Abdi İpekçi’nin Verdiği Son Röportaj – TAM METİN

0 Yorum

Milliyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni ve Başyazarı Abdi İpekçi, 1 Şubat 1979’da karanlık bir suikasta kurban giderek hayatını kaybetti. Yazılarında Atatürkçülüğü, barışı, düşünce özgürlüğünü, ülkenin bağımsızlık ve bütünlüğünü savunan Abdi İpekçi, ülkemizde katledilen ne ilk ne de son gazeteciydi.

RÖPORTAJLIK olarak Abdi İpekçi’yi anmak ve yeni kuşaklara hatırlatmak için vefatından 15 gün önce Yılmaz Çetiner’e verdiği, 2006’da yayınlanan röportajın tam metnini yayınlıyoruz. 

abdi-ipekci-olduruldu-mansetler

12 Eylül’ün öncesinde ekonomik ve siyasi buhranın hâkim olduğu, terörün azıttığı bir ortamda İpekçi, bir türlü uzlaşmayan Demirel ile Ecevit’i ‘barıştırmak’ istiyordu. İki liderin anlaşmasıyla sorunların çözüleceğine inanıyordu.

Abdi İpekçi’yle yapılan son röportaj – 1

Sunuş

Abdi İpekçi ile gazeteciliğe aynı yıllar başladık. Bir ara Yeni Sabah’ta beraber olduk. Sonra ben Vatan’a girdim. Yaklaşık 30 yıl Babıâli’de meslektaş, dost olduk. Bu, bize ayrıca da özel arkadaşlık kazandırdı.
Yıllar sonra ben onun Ankara temsilcisiydim, sonra röportaj yazarı. Hiçbir siyasi ve ticari çıkarı olmayan mesleğinin âşığı, okuyan, yeniliklere açık, ileriyi gören aydınlık bir gazeteciydi Abdi.
Bir gün, benim dizi röportaj ve inceleme tutkumdan olacak Milliyet’in belgesel bir tür romanını yazmamı istedi. Tabii Ercüment Karacan da beraber. Altı aydan fazla serbest kaldım, çalıştım eseri tamamladım. Bu arada Babıâli’nin eski ustalarıyla tanıştım onları dinledim.
1915’ten 1975 yılına kadar Babıâli’de geçen olayları tespit ettim, yazdım.
Abdi İpekçi’yle her gün karşı karşıya idik, hatta bazı akşamlar beraber çıkıp otomobiliyle Nişantaşı’na kadar gidiyordum. Ama bir türlü onu konuşturmak mümkün olamıyordu. “Akşama görüşürüz”, “Yarın sabah görüşürüz”, uzayıp gidiyordu…
Nihayet bir gün yakaladım aziz arkadaşımı… Kaçamadı ama takipçiliğim hoşuna gitti, gülmeye başladı.
– Ama, dedi; Turhan’ı (Aytul) da çağıralım Milliyet’teki bazı olayları hatırlatır.
Tamam dedim… ve başladım sorularımı sormaya.
Aradan tam 27 yıl geçti. Yazdığım 3. hamur kâğıtlar bile gevrekleşti… ama 21 sayfalık anı-röportaj sakladığım yerde demir gibi duruyordu.
Hani bazı yaşlı hasisler vardır! Birçok değerli eşyalarını ortaya çıkaramaz, üzerine oturur. Yoksa öyle miyim? Güldüm kendi kendime.
Geçen gün inanın biraz da heyecan içinde gazeteye gittim. 30 yıldır çalıştığım Milliyet’ten yaklaşık bir yıl uzak kalmıştım. Ohh hayat varmış!
Genç yönetmenimiz Sedat Ergin ile odasında sohbet ediyoruz. Sehpanın üzerine koyduğum şeffaf dosya içindeki sararmış kâğıtları gördü, “Ne bunlar ağabey” dedi… İşte tam gazeteci merakı!
Abdi İpekçi 27 yıl önce hayatını anlatıyordu bana. Nasıl gazeteci olduğunu. Milliyet’e girişini… Gazete içindeki olayları… Asıl önemlisi niçin ortanın solunu tuttuğunu… Ecevit’i bu konuda nasıl donattığını, kendisinin orta solun neresinde olduğunu…
“Dur dur” dedi, genel yönetmenim. Hayret dolu bakarak. “Bugüne kadar neden yazmadınız?” dedi. 
Önce böylesine süratli önsezisini düşünememiştim. Geç kalmak bizim meslekte affedilmez, biliyorum. Yalnız şunu söyleyeyim, Abdi olsaydı aynı manzara karşısında o da böyle yapardı. Hatta bir odayı kapatır, hazırla şu yazıyı derdi. 
Ve işte Abdi İpekçi’yle ölümünden iki hafta önce yapılan 27 yıllık konuşma…

Demirel ile Ecevit’i buluşturmak istedi

Abdi İpekçi Ankara’ya gidecekti. Başkentte siyasi hava hayli karışıktı. Büyük illerde ve Doğu’da sıkıyönetim vardı. İki büyük parti, Adalet Partisi ile Cumhuriyet Halk Partisi hiçbir asgari müşterekte anlaşıp bir araya gelemiyorlardı. Diyalog kopmuştu.
Halk her gün şiddetlenen terör olaylarından, işlenen siyasi cinayetlerden ürkmüştü! Öte yandan ekonomik yoksulluklar içinde kıvranıp duruyordu.
Akaryakıt, şeker, yağ tüm ihtiyaç maddeleri piyasada yoktu. Üstelik fiyatlar ulaşılamayacak kadar yüksekti.
İşte bu ortamda Abdi İpekçi, Demirel ile hükümetin başı olan Başbakan Ecevit’i bir araya getirmek istiyordu.
İki lider arasında anlaşmayı sağlarsa halledilmeyecek sorun yoktu. Terör kesilirse halkımız rahat nefes alırdı, ekonomi düzelebilirdi.

Ecevit’i eleştiriyorduk
Abdi İpekçi’nin ertesi sabah Ankara’ya gideceğinin gecesi, tesadüfen ben de bizim meşhur yazı işleri müdürlüğü masasındaki arkadaşları Nişantaşı’nda Corc’un yeni açtığı Kulis’e davet etmiştim. Benim pazarım dahil ömrüm bu arkadaşlarımın yanında geçerdi…
Turhan Aytul, Doğan Heper, Tufan Türenç ile Pınar Türenç, Azer Bortaçina, Erhan Akyıldız, Faik Akın hep beraberdik… Hasan Pulur gelememişti.
Daha kadehlerimize içki koymadan gayet neşeli Abdi İpekçi geldi oturdu aramıza. “Çocuklar çok iyi yaptınız, biraz kafanız dinlenir” dedi. Hepimiz mutlu olmuştuk!
Birkaç dakika sonra havamızı bulduk! Ben Bülent Ecevit’i fazla eleştiriyor, okuyucuların da şikâyetlerini aktarıyordum. Gazetenin yöneticileri olarak Doğan ile Tufan örnekler vererek Ecevit’i eleştiriyorlardı. Fakat, Abdi gayet rahat tartışıyor, eleştirilere kızmadan cevaplar yetiştiriyordu.

Demirel ‘Kal’ demiş…
Daha önce odasında bir gün, kendisine şöyle söylemiştim:
– Abdiciğim, Bülent Ecevit şöyle şöyle söyleyecek ama… diye yazıyorsun, mazeret beyan ediyorsun! Ne olur bu kadar açık savunma Ecevit’i diyordum.
Gülüyordu. “Sahi mi söylüyorsun. Ben bu kadar mı fazla Ecevit taraftarı görünüyorum? Eğriye eğri, doğruya doğru diyorum sadece…”
Yazı İşleri Müdürü Hasan Pulur’un, Doğan Heper’in, Turhan Aytul’un düşünceleri de gazetenin fazla Ecevitçi olduğu şeklindeydi. İpekçi son aylar dozunu azaltmıştı savunmasının ama Ecevit sıkışınca yine dayanamıyor… “yarattığı lideri” kurtarmaya çalışıyordu.
İşte az sonra Kulis’ten ayrılan Abdi arkadaşımız Ankara’ya Başbakan Bülent Ecevit ile Süleyman Demirel arasında bir anlaşma bir yakınlaşma sağlamak umuduyla gidiyordu.
Şu kadarını söyleyebilirim, Ecevit buluştuklarında o ortamda bile, Abdi İpekçi’ye, “Nurlu ufuklar”dan bahsetmiş, “Taze para bulunabileceğini her şeyin düzeleceği”ni anlatmış!
Süleyman Demirel ise Abdi’ye İstanbul’a gitmemesi için çok ısrar etmiş, “Kal burada, bu meseleyi konuşalım tartışalım” demiş.
Ama yola çıkmış, kaderine koşmuş Genel Yönetmenimiz Abdi İpekçi…

Milliyet için ikna ettiler

ÇETİNER- Gazeteciliğe nasıl başladınız? Ali Naci Bey’le nasıl tanıştınız?
İPEKÇİ- Gazeteciliğe Galatasaray’ın ortaokul sınıflarında iken amatör olarak başladım. Önce spor dergilerine karikatür çiziyordum. Sonra mizahi dergilere de karikatür çizmeye başladım. Spor dergilerindeki çalışmalarım, karikatürcülüğün yanı sıra yazarlık olarak da gelişti. Lise son sınıflarında spor dergilerinde sekreterlik de yapmaya başladım. Liseyi bitirdikten sonra Hukuk Fakültesi’ne devam ederken, günlük gazetelerde profesyonel olarak ilk çalışmalarım başladı. 
Yeni Sabah gazetesine muhabir olarak girdim. Daha sonra Yeni İstanbul’da sekreter olarak çalıştım. Yeni İstanbul’da yanında çalıştığım Mithat Perin, İstanbul Ekspres gazetesini kurduğu zaman beni Yazı İşleri Müdürü olarak aldı. Orada Yazı İşleri Müdürü olarak çalıştım ve bu arada askerlik görevini yapmak üzere ara verdim. Yedek subaylığımı Kore’de yaptım. Kore’den dönünce İzmir’de Osman Karaca beni karşıladı. 

Birkaç haftalık tereddüt
Milliyet gazetesinin yeni bir hazırlık içerisinde kendini yenileyerek çıkacağını ve Yazı İşleri Müdürü olarak beni almak istediklerini söyledi. İzmir’den geldikten sonra bir süre tereddüt dönemi geçirdim. Bu birkaç hafta sürdü. Daha sonra işte sağdan soldan gelen haberler üzerine…
ÇETİNER – Milliyet olmasaydı nereye girecektin? Yahut ne yapmak isterdin?
İPEKÇİ – Benim aslında geçirdiğim tereddüt şuydu: Milliyet olmasaydı, nereye gireceğimi düşünmedim de, geldikten sonra Babıali’de dolaştım. Yani İstanbul Ekspres’ten resmen ayrılmış, kopmuş değildim aslında. Fakat bilmiyorum neydi o tereddüt tam olarak. 

Çok kuvvetli bir şahsiyetti
Öyle bir şey kalmış hafızamda bir iz olarak. Ha, iyi bir şey yapmak istiyordum. Mesleğe daha ciddi olarak girmek istiyordum. Bunun imkânları ne olabilir, diye düşünüyordum. İşte o arada Osman Karaca’nın söylediği davet, sağdan soldan daha ısrarlı gelmeye başlayınca, bir kere gideyim, konuşayım dedim. Belki dedim, Milliyet’ten gelen bu daveti başında biraz tereddütle karşılamış olmam, eski Milliyet, yani 1950 yıllarındaki Milliyet’in havası, tutumu, politikası ile bana çok çekici gelmeyen bir gazete oluşu, o davete derhal sevinerek, isteyerek koşmamı önlemişti. 
Şimdi hafızamda öyle kalmış, bilmiyorum. Fakat bir kere git, mutlaka konuş diye ısrar edilince, gittim, konuştum. O konuşma sonucunda…
ÇETİNER – Kiminle? Ercüment Bey’le mi, Ali Naci Bey’le mi?
İPEKÇİ – Hatırladığım kadarıyla her ikisi de vardı. O konuşma sonunda tereddütlerim giderildi. Yani, yenilenen Milliyet’in 1950’nin başında çıkan Milliyet’ten her bakımdan çok farklı olacağına inandım. Politikası bakımından, tutumu bakımından, gazetecilik yapma olanakları bakımından, yeni bir yaratma hevesini tatmin bakımından, kapıların açık olduğunu gördüm. 
Gerçi o zamana kadar Naci Bey’le tanışmışlığım, konuşmuşluğum olmamıştı ama, tanıyanların bildiği gibi Naci Bey sempatik bir adamdı, o yönüyle de beni etkiledi. Sonra çok heveslendirdi, bir insanı gazeteciliğe teşvik, heveslendirme bakımından çok kuvvetli bir şahsiyete sahipti Naci Bey. O yönüyle de etkiledi.
ÇETİNER – Nerede olmuştu bu?
İPEKÇİ – Eski binada…

İpekçi, “İlk yaptığım gazete iyi olmadı. Peyami Safa, ‘Bu çocuk yapamayacak’ demiş. Safa’ya resimaltı yazdırttım, itiraz etmeden yaptı. İlk büyük münakaşalarımdan birini onunla yaptım” diyordu Çetiner’e


Abdi İpekçi’yle yapılan son röportaj – 2

ÇETİNER: Milliyet’e gelirken kiminle konuştunuz?
İPEKÇİ: Ben geldiğimde Molla Fenari Sokak’taki bina yapılmıştı. Gazete daha çıkmıyordu. Hazırlıklar yapılıyordu. Sonra Ercüment Bey de yaşça ve kafaca yakın, kolay anlaşabileceğim biri olarak gözüktü. Naci Bey’le aramızda oldukça büyük yaş farkı vardı. ben o zaman oldukça gençtim. 
Sonradan Naci Bey’in bana söylediğine göre, Milliyet’in nasıl olması gerektiği konusundaki düşüncelerimi o da benimsemiş. Böyle ilk temas sonunda kendiliğinden bir yaklaşma ve ortaklık doğdu.
ÇETİNER: Hayalinde nasıl bir Milliyet vardı? Hayalindeki Milliyet’e eriştin mi, ulaştın mı?
İPEKÇİ: Ben hayalimdeki gazeteye hiçbir zaman ulaşamadım ve ulaşamam da.
ÇETİNER: Nasıl bir Milliyet düşünüyordun o zaman?
İPEKÇİ: Her zaman düşündüğüm gazete, yani çok mükemmel bir gazete. Onu yapmak mümkün değil. Yapmak istediklerimin bir kısmını yapabildim. Yani yalnız başıma yaptım dersem bir kere beraber çalıştığım, beraber gerçekleştirdiğim arkadaşlara haksızlık olur ama, o gazete, yani zaten idealimdeki gazete, böyle çok somutlaşmış, her şeyi ile gözümün önünde bir gazete yok. 
Ama yapmak istediklerimi zaman zaman ve bölüm bölüm yapabildim. Onların tamamını aynı şekilde toplayan bir gazete olarak yapmadım. 

abdiipeki2Talihsiz dönem
İdealimdeki gazeteye en çok yaklaştığım sıra talihsiz bir dönem oldu. 1964’te bir yenilik yapmıştık. İki ayrı gazete olmuştu Milliyet. Şimdi bunu Günaydın yapıyor. Birisi doğrudan doğruya haber ve yorum veriyordu. Öteki de dinlendirici ve eğlendirici olan magazin bölümüydü. 
O sekiz büyük sayfalık gazetede işte bugün Batı’da yayımlanan ve bütün dünyanın bildiği, ciddi ve okunan gazetelerine yaklaşmak istemiştik ve yaklaşıyorduk. 
Ama o sıralarda birtakım talihsiz olaylar oldu ve bu formülün uygulanmasında maddi ve manevi bakımdan ortaya çıkan problemler çözümlenemedi, tekrar eski şeyine… Fakat o yenilikten birtakım şeyleri de muhafaza ederek döndü gazete.
ÇETİNER: Pahalıya mı mal oldu?
İPEKÇİ: Maddi yükü ağırdı. Aslında taşınabilirdi bu zannediyorum. Hatırladığım kadarıyla martta falan olmuştu. Bir iki ay sonra mevsimlik düşüş başlıyor ilan bakımından da satış bakımından da… Bu pahalılığın taşınması konusunda korkular ve tereddütler belirdi. O zaman Milliyet bugünkü kadar rahat maddi olanaklara sahip değildi. 
Ayrıca Çetin Altan’ın ayrılmasına da rastlamıştı, o dönem. Çetin Altan’ın ayrılması hem hadiseli olmuştu, hem de etkisi görülmüştü gazetede. Başka faktörler üst üste binince Ercüment Bey bu formüle dayanan gazeteyi, o şekliyle o ağır yüküyle taşımaktan endişeye kapıldı ve vazgeçildi.
ÇETİNER: Milliyet’e girişinizin hikayesi böyle başlıyor. O konuşmalardan ne kadar zaman sonra başladın, gazete ne kadar sonra çıktı?
İPEKÇİ: Ağustosun ikinci yarısında konuşmuştuk. Gazete 1 Ekim’de çıkacaktı. Yani bir aylık bir hazırlık dönemi oldu.

Paraşütle inmiştim
ÇETİNER: Milliyet’te ilk karşılaştığın önemli olay hangisi?
İPEKÇİ: Benim sonradan öğrendiğim bir iki olay var başlangıçta. Yani ben geldiğim zaman daha önce beraber çalışmadığım bir kadronun başına adeta paraşütle inmiş gibiydim. Gerçi daha önce çalıştığım bazı arkadaşlar sonradan katıldılar kadroya. 
Başlangıçta sezmedim, fakat onların daha önce beraber çalışmaya alışık oldukları kimsenin yerini alan ve kendilerinden yaşça büyük olmayan, tecrübe bakımından da belki onlardan daha üstün olduğu tartışılabilecek birisinin gelmesini tereddütle karşıladıklarını sonradan öğrendim. 

Olumlu karşılanmadım
Bana hiç sezdirmediler ama bazı arkadaşlar, 1 Ekim’de, gazete yayımlanmadan önce toplanıp tanımadıkları ve belki de inanmadıkları bir insanın paraşütle tepelerine indirilmesini olumlu karşılamamışlar ve bir ortak hareket tasarlamışlar. 
O sıralarda gazetede tanışıklığım olan kimseler arasında Sami Önemli ve yanılmıyorsam rahmetli Ümit Deniz vardı. Onlar bu arkadaşlara karşı çıkmışlar, beni tanımadıklarını, zannettikleri gibi olmadığımı, en azından bir şans tanınması gerektiğini galiba… 

Kamçılayıcı oldu
İşte o mealde konuşmalar yapmışlar ve ikna etmişler, herhalde durdurmuşlar. Ama bu ümitsiz, olumsuz ve mütereddit hata sonradan da devam etti. 
Bir kısmına doğrudan doğruya tanık oldum, bir kısmını sonradan öğrendim. 
Bu anlattığım sonradan öğrendiklerimden biriydi. Mesela Bedri’nin (karikatürist) ilk günkü gazeteyi teftişiydi. Hatta gazeteden önce ilavesi basılmıştı. Makinenin başında idik, birçoklarımız heyecanlı. Gazete çıktı falan ve ben de merakla nasıl karşılanacak diye bakıyordum.
Bedri eline aldı. Bu gazeteden zaten ümitli değildim. Şimdi hiç ümidim kalmadı dedi, bıraktı. Üzüldüm ama yılmadım. Ve bundan dolayı Bedri’ye kırılmadım, bilakis belki de daha kamçılayıcı oldu bana bu ve buna benzer tepkiler. 

Bildiğimi okurdum galiba
İlk günkü gazete, her gazetenin ilk nüshası gibi aşağı yukarı bir sürü aksiliklerden ve benim de hatalarımdan herhalde, pek iyi çıkmadı, hatta hiç iyi çıkmadı da diyebilirim. 
Bu tereddüt duyanlarda, tereddütlerin büyümesine yol açtı. Ve yine sonradan öğrendiğim kadarıyla Peyami Safa (ki hazırlık dönemindeki ilişkilerimiz gayet iyiydi Peyami Safa ile). Ben o zaman meslekteki büyüklerime hep bir hoca olarak yaklaşır ve onlardan bir şeyler öğrenmeye çalıştım. Ama o zaman dahi yine bildiğimi okurdum galiba sonunda.

Peyami Safa’ya ters konuştum

ÇETİNER: Peyami Safa, bizim “küçük dâhi” dermiş?..
İPEKÇİ: Bilmiyorum. O ilk günkü gazeteyi eline aldığı zaman, sonradan bana anlattıklarına göre, Peyami Safa bunu bana kendisi söylemedi de, doğrusunu söylemek lazım, ondan sonraki ilişkilerimizde Peyami Bey’le iyiydi, her gün uğrardı. Tenkitlerini söylerdi, ben ondan fikir sorardım. Bazen resimaltı dahi yazdırttığım olmuştur Peyami Safa’ya. Siz bunu daha iyi yaparsınız falan diye ve hiç aldırmadan, itiraz etmeden de yapardı. Sonraları bozuldu ilişkilerimiz ve meslekte ilk büyük münakaşalarımdan ve sert çıkışlarımdan birini onunla yapmak zorunda kaldım.

Safa’nın komünist fobisi
ÇETİNER: Sebebi neydi?
İPEKÇİ: Şimdi tam hatırlamıyorum da, onun matbaada komünist araba fobisi başlamıştı. Hiç ilgisiz insanların aleyhinde gibi konuşurdu. Bunlar arasında mesela Yazı İşleri ile ilgisi olmayan teknik serviste çalışan, siyasi şeyi katiyen olmayan, gayet iyi bildiğim kimseler vardı. Onlara karşı böyle ters çıkışlar yapardı. Gelirdi bana, onlardan dolayı baskı yapmaya. 
Sonra Naci Bey’in vefatından sonra, gazetede her istediğini yapan ve yaptırmak isteyen bir adam havasına girmişti yavaş yavaş. Bunu Ercüment Bey çok kırdı başında. Bana da geliyordu, bazı şeyler yaptırtmak istiyordu. Ben onu kırmadan bunları yapabildiğim kadar yapabiliyordum. Ama kendi düşüncemle çok çatışan, sürtüşen şeyleri de yapmıyordum. Ama onlar politik mahiyette değildi. 
Yani Peyami Bey’le aramızdaki çatışmayı siyasi bir görüş ayrılığından çıkan çatışmalar olarak yorumlamak yanlış olur. Gelip şu komünisttir, bu bilmem nedir filan dediği zaman münakaşalarımız olmuştur. Ama onun dışında daha çok gazetenin yayını, teknik meseleleri, şunlar bunlar, kendisinin yapmak istediği işler filan…

Safa mukabele etmedi
İlk defa bir büyüğüme karşı çok ters ve sert konuşmak zorunda kalmıştım. Onu hiç unutmuyorum. O dahi bana aynı terslikte mukabele dahi edemedi, kendince işten bir nasihatımsı bir lafla ayrılmıştı… Bunun dışında Peyami Safa Bey’le anlaştığımız, anlaşmadığımız birçok şeyler olmuştur ama, ondan yararlanmaya çalıştım ve yararlandım da.url
ÇETİNER: Yazısının kullanılıp kullanılmadığı değil…
İPEKÇİ: Hatırladığım kadarıyla değil… Öteki anlatmak istediğim meseleye gelelim. O gitmiş ilk günkü gazeteyi aldıktan sonra Naci Bey’e, “Bu çocuk bu işi başaramayacak. Geç kalmadan tedbir alalım ve değiştirelim” diye heyecanlı ve sert bir çıkış yapmış. Naci Bey bunu serinkanlılıkla karşılamış, “Dur acele etme. Ben henüz o kanaatte değilim.” 

Patron Naci Bey’den Abdi İpekçi’ye

‘Tenkit edilince boynunu büküyorsun, üzülüyorum’

ÇETİNER: Milliyet’te ilk günkü hatalardan sonra ne yaptınız?
İPEKÇİ: Bereket versin ikinci gün gazeteyi toparlayabildim. Nitekim gazeteyi basan makinist dahi -şimdiki Başmakinist Hakkı Usta Tan-, “Ha Abdi Bey, şimdi oldu” demişti. 
Gerek psikolojik ortam gazetede, gerek gazetenin çıkışında iyi olmayan hususları kısa sürede toparlayabilmek, hep beraber çalıştığım arkadaşlarla ahenkli bir havayı tutturabilmek, hem gazetedeki hataları kısa sürede gidertebilmek olanağını buldum.
ÇETİNER: Ali Naci Bey’i nasıl karşılıyordunuz o ilk günlerde…
İPEKÇİ: O ilk günkü başarısızlığı bana hiç duyurmadılar. Yani suratlarından da onların bir tereddüt geçirdiğini okuyabilirdim belki ama, benim cesaretimi kıracak en ufak davranışları olmadı. Aksine teşvik ettiler. 
Naci Bey’in bir yanı vardı. İnsanı çok güzel överdi, yani maalesef çok az çalıştım onunla ama, o kısa süre içerisinde biraz iyi olan bir şeyleri alıp göklere çıkarırdı. O insanı cesaretini, moralini çok yükseltir. Buna karşılık tenkidi gerektiren bir durum olunca da hiç sakınmazdı. Ama bana söylediği bir şeydir o. 

Naci Bey pişman oluyor
“Yahu derdi. Sen tenkit edilince, boynunu öyle masumane büküyorsun ki, bir kere münakaşa edemiyorum seninle. Ondan sonra da üzülüyorum tenkit ettiğime, pişman oluyorum” derdi. 
Ben bunu bilerek olsun diye yapmıyordum ama, o böyle bir teşhis koymuştu ki galiba böyleydi. Çünkü hatamı gördüğüm zaman tenkide uğramadan önce ben çok üzülüyordum. O üzgünlük yükünü üzerimden atamıyordum. Naci Bey beni bir hatadan dolayı eleştirmeye çağırdığında, karşısına zaten o üzüntüyle çıkıyordum. 
Onun için tenkitlerinde de sert olmuyordu bana. Sonra, yazarlık yapmıyordum. Sadece Yazı İşleri Müdürü’ydüm. O zamanki Yazı İşleri Müdürlüğü sekreterlikti. İyi mizanpaj yapan, iyi Yazı İşleri Müdürü sayılıyordu. Ve bütün sayfaların mizanpajını spor dahil yapıyordum. Ama yalnız sekreterlik yapıyordum. 

İlk yazım spor üzerineydi

ÇETİNER: Sporla özellikle ilgilendiniz?
İPEKÇİ: Spor sayfasıyla özellikle ilgilenirdim, çünkü spordan gelmiştim ve sporda tasarladığım birçok yenilikler, düşünceler vardı. Bunları yavaş yavaş spor sayfasında uygulamaya başladım ve dolayısıyla ağırlığımı, dikkatimi spora vererek, belki kabiliyetim de o sıralardaki formasyonum bakımından ordaydı. 
Bunun sonucunda önce spor sayfasına ilgi toplayan bir gazete oldu Milliyet. O sırada ilk defa Yılın Sporcusu seçildi. O seçim dolayısıyla şimdi tam hatırlamıyorum, bir yazı yazmak zorunda kaldım. 
Sanırım Milliyet’e yazdığım ilk yazı idi, imzasızdı. Ertesi gün Naci Bey yazıyı okumuş, çağırdı beni kim yazdı bu yazıyı dedi. Ben nasıl karşıladığını tam bilmiyordum ama, yazdığımı söyledim. 

‘Monşer, yaz bir şeyler’
“Monşer, sen iyi bir yazarsın, yaz, bir şeyler yaz” dedi. Ne yazayım Naci Bey dedim. “Yaz bir şey yahu, ne olursa olsun yaz bir şey” dedi. O zaman politik yazı yazmak filan haddime değil, aklımın ucundan da geçmiyor. 
Başka konularda öyle fıkra mıkra o da söz konusu değil. Askerliği Kore’de yapmıştım, Japonya’yı görmüştüm. Oradan birtakım notlarım filan vardı, resimler. Japonya’yı yazayım dedim. Tamam dedi.

İpekçi, “Menderes’le sohbet sert bir tartışmaya dönüştü. Menderes’in önemli randevuları vardı ama gitmedi. ‘O fantezi çoraplı genç kimdi?’ demiş benim için” diye Çetiner’e anlattı


Abdi İpekçi’yle yapılan son röportaj – 3

ÇETİNER- Gazetenin çıktığı günlerde, muhalefet ve iktidar ile gazetenin ilişkileri nasıldı?
İPEKÇİ- Naci Bey’in Demokrat Parti ileri gelenlerine, özellikle Menderes’e yakınlığı herkes tarafından biliniyordu. Yalnız o dönemlerde DP özgürlükleri kısıtlama tedbirlerine henüz başlamamıştı. DP ile mücadele etme ortamı ilk yıllarda söz konusu değildi. 
İkincisi, Naci Bey, DP’ye ve Menderes’e yakın olmasına rağmen, ilk günkü başyazısında belirttiği gibi, tarafsız olmaya zaten angaje olmuştu. Kendi imzasıyla, iktidara dalkavukluk etmeyeceğini, tarafsız ve bağımsız kalacağını yazdı. Biz de bu politikayı sürdürüyorduk. 

Tarafsızlığı sürdüremedik
Daha sonra sürtüşmeler başlayınca, tarafsızlığı ve objektifliği tam bir özgürlükle sürdürebilmek güçleşti. DP’ye karşı kesin bir vaziyet alışımız hemen olmadı. Belki bunda DP’nin gazeteye, yani Naci Bey’in şahsına ve ailesine Menderes’in yakınlığının rolü, gelebilecek baskılara karşı ihtiyatlı davranmak da etken olmuştur. Ama ben yazı işleri müdürü olarak sorumluluğumu yürütürken, haberleri değerlendirirken, bu etkenlerin baskısından kurtulmaya çalışıyordum. Milliyet başlangıçta sert bir muhalefet yapmadı. 
DP’ye karşı başlayan reaksiyonu temsil eden bazı gazeteler muhalefetlerini daha sert bir üslupla yürütüyordu. Milliyet o sertlikte gitmedi. Bu, DP’nin son yıllarına kadar böyle dengeli bir şekilde gitti.

DP giderek sertleşti
ÇETİNER- Hangi olay acaba DP ile Milliyet’i karşı karşıya getirdi?
İPEKÇİ- Bunu tek bir olaya bağlamak yanlış olur. DP muhalefete ve basına karşı sertleşti. Bu sertlik, başka bir sertliği davet etti. Muhalefetten başladı ve gazetelere de geçti. Milliyet de bunun içindeydi. Başlangıçta ihtiyatlı ve dengeli idi. Fakat giderek DP sertleşince Milliyet’in tutumu da kesinleşti ve sertleşti. 
Özellikle son yıllarında, artık adamakıllı DP iktidarının özgürlüklere karşı aldığı tedbirlerle, ekonomik politikasıyla savaşan bir gazete haline gelmişti Milliyet. Ve sanıyorum ki başı çeken iki üç gazeteden biriydi. 
ÇETİNER- Menderes’in telefonu açıp da şikayetleri oluyor muydu?
İPEKÇİ- Oluyordu. Ben direkt olarak Menderes’le muhatap olmadım. Bir olay hariç… Washington’a gelmişti Menderes. Yanında da Nadir Nadi ile Ercüment Karacan vardı. Ben de o sırada bir gazetecilik seminerinde bulunuyordum. Onlar Washington’a gelince ben Chicago’daydım. O geziyi izlemek üzere Chicago’dan Washington’a geldim. 
Washington’da sefarette bir sohbetle başlayan koyu ve sert bir tartışma oldu. Menderes’in önemli randevuları vardı. Büyükelçinin uyarılarına rağmen gitmedi. Ve bizimle orada bir tartışmaya girdi. 

İleri giden sözler söyledim
Fatin Rüştü, Menderes, Altemur Kılıç, Ercüment Karacan, Nadir Nadi, ben… Orada Menderes’le ilk ve karşı karşıya, benim ve ötekilerin çok sert tartışması oldu. Yani o günün koşullarına göre çok sert sayılması gereken bir konuşmaydı. 
Ben de o zaman gençliğimin verdiği hızla belki oldukça ileri giden sözler söyledim. Altemur, o toplantıdan uzunca bir süre sonra, Menderes’in bana o toplantıda bozulduğunu, “O fantezi çoraplı genç kimdi?” dediğini söyledi. Ben o zaman renkli çorap giymiştim anlaşılan. Ona dikkat etmiş, konuşmalarımdan pek hoşlanmamış ve Altemur’a öyle sormuş, “O fantezi çoraplı genç kimdi?” diye.
ÇETİNER- Bilmiyor muydu?
İPEKÇİ- Bilmemiş olabilir. Çünkü o zamanlar gazetede adı sanı geçmeyen birisiydim.

Peyami Safa İpekçi için ‘Küçük Dâhi’ diyor

ÇETİNER- İlk imzalı yazınız ziyaret ettiğiniz Japonya mıydı?
İPEKÇİ- Döneli iki ay olmuştu… Böylelikle ilk imzalı yazılarım yanılmıyorsam o Japonya…
ÇETİNER- Bir hamle yapıyorsunuz 1955 yılında. Bu hamle sırasında Ulunay’ın Sayılı Fırtınalar’ı, Server Bedii’nin (Peyami Safa) başka bir romanı ve senin Japonya… O hamlede. Bu arada geçen acı tatlı olaylar veyahut konuşmalar var mı?
İPEKÇİ- O zaman Yazı İşleri Müdürlüğü bir nevi sekreterlikti ve gazetenin erken baskısı filan yoktu. Bir baskısı vardı. O da gece 01.00’de, 02.00’de. Yani ben matbaada 01.00’e kadar, hatta daha da çok kalırdım. Çünkü gazeteyi almadan makineden eve dönemezdim. Onun için baskının da başlamasını beklerdim. Naci Bey de o sıralarda, özellikle ilk günlerde mutlaka gazeteye gelirdi. Saat 01.00’de o da gazeteyi alıp eve gitmek üzere. Beraber beklerdik makinenin dönmesini. 

abdiipekçi3Sabah eve dönerdik
Dönerdi makine, gazeteyi alırdık, bakardık filan, haydi Naci Bey gidelim. Dur derdi, şu kalıp değişsin, bir de onu görelim derdi, biraz daha beklerdik. Dur derdi, şu müvezziler gelsin, gazete dağıtılsın, gazetenin dağıtımını da görelim derdi. Böylelikle baskı başlasın, ayarı yapılsın, bayiler gelsin, müvezziler gelsin diye diye biz sabahlardık. Ve sabahları giderdik. Bazen de kahvaltımızı da ederdik, öyle dönerdik.
TURHAN AYTUL- Bu arada bir gece Abdi Bey erken kaçtı, bilmiyorum hangi gece olduğunu ama, tarihini biliyorum. Kapalıçarşı yangını oldu. Naci Bey geldi. Fakat Abdi Bey yok… Çünkü Naci Bey arattırıyor, Abdi’yi bul, diye…
ÇETİNER- Nişanlanmak üzere imiş…
AYTUL- Ya nişanlı ya nişanlanmak üzere… Bir türlü bulamadık Abdi Bey’i. Abdi Bey sonra saat 11.00’e, 11.30’a doğru geldi. Kendiliğinizden geldiğini zannediyorum. Ondan sonra Naci Bey çok sevindi. Artık gerisini siz devam edin.
İPEKÇİ- Galiba mürettiphaneye gidişim, Naci Bey’i orada buluşum filan…
AYTUL- Müthiş bir gün. Naci Bey, “Abdi İpekçi yok, ne olacak?” diyor. Abdi İpekçi’ye emanet etmiş her şeyi. Ve Abdi Bey geldi, sayfaları yaptınız. Kapalıçarşı yandı diye ve ondan sonra sabaha karşı da çıktık… Küçük Dâhi meselesini sordun mu Abdi Bey’e?
İPEKÇİ- Nedir? Hiç bilmiyorum ben onu…
AYTUL- Abdi Bey’e takılmış ilk sıfat. Milliyet gazetesinden Peyami Bey tarafından. “Küçük Dâhi”.
İPEKÇİ- O alaylı…
AYTUL- Alaylı tabii, aleyhinizdeki şey.

Patronunun başyazı yazmasını önleyen yazar

İPEKÇİ- Neydi benim Peyami Safa ile aramızdaki mesele? Hatırlamaya çalıştım da…
AYTUL- Sizin Peyami Safa ile bir meseleniz yoktu.
İPEKÇİ- Ben de öyle hatırlıyorum.
AYTUL- İlk anda yoktu. Fakat Peyami Bey gazetede otorite olmak için, yani bugünkü genel yönetmenlik sıfatını alıp, sizi sekreter haline getirmek istiyordu ve bu yüzden sizin hakkınızda “Küçük Dâhi” tabirini kullanıyordu. Ve birinci gazete çıktığı zaman onu koz olarak kullanmıştı. “Küçük Dâhi’nin yaptığı işe bakın!” diye…
İPEKÇİ- O zaman mı bu lafı kullanmıştı?
AYTUL- Tabii.
İPEKÇİ- Bunu ikiye ayırmak lazım.
AYTUL- Ali Naci Bey’in ölümüyle o.
İPEKÇİ- Asıl o benim bildiğim.
AYTUL- Ama başlangıç bu.
İPEKÇİ- Ama başlangıçta ilk günkü gazeteyi beğenmiyor: “Bu çocuk bu işi yapamayacak, geç kalmadan…”
AYTUL- O ayrı.
İPEKÇİ- “Küçük Dâhi” o zaman bir şey olmamış ki! Öyle bir laf olsun.
AYTUL- Hayır, Ali Naci Bey’in ve Ercüment Karacan’ın size olan itimadından dolayı Server Bedii, yani Peyami Safa son derece tedirgin. O küçük bir yan masa vardı. Ali Naci Bey’in…
İPEKÇİ- Şimdi… Peyami Safa’nın ilk başlarda bana karşı gazetenin içerisinde otorite iddiası olamaz. Çünkü Naci Bey var. Naci Bey varken Peyami Safa yerini bilirdi. Gerçi Naci Bey’den sonra gelen en önemli adam olmak iddiasındaydı, bu iddiası da herkes tarafından bir yerde kabul edilmişti, bildiğim kadarıyla.
AYTUL- Bir gün beni Faruk Ağabey’le beraber yemeğe davet etmişti. Size başkaldırmak üzere… Ben bunu nasıl kabul etmedim. Belki ilk defa size biz başkaldırdık…
İPEKÇİ- Orada Sami Önemli’nin müdahalesi oluyor değil mi?

Safa’nın 2 hikâyesi var
AYTUL- Aleyhinizde olan birtakım şeyler büyütülmüş, Kıbrıs meselesinde. Makarios zannediyorum… 
“Küçük Dâhinin çıkardığı gazeteye bak. Bu gazete böyle çıkarılmaz. Böyle şeyler olmaz. Sen karşı çıkacaksın bu işe ve sen geçeceksin sekreterliğe” denildi. 
Ben de, “Ben bu işe girmem. Bir defa girdim. Abdi Bey’in şahsı ile değil, yeni bir adam oluşu dolayısıyla girdim. İkinci sefer girmem” dedim Faruk Ağabey’le beraber yemek yedik…
İPEKÇİ- Neyse ama benim demek istediğim şey başlangıçtaki hikaye ile Naci Bey’in ölümünden sonraki hikâye birbirinden çok farklı. Başlangıçta samimi olarak benim bu işi başaramayacağıma inanmış ve Milliyet’in daha iyi olması için benim uzaklaştırılmamı düşünmüş olabilir. Ondan sonraki hikâye ise Naci Bey’in ölümüyle… 
Gazetede kim var? Naci Bey’in oğlu Ercüment Bey var. “Gazetecilikten hiç anlamaz” diye düşünüyor Peyami Safa. “Abdi var, o da bir sekreter. Bu gazetenin politikasını ben yaparım. Hangi yazının girmesine, hangi yazının girmemesine, hangi adamın alınmasına, hangi adamın alınmamasına ben hükmederim ve ben kendimi Ercüment Bey’in ve Abdi’nin üzerinde bir adam olarak bu gazetenin başında görüyorum.” 
O anlayışla girdi sanıyorum. Bir kere Ercüment Bey bunu sineye çekti. Başyazı yazmak istedi, önledi. “Gazetenin politikası şöyle olmalıdır, böyle olmalıdır” dedi, onu kabul etmedi. İlk direnişi Ercüment Bey’den gördü ve Ercüment Bey’de, “Bu çocuk gazetecilikten de anlamıyor ben bunu istediğim gibi kullanırım” anlayışını göremedi. 
Sonra benimle başladı sürtüşmeler: Bir sekreter olarak gelip “şunu yap, bunu yapma” diye… Ben ona saygı gösteriyordum yine. İnanmadığım ve çok ters gördüğüm şeyleri de kabul etmiyordum ve Ercüment Bey de beni kabul etmemeye teşvik ediyordu.

İpekçi, “Vardığım sentez ortanın solundaydı. Daha çok sosyal demokrattı. Solun neresinde olursa olsun ve sağın neresinde olursa olsun, herkesin düşüncelerini açıklamasından yanayım” diyordu


Abdi İpekçi’yle yapılan son röportaj – 3

ÇETİNER: Ulunay’la Burhan Felek sütununun hikâyesi… Ulunay’la anıların…
İPEKÇİ: 27 Mayıs öncesinden gelişmeye başlamıştı. Fakat daha bilinçli hale gelişi, 27 Mayıs’tan sonra. Ben sosyal görüşlerimi böyle birtakım kitapları okuyarak, yahut birtakım insanları dinleyerek kalıplar halinde oluşturmadım. Bunun bir gelişmesi oldu. Bu gelişmede de en önemli rolü, sık sık yapmak fırsatını bulduğum geziler oynadı. Yani değişik ülkeleri, değişik rejimleri gördüm. Bildiklerimi gördüklerimi birleştirip birtakım sentezlere vardım, kendi fikirlerimi oluşturdum. Bu sentez ortanın solunda bir noktada idi. Daha çok sosyal demokrat denebilen bir karakter taşıyordu. 

14’ler olayı
Ayrıca düşünce özgürlüğüne inanıyordum. Solun neresinde olursa olsun ve sağın neresinde olursa olsun, herkesin düşüncelerini açıklamasında serbest kalmasını benimsedim. Toplumcu bir eğilimle, özgürlükçü bir eğilim birleşti benim sentezimde. Ve her iki nedenle, Türkiye’de o dönemlere kadar özgürce açıklanamayan toplumcu görüşlerin açıklanmasını ve desteklenmesini benimsedik. Ve ilk kez Milliyet’te bu türde yazılar yayımlamaya başladık. 
Yine o sıralarda dünyanın değişik yerlerine dağıtılmış olan 14’lerle görüşüp “İhtilalin İçyüzü” yazılarını hazırlamak üzere geziler yaptım. Dünyanın değişik rejimle yaşayan ülkelerini, birbiri ardından aynı gezide görmek olanağını buldum ve o geziden sonraki seyahat notlarımı bir röportaj dizisinde topladım. Mutlu ülkeler, mutsuz ülkeler diye bir ayrım yaptım ve o dizinin sonunda da bir sonuç yazısı yazdım. O sonuç yazısının başlığı, yegane konu sosyalizm idi. Bu, o sırada Türkiye’de bu netlikte yazılmamış bir görüştü başlık olarak. Büyük yankıları oldu. Aslında yazının içeriğinde, sosyalizmden ne anladığımı açıklıyordum. Ve bunun sosyal demokrasi, demokratik sosyalizm olduğunu belirtiyordum. 
Komünist ülkelerdeki düzeni değil, sosyal demokrat ülkelerdeki, daha çok İskandinav modeline yakın bir düzeni çözüm olarak öneriyordum. O yazının başlığı dediğim gibi tepkilere yol açtı, hem de etkili oldu. Milliyet ve ben böylelikle bu şeye angaje olduk. 

‘Çetin’le yönetim uzlaşamadı’

Çetin’le başlangıçta toplumcu görüşleri savunan iki kişiydik. Yolda ilerlemeye başladığımızda ben bir noktada durdum, Çetin daha ileri gitti. Ben, şahsen Çetin’in daha ileri gitmesine karşı çıkmadım. 
Çünkü dediğim gibi hem toplumcu, hem özgürlükçülüğü benimsemiştim ve bunların savunulmasını istemiştim. Özgürlükçülüğü savunan bir insan olarak da Çetin’e saygı göstermem gerekirdi. Ama gazetenin Karacan tarafından çizilmiş bir sınırı vardı. 
Bu sınır, o gidişle zorlanmaya başladı, dışına çıkıldı ve ben başlangıçta gazetenin sahibi ile Çetin’in arasındaki köprülerin kopmamasına, onları buluşturmaya çalıştım. Bunu bir süre yapabildim. Fakat bir süre sonra Çetin’den yardım görmez oldum. 
Yani Çetin tutumunu katılaştırdı ve köprüyü atmayı göze aldı. Onları bağdaştırma, uzlaştırma olanağı kalmadı ve koptu. Koptu ama, gazeteye vermek istediğim de, Ercüment Karacan tarafından desteklenen bir politikaydı. Toplumcu ve özgürlükçü karakter… Çetin’den dolayı bozulmadı. 
Ama Çetin’in ayrılışı olaylı oldu ve zannedildi ki gazete geriye döndü. Yahut gazete samimi değil. Gazete samimiydi, Çetin de samimiydi. 
Ama o iki samimiyet tam aynı noktada buluşmadı, birisi daha ileri gidince sürtüşme başladı. Bu sürtüşmeyi yumuşatamadım, yumuşatabildiğim kadar yumuşattım. Bir noktada yumuşatılamaz hale geldi ve gitti. …….

Sola dair görüşümüz farklıydı

O sıralarda bir de Yön hikâyesi oldu. Gezilerimi ve “sosyalizm”i anlatan o yazıdan sonra aynı görüşleri paylaşan birçok kimse oldu. Kimiyle hiç tanışmadık, kimiyle bir ilişki kuruldu. Doğan Avcıoğlu, Mümtaz Sosyal, Eyüpoğlu. Eyüpoğlu’nun finanse ettiği bir dergi üzerinde, Çetin Altan’ın evinde ilk görüşmeler yapıldı. O zaman ben bu işe Ercüment Bey’in de desteğiyle yüklü şekilde katılmıştım. Bir çeşit sosyalizmin başlangıcı olarak düşünüyordum.
Sosyal demokrasi, toplumcu ve özgürlükçü görüşleri yayımlayacak bir dergi anlayışıyla ben bu işe girdim. Öteki katılanlardan da bunun çok ötesinde bir eğilim görmedim ve Yön’ün ilk sayılarını bir sekreter, bir yazar olarak büyük yüküyle taşıdım. Sayfalarını kalıpları alıp sırtımda taşıdığımı filan hatırlarım.abdi-ipekci-cenaze
Çok bağlandığım bir girişimdi o. Bir de bildiri hazırlanmıştı, ilk sayısında. Fakat bir süre sonra ortaya şöyle bir şey çıktı: Aslında sol görüşlerimizin ve hepimizin aynı noktada olmadığı ortaya çıktı. Bazıları benden daha ileri idi. Ben bunun belirtilerini, bir süre sonra yazdığım bazı yazılara karşı o arkadaşların tavırlarından sezmeye başladım. 
İlişkim yavaş yavaş azaldı, zaten ihtiyaç da kalmadı. Mesele derginin oturtulmasındaydı, dergi rayına girmişti ve benim ilişkim her iki nedenle giderek azaldı. Yani bunu şunun için söyledim: Başlangıçta sola açık bir yola çıkıldı. Çıktığımız zaman hepimiz aynı noktadaydık veyahut öyle olduğunu sanıyordum. Ama ben bir noktaya kadar gittim. 
Bazıları o noktada kalmadılar, daha ileri gittiler. Benim durduğum noktadan daha ileri gittiler. Benim durduğum nokta, bazılarına geriye dönüş gibi gözüktü sanıyorum. Aslında ben geriye dönmedim. Onlar benim gideceğim noktadan daha ileriye gittiler. Ve ben yola çıkarken öyle bir şey düşünmemiştim. 

Krediyi engellemeyen DP eleştirilmeyi istemiyordu

ÇETİNER: Washington’da sefarette Menderes’in size kızdığı tartışma neydi?
İPEKÇİ: DP’nin politikasının yanlışlığı, daha çok özgürlükler üzerineydi. Ben muhalefete karşı davranışlarını eleştirdim. O savunmuştu. Ayrıntıları Altemur hatırlar. 
ÇETİNER: Menderes’in tepkisi nasıldı? 
İPEKÇİ: Anlaşılan Menderes sonra konuşmuş Altemur’la. O tartışmanın muhasebesini Basın Yayın Genel Müdürü olan Altemur’la yapmış. 

Menderes’le dostluk
Özetlersem… Milliyet’in kuruluşunda, yenileşmesinde gazetenin sahibi Naci Bey’le çok yakın dostluğu vardı Menderes’in. Ama Naci Bey, gazeteyi bu dostluğa angaje etmeyen bir başyazı yazmıştı. Ve biz bu başyazının doğrultusunda iktidar ile ilişkilerimizi, ne birine, ne de diğerine angaje olmadan yürütmeye çalıştık. Giderek DP’nin malum politikasından ötürü bu denge, DP aleyhine bozuldu. DP iktidarı ile savaşmak zorundaydık. O savaşa katıldık ve önü çektik. Bu gelişmeden ötürü, Naci Bey’in Menderes’le yakınlığını bilen, yahut onu göz önünde tutan birçok Demokrat Partili o sıralarda bize baskı yaptı. Her muhalefet yapan, gazeteye baskı yapıyordu. 
Şöyle laflar ediyorlardı: Siz Naci Bey’e ihanet ediyorsunuz. Naci Bey bugün hayatta olsa bilmem sizi şöyle yapar, falan filan. İkincisi, bir de haksız bir söylenti vardı: “Bu gazete Demokrat Parti’nin parasıyla kuruldu” gibi laflar çıkarıyorlardı. Bu tamamen asılsız. DP’nin bir kere parası kesinlikle söz konusu değil. Ama zannediyorum Naci Bey gazeteyi yeniden organize ederken muhtaç olduğu finansmanı, bankalardan krediyle bulmuş. O sıralarda bankalar, makul taleplere kredi vermiyorlar, politik şeylere kredi veriyorlar. 
Zaten bankaların kredi sistemi, politikası o kadar değişmişti ki, o krediyi almak için mutlaka bir yolunu yordamını bulmak gerekti. Belki o yolun, yordamın bulunuşunda… Belki Menderes hükümetinin bankalara, “Bu talebe karşı menfi bir tutum takınmayın” şeklinde bir telkini olmuştu. Benim bildiğim bu. 

DP ‘vicdansızlık’ diyordu
Bu kredi bir hibe olarak alınmamış ve son santimine kadar da ödenmiştir. Bunu vesile ederek DP ileri gelenleri, kendilerini eleştirmemizi bir vicdansızlık olarak görüyorlardı. 27 Mayıs öncesi dönemlerde, savaşı her türlü çareye başvurarak yürüttüğümüze vicdanen kaniyim.
ÇETİNER: Peki Adnan Bey’le başka karşılaşmanız oldu mu?
İPEKÇİ: Bir ara Parkotel’de basın toplantıları yapardı. Orada muhalif sorular daha ziyade Ali İhsan Göğüş tarafından sorulurdu…

Ekspres’ten arkadaşları aldım

ÇETİNER: Gazetedeki renkli simaları yazmışım buraya. Ümit Deniz, Halit Kıvanç, Turhan Aytul ve Gündüz Kılıç… Bunlar hakkında bir iki hatıranız… Ümit Deniz nasıl geldi, geldiğinde mi buldun Ümit Deniz’i?
İPEKÇİ: Ümit Deniz zannediyorum geldiğim zaman gazetedeydi.
ÇETİNER: Halit Kıvanç da mı gazetedeydi?
İPEKÇİ: Halit’i ben aldım. Halit Ekspres’teydi… Ekspres’teki arkadaşların çoğunu, ressam Nezih, Sami Kohen, bunlar Ekspres’ten geldi.

Röportaj: Yılmaz Çetiner

Kaynak: MİLLİYET

Bir gönderi yayınlayabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir. Giriş