleyeyim: İçinde yer aldığım hiçbir hareket, olumsuz etkiler bırakarak siyaset sahnesinden çekilen ya da var olan bir hareket olmadı. Mücadelede önemsediğim nokta burası, şahıs olarak ben de o mücadelenin içerisinde bulundum. Yazmaya başlamam şöyle bir şey: Benim işim bu değil, mesleğim bu değil. Mühendisim ben. Ama bugüne kadar da okudum. Çok nadiren bazı görev olmuştur, çiziktirmişimdir. Yurt dışında yaşıyordum. Yurt dışında yaşayan ve okuyan, mesleği bu olmayan kişi. Gezi olayları olduğunda tesadüfen Türkiye’deydim, hem de olayların başladığı gün geldim. Kendimi onun ortasında buldum, heyecanlı bir dönemdi. Çok etkilendim. Aslında memleketten umudu da kesmeye başlamıştım. Onlarla birlikte yeniden umut doğdu bende. Kendi kendime bir günlük yazmaya başladım. Daha önce sanatla ilgili bir şey yazıyordum, biraz da siyaset yazıyordum; ama eşim dostum okusun diye. Bir gün bir yazı yazdım. O yazıyı yazdığımda Moskova’daydım. Akşam saat 9 civarı yazıyı bloğuma koydum. Uçağa bindim, Paris’e gittim. Bu yolculuk aşağı yukarı 4 saat sürdü. Paris’e vardım, otele geldim, ilk işim bilgisayarı açmak oldu. Bloguma baktım ve böyle 100 bin falan bir okuma var. Çok korktum, bir arkadaşımı aradım. “Herhalde benim gariban blogu hacklemişler, bir şey yapacaklar.” dedim. O baktı öyle bir şey yok dedi. Gerçekten de böyle birşey yok. Nasıl ve neden olduğunu bilmiyorum; ama yazdığım yazılardan biri büyük bir ilgi yarattı ve ertesi gün itibariyle artık zorunluluk haline geldi bu. Çünkü yüzlerce mail geliyor “Şu konuda ne düşünüyorsunuz?”diyorlar. Kimisi kızıyor, küfür ediyor, kimisi “Bravo!” diyor, alkışlıyor. Artık bu bir sorumluluk gibi çıktı karşıma ve devam etmek zorunda kaldım. Açıkçası biraz da bir misyon çıkardım kendime oradan, bundan şikayetçi değilim. Çünkü başlangıçta ümitlerim vardı. “Türkiye’deki sosyal hareketlenme, olumlu yönde değişime doğru bir akış yaratabilir”diye düşünüyordum. Siyasi olayları biliyorsunuz, son 3-4 yıldır olanları biliyorsunuz. Öyle olmadı; ama bu arada farklı momentlerden geçti Türk siyaseti. Ben de açıkçası elimden geldiğince hem siyasetin kendisine hem bizim sol mahalleye müdahale etmeye çalıştım, sol mahalleyi hatalardan alıkoymaya çalıştım. Dolayısıyla o hatalardan alıkoymak dediğimiz alana girdiğinizde tepkilerle karşılaşıyorsunuz, her zaman alkış almıyorsunuz.

“Bütün muhalefet işin en kolay noktasını buldu. Bir tane adam var, bütün kötülüklerin kaynağı o.”

Hiç sevmediğim insan tipi, açıkça bunu ifade edeceğim, Türkiye’nin basın-yayın dünyasında, siyaset dünyasında itibar gören, isimleri olan, hoca denilen, titr alan insanlar var. Bakıyorsunuz ne yazmışlar diye. Tribüne oynamaktan başka bir şey yok. Son dönemin modası şu: Bütün muhalefet işin en kolay noktasını buldu. Bir tane adam var, bütün kötülüklerle özdeşleşmiş, bütün kötülüklerin kaynağı o. Dolayısıyla başka bir cümle kurmanıza gerek yok. “Kahrolsun Recep Tayyip Erdoğan!” dediğinizde, bu iş bitiyor. Oysa bundan ibaret değil. Başka farklılıklar, başka detaylar var. Bu başka bir başlık, bununla da mücadele edersiniz. “Etmeyin.” demiyorum, öyle bir şey yok. Ama şimdi bunu böyle dediğinizde, “Ne o zaman mücadele etmeyelim mi? Tayyipçi misin sen?” diyorlar. Bunu, şunun için söylüyorum: Sol mahalle eleştiriye alışık değil, özeleştiri kabiliyetinden mahrum kalmış. Ama diğer taraftan fırsatçılık her yanı sarmış. Fırsatçılık, oportunizm çok kötü bir şeydir. Bundan 20 yıl önce siyaset sahnesinde bir küfürdür, bugün artık bir küfür olmaktan çıktı. Çünkü bütün siyasi özneler her türlü fırsatçılığı yapıyor. Bir gün bir siyasete yatıyorlar, öbür gün bir başka siyasetin yanında yer alıyorlar. Neden? Bakıyorsunuz arkada başka bir hesap var. Yazıp çizenler de bunu yapıyorlar. “Aman efendim, okuyucularım kaybolmasın, takipçilerim azalmasın, tık sayım artsın, falan gazeteden ekmek yiyeyim, feşmekan yerden maaş alayım.” Haklı da olabilirler, yani belki de ekmek parası için bunu yapıyorlar. Ekmek parası içinse saygı duyuyorum. Ama büyük bir çoğunluğu onun için de yapmıyor. İkbal kaygısıyla yapıyor. Bir insan herkes tarafından alkışlanıyorsa doğruları söylemiyordur. Tabii ki sevenler, sevmeyenler olacak; ancak şunu söyleyebilirim: Biz kendimize ayna tutmaktan aciz bir milletiz, bu konuda problemlerimiz var. Dolayısıyla siz bulunduğunuz noktada bir eleştiri geliştiriyorsanız ilk taşı siz yersiniz, size taş atan çok olur. Tabii etiketleyenler var muhtelif şeylerle; ulusalcı, milliyetçi, Kürt düşmanı gibi. Ben ulusalcı, milliyetçiyi hakaret olarak kabul etmem. Tabii ki bunlar fikir alanlarıdır. Bir sürü ulusalcı milliyetçi insanlar da var, bir kötülüğünü görmedim. Ama “Kürt düşmanı” bir hakarettir, küfürdür. Ne düşmanlığım olmuş, hangi Kürt benden zarar görmüş? Bir tek Allah’ın kulu çıkartamazlar; ama bütün o siyasete bakıyorsunuz, yani bütün yazılanlara, çizilenlere, yönelimlere; bunları söyleyen insanların Kürtler’e çok büyük zararı olmuş. Bunu, şunun için söylüyorum: “Bir misyon çıkardım.” dedim ya, örneğin -bir parantez açacağım ve kapatacağım- Kobane direnişi, Rojova savaşı başladı. Bu senaryo nerede yazıldı? Bunu bilmiyoruz; ama gördüğümüz şey şu: IŞİD, yeni adıyla DAEŞ diye bir örgüt var. Bu örgüt Suriye’nin bir bölümünde yaşayan insanlara –bunlar Kürtler- yönelik saldırıda bulunuyor. Onlar da kendilerini koruyorlar. Bir noktaya saldırıyorlar. Niye o nokta, niye bu örgüt, bu neden karşı koyuyor? Orada Amerika bayrakları var. Neden var? Bunlar hep büyük soru işaretleri. Türkiye’nin dışında oluyor bu olanlar, dikkatinizi çekerim. Burada, İstanbul’da, oradaki hadiseyi, oradaki savaşı bir devrim gibi, devrim savaşı gibi lanse eden insanlar ortaya çıkıyor. Bunlar bizim yakınımızdaki, çevremizdeki insanlar. Halen görüyoruz, yazıp çizmeye devam ediyorlar. Onların yazıp çizdikleri nedeniyle buradan insanlar gitti ve orada öldüler. İşte bu konuda kendimi sorumlu hissediyorum. Hiçbir gencin, insanın burnunun kanamasını, tırnağına taş değmesini vicdanım kaldırmaz. Bunu engellerim, hele ki bu insan bir solcu olacak. Benim kanaatim şudur: Türkiye’de yaşayan her insanın hayatı çok önemlidir; ama kendine “Solcu, devrimciyim.” diyen adamın hayatı iki kat daha önemlidir; çünkü toplumu değiştirmek, dönüştürmek vazifesidir kendisinin. Onun için de “Haa, ne yapıyorsunuz siz? Bu böyle değil.” dediğinizde karşınızda bu saldırıları bulursunuz.

 

“Kürt hareketi 20 yıldır Türkiye solunu domine ediyor”

EDK: Yazılarınızda HDP’yi ve Kürt siyasi hareketini yoğun bir şekilde eleştirdiğinizi de görüyoruz. Bunun, bu söylediklerinizden başka sebepleri de var mıdır? Geçmişten bir öfke mi?

DG: Hayır hayır, tam aksi. Ben yaşadım, gördüm. Ben soy sop konuşmak istemem; ama bu insanlara hiç uzak olan birisi değilim, özel bir öfkem de yok, olması için bir sebep de yok. Ama siyasi dünyaya önyargısız bakmamız lazım. Neler olup bittiğine önyargılarımızdan kurtulup objektif bakmamız lazım. Bu önyargı, peşin iyi hüküm de olabilir, peşin kötü hüküm de. Baktığımızda ne görüyoruz? En önce siyaset sahnesinin çok kirlendiğini görüyoruz. Bütün aktörlerin bu işte payı var; solcu, yurtsever, Kemalist, sosyalist, komünist. Adına ne derseniz deyin. Bu tip olumlu vurgularla sahneye çıkan birilerinin yapması gereken ilk iş, bu kirliliğe karşı mücadele etmesi. Peki bu kirlilik nereden ortaya çıkıyor? Şimdi mesela, MHP ile AKP arasındaki ilişki beni ilgilendirmiyor. İki partiyle aramda da çok büyük bir mesafe var. Ama sol ile, sosyalist hareketle Kürt hareketi arasındaki ilişki beni ilgilendiriyor; çünkü ortada bas bayağı bir dominasyon ilişkisi oluşmuş durumda. Kürt hareketi 20 yıldır Türkiye solunu domine ediyor ve bu kasıtlı olarak yapılıyor. Bu işin kurucusu Öcalan, kayıtları var, ben uydurmuyorum, kendisi söylüyor zaten. Zaman zaman Türkiye solundan muhtelif özneler de onlarla yanyana geldi, oturdu, kalktı.

“Kürt hareketiyle yanyana yürüyen Türkiye solu rüştünü ispatlayamaz.

Benim tespitim şudur: Bir, politik olarak Kürt hareketiyle yanyana yürüyen Türkiye solu rüştünü ispatlayamaz. Kendine bağımsız yol çizmez, gelişemez, dolayısıyla da bir süre sonra yok olur, gider. Örnekleri var; Kürt hareketine yaklaşanlar buharlaşıyorlar, bu tabiatın kanunudur. Çok güçlü bir hareketle ortaklık yaptığınızda buharlaşır gidersiniz. Siyasi-pratik sebebini söylüyorum. Birincisi bu. İkincisi, ahlaki bir zemin; Kürt hareketinin bir silahlı bölümü var, bir de silahsız. Haydi diyelim ki vatandaşa böyle sesleniyorsunuz; ama en azından solculara bunu söylemeyin, bu işi bilenlere söylemeyin, bu işin içinde olanlara söylemeyin. Dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi burada da bir örnektir: HDP, PKK’nin silahlı Kürt hareketinin sivil ayağıdır, sivil kanadıdır ya da isterseniz tersini söyleyin, nasıl arzu ederseniz. Bunu da söyleyen ben değilim, bunu da gene İmralı Notları’nda Öcalan söylüyor, daha öncesinde de söylüyor. HDP’li siyasetçiler her defasında “Bu ikisini ayrı düşünenler aramıza nifak sokmak isteyenlerdir.” diyorlar. Ben de nifak falan sokmak istemiyorum kimsenin arasına, kendileri bunu söylüyor zaten. Böyle olunca biz başka bir problemle karşı karşıya kalıyoruz. Kürtleri temsil ettiğini söyleyen sivil hareket, ilişki içinde olduğu silahlı hareketle arasına bir mesafe koyamıyor. Bunu nereden gördük? İşte son olaylar bize bunu gösterdi. Perşembenin gelişi çarşambadan belliydi ve ben bunu söylüyordum. Diyordum ki “Bu yanlış bir yol. Bunların yanında durmayın, çünkü bunların emirleri Kandil’den geliyor. Kandil’den emir alan irade, ne sizi tanır ne de kendi halkını tanır.” Sonuç ortada; 3000 Kürt gencinin hayatına mal olmuş, şehit olan Türk askerini söylemiyorum bakın. On binlerce, hatta yüzbinlerce insan deport oldu; mahallesini, yurdunu terk etmek zorunda kaldı. Burada Türkiye solunun başka bir açıdan bakması gerekir. Nereden bakması gerekir? İnsan merkezli, emek merkezli bakması lazım. İnsan ve emek merkezli baktığınızda nasıl AKP’yi karşınıza alıyorsanız, HDP’yi de almak zorundasınız. Bu, şöyle değil: “Ben 20 yıldır solcuyum, 20 yıldır sosyalistim. E şimdi de gittim, AKP’de siyaset yaptım.” AKP solcu mu oldu ben oraya gidince? Böyle bir şey yok.

“Kürtçü hareketlerin legal tarafına baktığımızda solda olmadığını görüyoruz.”

Siyasi hareketler birincisi programlarıyla; ikincisi icraatlarıyla kimlik kazanır. “Kürt hareketi” demeyelim, “Kürtçü hareket” diyelim ona. Çünkü Kürtlerin de küçük bir bölümünü temsil ediyor artık, görünen o. Kürtçü hareketlerin legal tarafına baktığımızda ne program olarak ne pratik olarak solda olmadığını görüyoruz. İçinde solcular olabilir, bu bir şeyi değiştirmiyor. Dolayısıyla buradaki asıl iki sebep: bir, politik sebep; iki, ahlaki sebep. Ahlaki sebep şundan önemli; hiçbir koşulda ne yazımda ne konuşmamda ne bir eylemimde –hayatım boyunca bunu yapmadım, bundan sonra da yapmam- şiddetin yer aldığı her eylemin karşısında dururum ve bundan sonra duracağım, durmak zorundayız. Her Türk insanının, dünyadaki her insanın da vazifesi budur, bu nereden gelirse gelsin. Kaldı ki işin ucu terör gibi nereden yönlendirildiği belli olmayan, ne tarafa çekileceği belli olmayan, tuhaf ve bulanık bir alana gidiyorsa buralar, çok tehlikeli alanlar. Önce kendimizi heba ederiz, sonra memleketimize çok büyük zarar veririz, sebebi bu. Şunu da ekleyeyim: Kürtçü hareket, HDP, PKK ve benzerleri ile Kürt halkı arasındaki mesafe hiç olmadığı kadar açıldı.

“Sol, HDP’yle Arasına Mesafe Koymak Zorunda”

EDK: 24 Temmuz’dan sonra mı?

DG: Birincisi bu, tabii ki. Bunun muhtelif sebepleri var. Bu konuyu daha iyi bilenler anlatıyorlar. Ben gördüğüm kadarıyla şunu söylüyorum: Türkiye’nin güneydoğusunda ya da Kürdistan’ın Türkiye parçasında -nasıl adlandırırsanız adlandırın- bulunan halkın çok net birkaç talebi var. Bunun en başında barış geliyor. 24 Temmuz’dan sonra olan olaylar şunu gösterdi: Barış talebiyle çıkan bir sivil örgüt tüm iddiasına rağmen aslında o talebi istismar etmiş. Şehir savaşları başladığında HDP kanadından çıt çıkmadı. Daha doğrusu çıktı; ama ses aksi yönde çıktı. “Biz özerklik ilan ediyoruz, öz yönetimin yanındayız.” dediler. Bilmiyor muydunuz, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin gücüne dair bir fikriniz yok muydu? Oradaki çirkinlik de bir sonraki safhada ortaya çıktı. “Ben sana Türkiye’yi vereyim, sen bana Rojova’yı bırak.” Türkiye Devleti ile aralarında yaptıkları bu pazarlığa Kürt gençlerini yem ettiler, halk da bunu gördü. Halkın önemli bir bölümü şiddetten ve silahtan uzak olmak istiyor. Kapınızın önünde sürekli olarak çatışma, bomba. Kim ister bunu, niye istesinler? Acı olan şey şu: Bu vahim tablo sola değil, AKP’ye alan açtı. Çünkü sol bütün rezervini, 20 yıldır bütün çalışmasını HDP üzerinden yaptı. Solun Kürtlere ulaşmak gibi bir niyeti varsa, HDP ile arasına mesafe koymak zorunda. Kendisi doğrudan girecek. Böyle dayanışma, destek ziyareti; bunlar komik şeyler. O şehre kendiniz girebiliyor musunuz, giremiyor musunuz? Giremiyorsanız şapkanızı cebinize koyarsınız, bu ayrı bir konu. Ama vekaletle bu işler olmaz. Evet Türkiye bir darbe girişimi atlattı, bu darbe girişimi bambaşka gerçekleri ortaya çıkardı. Biz de bilmiyorduk bunları, belki şimdi yeni soruşturmalar gelecek, başka şeyler de öğreneceğiz. Darbe girişimiyle ortaya çıkan bu örgüt, FETÖ; bu örgütün boyutları bizim tahmin ettiğimizin çok ötesindeymiş. Bunlar birbirlerine, yani PYD ile FETÖ birbirlerine burada temas etmemişler; ama yukarıdaki bir makam nezdinde temas etmişler. Bunların emareleri ortada. Özür dileyerek söylüyorum, Kürtler de ahmak değiller yani, onlar da gazete okuyor, televizyon izliyor, onlar da bu olayları değerlendirebiliyorlar.

EDK: HDP’li vekiller öncesinde savunmaya çağırıldılar; ama gitmediler ifade vermeye. Daha sonra tutuklama kararı çıktı. Evet, vekiller; evet, dokunulmazlıkları var. Bir siyasi hareketin, bir fikrin temsilcileri. Ama terör örgütü propagandası yapmak, terör örgütüne üye olmak, bunlar bir vekilin tutulmasına engel midir?

DG: Açıkçası bu konular teknik olarak hakim olduğum konular değil. Ama benim şahsi kanaatim şu: TBMM –beğenelim, beğenmeyelim- hala Türkiye’nin en üst düzeyde yönetim organıdır. Eğer sistemi kuran ve kollayan irade, bunun hala meşru olduğunu düşünüyorsa, o zaman Meclis’in kapısından girmiş insanları tutuklamamanın bir yolunu icat etmelidir. Şunu yapabilir: İfade vermeye gelmemişler, kapısına ifade almaya gidecek birini gönderebilir. İfade almanın yollarını bulabilir. Çünkü bu, bir taraftan başlı başına bir skandal. Ben teknik bir durum anlatıyorum şu anda, siyasi bir şey anlatmıyorum.Teknik olarak halkın belli bir kesiminin oyunu almış, o Meclis’in içine girmiş, Meclis’in de iddiası şu: Ben Türkiye’nin sorunlarını çözeceğim. Bir de sorun var ve bu adam da bu soruna bulaşmış. O zaman “Sen çözme ehliyetinden yoksunsun.” deyip onu alıyorsun, ortadan kaldırıyorsun. Başka bir sürü sorun var, başka bir sürü suça bulaşmış vekiller de var, onlara dokunmuyorsun. Meclis’in güvenilirliği yerli yerinde durmuyor ki en başta. Dolayısıyla bu, ikna edicilikten uzak. Ama başta söylediğiniz kısma geleyim. Her kim olursa olsun -milletvekili, başbakan, cumhurbaşkanı- herhangi bir terör yapısıyla halka zarar veriyorsa, halk düşmanı olarak nitelendirilebilecek herhangi bir eylemle ilişkisi olan, ona destek veren herhangi bir kişiden bunun hesabı sorulmak zorunda. Bunun örnekleri var, hem de çok demokratik ülkelerde var. Batasuna örneği var İspanya’da. ETA’nın yasal ayağı Batasuna. Batasuna’nın milletvekilinin tutuklanmasının, hakkında dava açılmasının sebebi şuydu: Venezuela’daki ETA taraftarı bir eyleme katılmıştı. Bakın Venezuela’daki bir eyleme katıldığı için, İspanya’da da olmadı bu. Yani herhangi bir ETA silahlı eylemcisinin cenazesine gidip ona övgüler düzmedi ya da ETA’nın lideri, manevi önderi vs olan bir silahlı kişinin, sembolün bayrakları altına girip konuşmalar yapmadı. Buna rağmen İspanya gibi Avrupa Birliği’nin önemli üyelerinden biri olan bir ülkede, Batasuna’nın önemli milletvekillerinden biri, kovuşturmaya uğradı, tutuklandı. Batasuna kapatıldı. Kapatılma nedeni de şuydu: ETA, Sosyalist Parti’yi tehdit ettiğinde Batasuna bunu kınamadı. İspanya’daki bu konudan sorumlu olan Mahkeme Batasuna’yı, ETA’yı kınamamasını delil göstererek kapattı. Böyle örnekler var dünyada.

“Bir silahlı eylem yapılıyor, kınamak için ‘Kim yaptı bu eylemi?’ diye bekleniyor.”

Batı Avrupa’nın bütün ülkelerini gezdim. Afrika’da, Asya’da bulundum, bulunduğum ülkelerdede politik zemini inceleyerek bulundum. Bulunduğum hiçbir ülkede, dünyanın hiçbir medeni ülkesinde silahlı bir terör grubuyla ilgili bu kadar geniş bir sivil desteğin olduğunu görmedim. O zaman Türkiye’deki durumu ister istemez başka güçlere bağlamak zorunda kalıyorum. Açıklayamıyorum çünkü. Böyle bir şey olabilir mi? Bir silahlı eylem yapılıyor, insanlar “Kim yaptı bu eylemi?” diye bekliyor kınamak için. IŞİD yaptıysa kınayacaklar, PKK yaptıysa yat kulağının üstüne ya da tersi. En son Diyarbakır’da bomba patladı, Sırrı Süreyya Önder dedi ki “IŞİD’e bizim burada olduğumuzun bilgisini kim verdi?” patırtı koptu. Bizim solun en bilinen, takdir edilen adamları; biri kasketli meşhur bir hoca. Tweetler attı üst üste, “Nasıl oluyor, kim veriyor bu bilgiyi?” diye. Ertesi gün TAK üstlendi. Aynı adam tweet atıyor, diyor ki “At izi, it izine…” İyi de birader at izini it izine karıştıran sensin. At izi durduk yere it izine karışmaz. Türk Milleti 3000 yıldır ata biniyor, Anadolu’da da en son bulgular çıktı. En son bir fosil bulundu, 3000 yıl evveline dayanıyor burada köpek yetiştiriciliği. Demek ki biz atı da iti de iyi tanıyoruz; tanırız ikisini de. Ben de tanırım, köy çocuğuyum. Ama birisi gelip onu bulandırırsa, karıştırırsa anlayamam. Dolayısıyla bu, müsamaha gösterilecek bir şey değil, ayıptır bu. HDP’nin çıkıp kendi özeleştirisini vermesi gerekir. Ülkeyi niye böyle bir yere mahkum ediyorsunuz?

Başka bir soruna geleyim. HDP’nin milletvekilleri Abdullah Öcalan bayrakları altında konuşmalar yapmışlar, övmüşler, alkışlamışlar. İyi de devlet görüştü bu adamlarla. Dolayısıyla burada şüpheler oluşuyor. İnsanların kafası burada karışıyor. Türkiye Devleti de demokratik bir hukuk devleti gibi davranmıyor. Demokratik hukuk devleti, teröristlerle pazarlık yapmaz; eğer “terörist” diyorsa.“Değildir” diyorsa da o zaman yasa çıkarır, başka bir statüye getirirsin. Yapabiliyorsan bunu yap.

“Türkiye solu kendi gündemini yaratmak zorunda.”

Bugün biz şunu gördük: Bütün o pazarlıklar, süreç müreç denen şey olurken aslında, ne devlet buna inanmış ne PKK buna inanmış. Her iki taraf da aralarındaki pazarlık bozulduğu anda savaşa tutuşmuşlar. Kabak kimin başına patlamış? Halkın başına patlamış. Ben ülkeyi yöneten iradenin dürüst olmadığını biliyorum, hep de yazıyorum. Haydi onu çöpe at, peki ya bizimkiler, onlara ne diyeceğiz? Bunlarda şapkalarını önüne koymak zorundalar. Milletvekilleri tutuklanmalı mı, buna ben karar veremem; ama ben böyle bir ülkede bulunmak istemem, ben böyle bir ülkenin yurttaşı olmaktan üzülüyorum. Ben arzu ederim ki bu ülkenin demokratik yapıları çalışsın, ne milletvekilleri terör gibi şeylere tenezzül etsin, ne de orayı yönetenler kafalarına göre tutuklama çıkarsınlar. Ama dediğiniz doğru; bir yasa çıkmış, belirli bir süreye kadar dokunulmazlıklar kaldırılmış. HDP’nin programında var zaten bu dokunulmazlıkların kaldırılması. Ama burada itiraz ediyorsunuz. Niye? Çünkü politik gündeminiz o zaman öyleydi, şimdi böyle. Tamam, ben şimdi mazlumun yanında durayım. Ama mazlum durduğu yerde durmuyor ki kardeşim! Ben sağa geçiyorum, mazlum sola kaçıyor. Dolayısıyla pozisyonel olarak bir problem yaşanıyor. Türkiye solunun işi, herhangi bir ezilen, hırpalanan, mağdur edilen kişinin yanında durmak değil. Türkiye solu kendi gündemini yaratmak zorunda. Onun içinde bu konuya mesafeliyim. Umarım bu insanlar da özgürlüklerine kavuşurlar, ben bunu gerçekten dilerim. Ama aynı zamanda onların kendi özeleştirilerini yapmalarını da dilerim. Neden bir canlı bombanın mezarına gidip ona övgüler düzüyorsunuz? Bu mudur insanlara vadettiğiniz gelecek? Bu ülkenin çocukları bomba yelekleriyle mi çıksın ortaya? Askeri falan geçtim, diyelim ki savaş. Sizin içinde olduğunuz bir devlet, onun Meclis’i, onun ordusu. Başka şeyler düşünmeniz gerekir. Bunu da atalım çöpe, bir sürü sivil insan öldü. Hiç mi duyarlılığınız yok, hiç mi bir şey hissetmiyorsunuz? Onların da bu özeleştiriyi yapması gerekir.

EDK: “Avrupa’da hiçbir ülkede teröre bu kadar sivil desteğin olduğunu görmedim.” Dediniz. Hatta İspanya örneğini de verdiniz, ETA’nın yasal partisi en ufak bir suçtan dolayı kapatıldı, vekili tutuklandı. Ama Türkiye’de HDP’li vekiller tutuklandı, bütün Avrupa ayağa kalktı. Gazeteler kapatıldı, Avrupa ayağa kalktı. Türkiye Devleti’nin, terör örgütüne yönelik yapılan operasyonlarda yine Avrupa ayağa kalktı. “Orantılı güç kullan.”dediler. Burada bir çelişki yok mu, Avrupa kendisiyle çelişmiyor mu?

DG: Avrupa, Avrupalığını; Batı, Batılığını yapıyor. Batı 250-300 yıldır emperyalist ve emperyalist güce yakışır şekilde davranıyor. Ne yapmasını bekliyorsunuz ki? Burada bütün suç Batı’ya ait değil, benim en hassas olduğum konulardan biri bu. Türkiye’de hiç hoşuma gitmeyen konu Batıcılık. Bu bir aşağılık kompleksi işaretidir ve bize yakışmıyor. Tamam, tabii ki biz Batı kadar ileri bir memleket değiliz; ama bizim de değerlerimiz var. Geçmişte medeniyetler yaratmışız ve daha iyisini yapabilecek gücümüz var. Kendimize inanmamız lazım, bunu bir kenara koyuyorum. Batı size zaten bir müstemlekesine yaklaşır gibi yaklaşıyor. Batı’nın size bakışı bu. Bu romantik bir bakış değil, sadece duygulara ilgili bir durum değil, ekonomiyle ilgili bir durum aynı zamanda. Siz bir müstemleke düzeyinde ekonomik güce, siyasi güce sahip olmalısınız ve orada durmalısınız. Bunu kıracak herhangi bir hamle yaparsanız, bir probleminizi çözmeye kalkarsanız örneğin, karşınızda onları buluyorsunuz; ama buna zemin hazırlayan da yine sizsiniz. Bu sizi haklı çıkarmıyor. Şunu diyemezsiniz: “Ya burada benim problemim yok, adamlar problem çıkarıyor.” Hayır, 40 yıldır Kürt sorunu var bu ülkede. Yok mu diyeceksiniz? Siz bu sorunu çözme iradesini gösteremezseniz, elin gavuru gelip size bulaşır –bu lafı tırnak içinde söylüyorum, gavur lafı sevdiğim bir laf değil- ve diyecek lafınız kalmaz. Ermeni Soykırımı böyle bir konudur. Siz kendi gerçekliğinizle yüzleşemezseniz onlara tabi olmak zorunda kalırsınız. Oysa kudretli özneler, güçlü devletler, güçlü uluslar kendi problemleriyle kendileri yüzleşiyor ve masaya öyle oturuyorlar. Siz sürekli bir şey gizleme telaşındasınız. Karşıdaki de bakıyor sizde bir sorun var, yumuşak karnınız var, sürekli oraya oynuyor, orayı vuruyor. Bu iş sadece bir masanın etrafında toplanmış karanlık adamların planlamasıyla olmuyor, bu bir süreçtir. Siz çözemediğiniz sorunlara sahipseniz, sizin üzerinizde hesabı olanlar bunu kullanır.

 

“FETÖ darbesi denilen şey aslında bir Amerikan darbesidir”

Şunu da söylemek zorundayım. Özellikle son dönemde; Batı’nın Rusya’yla savaşı, bu savaşı kaybetmesi, Suriye savaşı, burada aldığı yenilgi, Ukrayna’da uğradığı yenilgi. Dolayısıyla dünyada dengelerin değişmesi Batı’yı hırçınlaştırdı, geçmişte olmadığı kadar sert hamleler yapmaya başladı. Örneğin; FETÖ darbesi denilen şey aslında bir Amerikan darbesidir, Amerikancı darbedir. FETÖ’nün bu kadar organize, bu kadar çok subaya sahip olduğunu düşünmüyorum. Belliki bu belirli bir merkezde planlanmış, siyasiler yapamaz ama ben bunun adını koyabilirim. Bunu planlayan merkez NATO’dur, Amerika’dır. Bunu çok rahat söyleyebilirim. Türkiye’nin tarihini az çok bilen, aklıselim birisi bunu tahmin eder. Amerika planlamıştır bunu. Düşünsenize, öyle bir arsızlık düzeyi ki sizin Meclisinizi bombalayacak noktaya getirmişler; çünkü panik halinde Batı. Nitekim o paniğin sonuçları bakın başka bir şeyden çıkıyor: Trump’ın zaferi vs. Kendi sistemlerini, Sovyet sonrası genişleme siyasetlerini yürütemediklerini gördüler. Türkiye çok kritik bir ülke. Buradan şu anlam çıkmasın: “Türkiye çok gelişiyor, büyüyor, muhteşem bir yere gidiyor da Batı bunu istemiyor” Hayır, böyle bir şey yok. Türkiye aksine çok kötü bir noktaya sürükleniyor, sürüklendiği nokta itibariyle hala Batı diş geçiremiyor Türkiye’ye. Asıl problem de buradan çıkıyor. Bir şekilde bu ülkede, kim direniyor, nasıl direniyor, bilmiyorum. Ama bir şekilde diş geçiremiyor.

EDK: PKK yıllarca kırsalda, dağlarda çatıştı; ama yaklaşık olarak son 2-3 yıldır şehirlere indi. Siz bunu nasıl değerlendiriyorsunuz, neden şehirlere indi?

DG: Kısıtlı bir bilgimiz var, ama anladığımız şey şu: Bir genişleme alanı bulmuş, görece rahat bir dönem geçmiş. Bize çözüm süreci diye pazarlanan süreç. Devlet orada ne yapmış, bilmiyorum. Ama şunu gördük, çıkan çatışmalardan anladık ki şöyle bir şey olmuş: PKK, kendine ait özerk bölgeler yaratmak üzere bir harekette bulunmuş. Sonra da bunu bilenler zaten uzak bölgeler siyaseti diye bir konsepte geçtiğini, özellikle bunu yaptığını söylediler. Dolayısıyla PKK’nin bu hareketi, Rojova’daki gelişmelerle beraber aslında bir tür bağımsızlığa giden adımdı. Ben siyasi anlamda çok açık görüşlü biriyim. Bütün kavramları masanın üzerine koyup tartışabilirim. Çok fazla kırmızı çizgim yok. Bu kavramların hepsi masaya gelebilir. Özerklik, bağımsızlık; bunlar bile gelebilir. Ama bunların masaya nasıl geldiği önemlidir. Siz bunları masaya getirirken Türkiye’de bin yıldır birlikte yaşayan halkı -bunun içinde her milletten insan var- bütün bunların çıkarlarını gözeterek, onların bir problemine çözüm önerisi sunacak, onların önüne ufuk açacak bir yeni yöntem olarak mı getiriyorsunuz? Yoksa belirli merkezlerde, karanlık odaklarla pazarlık yapıp bir güç zemini, pazarlık kozu elde etmek için mi yapıyorsunuz? Bu ikincisi nedeniyle maalesef bu iş felakete döner. Dünyada hiçbir devlet yok ki kendi bağımsızlık alanı içinde başka bir devletin, silahlı bir gücün, bağımsız bir yapılanmanın varlığına izin versin. O zaman devlet olmazsınız. Siyasal bilimler fakültesi, ders 1, bunu bilmeniz gerekir. Devletin tanımı budur zaten. Devlet sınırları belirli bir coğrafyada bir egemenlik anlamına gelir. Bu egemenliğin de çok net koşulları vardır. Bu koşullara biri karşı durduğunda bu, devletin hayatiyetine karşı bir kasıttır, devlet de kendini korur. Koruyamayabilir, dağıladabilir. Yugoslavya’da başka bir şey oldu mesela. Ama devlet güçlüyse –ki Türkiye Devleti güçlü, bütün problemlere rağmen zaafa uğramış devlet değil- sizin bu insanların problemlerini çözmenin yolu olarak başka şeyleri getirmeniz gerekir. PKK’nin şehirlere inmesinin sebebini ben şöyle görüyorum: Suriye’de bağımsız bir alan elde etmek istedi. Suriye savaşından beklentisi çok büyüktü. Amerika’nın planıda buydu. Türkiye’de de bir özerklik ve belki ilerde bir Kürdistan hayali olabilir. Ama böylesi bir şey halktan destek bulmazdı, Kürt halkı bunu desteklemezdi, desteklemeyeceğini gördük.Tabii gerçekten şunu inanarak mı yaptılar, bilmiyorum. Şehirlere iş makineleriyle kazdıkları 3-5 tane hendek, eline kalaşnikof verdiğiniz, bombalar verdiğiniz çocuklarla bir devleti gerçekten yenebileceğinizi mi düşündünüz? İmkan, ihtimal vermiyorum. Bunu düşündülerse çok büyük ahmaklıktır; ama bunu görerek -ki gördüklerini düşünüyorum- çok fazla insanın kanına girdiler. Bunun günahını taşıyamazlar; çünkü orada ölen çocuklar da bu ülkenin çocukları. Hiç tartışmasız, bu ülkenin çocukları. Bu bir trajediye dönüştü.

EDK: Lenin ile ilgili son yazınızda yazmıştınız. Ukrayna’da iç savaş sırasında Lenin heykelleri yıkılmıştı. Irak’ta Saddam heykeli yıkılmıştı. Türkiye’de Atatürk heykellerine saldırılar oluyor zaman zaman. İki sorum olacak bu konuyla ilgili. Birincisi; Ukrayna’da Lenin heykelini yıkanlar, Irak’ta Saddam heykelini yıkanlar gibi pişman olurlar mı? İkincisi; neden heykeller? Doğu Perinçek’in bir yazısı var, “Heykeller de savaşır.” diye.

DG: Yazıyı okuma fırsatım olmadı ama doğrudur, heykeller de savaşır, onlar da savaşın bir parçasıdır. Hatta“Heykel Savaşları” diye bir yazı yazmıştım. Keşke savaş heykellerle sınırlı kalsa. Siz düşmanınızın heykelini yıkarsınız, düşmanınız da gelir sizin heykelinizi yıkar. Heykelde ne var? İnsan canı gitmesin, Türkiye’deki bütün heykelleri feda etmeye hazırım. Bir tek kişinin canı gitmesin, eğer yetkiyi bana verdiyseniz, ben feda ederim. Ama tabi iş, o değil.

Bu heykeller bir şeyin sonucu ya da bir şeyin başlama vuruşu. Bir şeyleri sembolize ediyorlar. Bir defa ulusal kurtuluş mücadelesi çağı var. Bu, 20. yüzyılın altın kuşağıdır. Bunu karartamazlar. Dünyada bir emperyalizm var, 200-250 yıllık emperyalizm, bunun başlaması 1917’dir. 1917’de hiç beklemedikleri bir darbe aldılar, Rusya emperyalist savaştan çekildi, büyük bir saldırıya uğradı. Ama bunu bertaraf etti ve dünya artık emperyalistlerin babalarının çiftliği olmaktan çıktı. Bir anda çıkıverdi. Bunu Türkiye devrimi izledi. Sonucu 1923; ama 1908’de başlamıştır Türkiye devrimi.En ateşli dönemi 1919-1922 arasıdır;bu üç yılda Atatürk vardır bu ülkede.Dolayısıyla Lenin çok önemli. Irak’a bakarsanız, Saddam bunların yanında minör bir figürdür, bunların yanında bir yere oturtamayız. Ama oda prensip olarak çıkış itibariyle bağımsızlıkçıdır. Libya’da Kaddafi gibi, Suriye’de Hafız Esad gibi, Baas rejimleri diye şimdi lanetlenen şey. Bunların özelliği antiemperyalist olmaları, daha doğrusu bağımsızlıkçı olmaları. Bağımsızlıkçı olunca mecburen antiemperyalist oluyorsunuz. En önemli iki örnek; birincisi Tito, ikincisi Enver Hoca’dır. Bu ikisi çok çok önemli örnekler.1991’de Sovyetler Birliği çöktü, Batı o alanı açtı. Emperyalist genişlemenin önünde bir kırılma, bir engel olarak gelmiş olan 1917 devrimi bertaraf edildi. Siyasi olarak müttefik olmasalar bile moralman bağlı olan Yugoslavya parçalandı. Arnavutluk çöktü, Doğu blokundaki ülkeler, rejimler çöktü, kapitalist ekonomiye geçtiler. Irak, Libya gibi Baas’ın hakim olduğu ülkeler tasfiye edildi. Suriye’ye gelindi. Eski Sovyet coğrafyalarında hala Lenin’e büyük bir sempati var, bir zemini var. Daha doğrusu bir mirası devam ettiriyorlar, öyle diyebiliriz. Rusya tarih sahnesinde, birazda bu mirası yiyerek var oluyor. Aslında Doğu’ya doğru ilerlemenin kuzey ve güney ayakları çöktü, Rusya açıldı, Sovyetler açıldı, Arap coğrafyası-Ortadoğu açıldı. Yani 1917 tasfiye edildi. İkinci savaş sonrası 1950’de olmuş olan bağımsız hareketler tasfiye edildi. Ama 1923 kaldı, işte emperyalistlerin karın ağrıları da budur. Kurucu ideolojiye bu kadar yüklenilmesinin sebebi bu.

Heykellere gelecek olursak, Ukrayna’da Lenin heykelini yıktıran irade ile, Irak’ta Saddam heykelini yıktıran aynı iradeydi. Bunlar turuncu devrimciler. Burada Cumhuriyet Gazetesi’ne çöken iradede aynı iradedir. Benzerlik kurmuyorum, birebir aynılar. Arkasını kazıdığınızda Açık Toplum Enstitüsü çıkar, Soros çıkar. Kazımanıza gerek yok. Açıktır zaten, söylüyorum. Yayın organları var, gazetecileri var, vakıfları var, sivil toplum faaliyetleri var. Bizim Hasan Cemal’in T24 gazetesinin bağış aldığı NED, Norveç dış işleri, İsveç dış işleri… Bu kurumlar aynı kurumlar. Ukrayna’da bu turuncu devrimi yapan, Lenin heykelini yıkan adamların arkasındalar zaten. Bunlar partnerler. Açık Toplum Enstitüleri hakeza, aynı şekilde. Dolayısıyla Lenin’e düşman olanın, burada da Atatürk’e düşman olması hiç şaşırtıcı değil.

Ukrayna’da bu heykellerin yıkılmasının manası nedir? Bunun manası, Ukrayna için karanlıktır. Çünkü heykel, sadece heykel değildir. Heykel yıkıldıktan sonra bir fotoğraf var orada, ben çektim fotoğrafları. Heykel yıkılır yıkılmaz yerine bir Avrupa Birliği bayrağı dikildi. Bir de sağ sektör, Ukrayna’daki Svoboda’nın bir yan teşkilatı, bir faşist parti ve bunlar Avrupa Birliği bayrağını diktiler, heykeli beraber yıktılar. Sonra -zannediyorum- bir Alman asıllı sanatçı bir performans gerçekleştirdi. O kaidenin üzerine bir klozet yerleştirdi. Aşağılamaya bakın, küfre bakın. Altın yaldızla boyanmış bir klozet. O da bir performans sanatı oldu.

Ukrayna burjuvazisi bir süre bunu destekleyebilir, böyle gidebilir. Ama bu yoldan çıkış yok. Dünya üzerinde hiçbir millet yok ki Batılıların kucağında oturarak, Batılıların koltuk altına girerek kendine ışıklı, aydınlık bir yol açabilmiş olsun. 20.yüzyıla bakın, 20.yüzyıl boyunca Doğu’da nerede olumlu bir şey olduysa, Batılılara “rağmen” olmuştur ve rağmen olmak zorundadır. Lenin heykelinin anlamı budur: Lenin heykelini kaldırdığınızda o ülkede iki şeye yol açarsınız: Bir; milliyetçiliğin önünü açarsınız, faşizmin önünü açarsınız. İki; daha önemlisi liberalizmin, batıcılığın önünü açarsınız.

Ukrayna mutlaka bu hatasını bir gün anlar, geri döner, geri dönecektir. Türkiye ile Rusya arasında kriz olduğunda Rusya’yı savunan yazılar yazdım, çok tepki gördüm. Özellikle Ak Parti’nin trolleri falan söylemediklerini bırakmadılar, “vatan haini” bile dediler. Fakat söylediğim şuydu: İki büyük komşu kavga edemez, bu kavga her tarafı zararlı çıkartır. E ne oldu? O zaman küfür ediyorlardı, şimdi işin arkasından FETÖ çıktı, Amerika çıktı. Oysa siz üç mahalle ötedeki kişiyle iyi geçinip, onun tezlerini savunup kapı komşunuzla kavga içinde bulunamazsınız. Zararlı olursunuz, bu durumu sürdüremezsiniz. Heykellerin manası da şudur: bir kente, şehre gittiğinizde, bir meydana vardığınızda, oradaki egemenliğin simgesi o heykeldir. Taksim anıtı da budur. İşte Atatürk’le ilgili semboller kalkıyordu, Atatürk’e hakaret ediliyordu falan. Bakın şimdi kendi binalarına Atatürk posteri asıyorlar. Olmadı, kaldıramadılar, kaldıramazlar.

Bir gönderi yayınlayabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir. Giriş