Barış Atay İle ‘Eksik’ Filmi Üzerine

0 Yorum
Barış Atay’ın ilk yönetmenliğini yaptığı ve 12 Eylül’ün izlerini taşıdığı “Eksik”, İstanbul Film Festivali Ulusal Yarışma Bölümü’nde olacak… 17 Nisan’da vizyona girecek filmden önce Barış Atay ilk kez İnsan Haber’e konuştu…

12 Eylül 1980 tüm Türkiye’de yaşayanlar için büyük bir kırılma dönemiydi. Herkes kendince acılarını yaşadı, kayıplarını verdi ve sürgün edildi… Aslında bir silindir gibi üzerimizden geçip gitti 12 Eylül; ya da gitmedi… Gitmedi ki bugün hala anılar, acılar, yaşanılanlar çeşitli alanlarda, (Tiyatro, sinema, dizi vs) anlatılıyor. Aradan 35 yıl geçmesine rağmen o travmaların hala devam etmesi darbenin insanlar üzerinde ne menem bir şey olduğunu en açık örneği kuşkusuz…

Kimi filmler sertliğiyle kimi filmlerde duygusal yanıyla konuşuldu. Bugünlerde ise yine çok konuşulacak bir film vizyona girmek için hazırlanıyor. Üstelik yönetmen koltuğunda Türkiye’nin çok yakından tanıdığı bir isim var:  Muhalif kimliğini saklamayan, Gezi sürecinde “Redhack” soruşturmasında gözaltına alınan ve gözaltı sonrası söylemleriyle çok konuşulan Barış Atay…

Bu kez yönetmen koltuğunda göreceğimiz Barış Atay bizi yine 12 Eylül’ün karanlığında umut arayışına götürüyor.  Barikat Film tarafında yapılan “Eksik”in senaryosu Mehmet Kala ve Şeref Nokta’ya ait… Başrollerini  Nur Sürer, Barış Atay, Özgür Emre Yıldırım ve Toprak Sağlam‘ın paylaştığı projenin kadrosunda Uğur Polat, Şebnem Sönmez, Funda Eryiğit, Sarp Akkaya, Caner Erdem gibi isimlerin yanı sıra, Sermet Yeşil, Salih Bademci ve Bülent Çolak da konuk oyuncu olarak yer alıyor. Görüntü yönetmenliğini Barış Aygen’in üstlendiği filmin, müziklerini ise Uğur Ateş ve Saki Çimen besteledi.

30 yıl boyunca birbirini hiç tanımayan iki kardeşin hayatlarına ve geçmiş acılarına ışık tutan “Eksik” 17 Nisan’da tüm Türkiye’de vizyona giriyor. İstanbul Film Festivali’nde de Uluslar arası Yarışma Bölümü’nde yer alan “Eksik”, 12 Eylül’ün parçaladığı ailelerin hayatlarına dokunuyor. Anne ve iki kardeşin yıllarca derinlerde sakladıkları özlemle karışık öfkelerine, geçmişte kalmış bir kırılmanın parçalarını birleştirme çabalarına ve hayatlarında ilk kez yüzleşmelerine tanıklık ediyor.

Ajiteden uzak, kanatmayan, “sizi ağlatıyoruz” demeyen Eksik’in yönetmeni Barış Atay’la bir araya geldik.Filmden sonra ilk kez insanhaber’e konuşan Atay’ın da derdi ajiteden uzak olmak, “çünkü dönem yeterince ajite zaten” diyor…

“Eksik” 17 Nisan’da tüm Türkiye’de, 23 Nisan’da Avrupa’da 9 ülkede vizyona girecek…

 

-İlk yönetmenliğinize “Eksik’ filmiyle başladınız. 80 dönemini de hatırlattığınız ‘Eksik’e başlama süreciniz nasıl oldu?

Sinema filmi çekme hayalim vardı. Bu yüzden oyunculuktan sonra yüksek lisanssımı sinema televizyon bölümünde yaptım. Neden 80? Ben de şöyle bir etkisi var, 81 Eylül doğumluyum, ben doğduğumda babam cezaevindeydi… 80’in etkilerini aile içinde çok net hisseden bir kuşağın çocuğuyum…

O yüzden 80 ve sonrası yaşanılan travma beni çok daha fazla etkiledi, çok daha fazla merak uyandırdı ve bu hikâyeyi seçmemde en büyük etkenlerden biriydi…

-Eksik’in önemli bir yanı da o kadar dram olmasına rağmen ajitasyondan uzak olması; bu bir tercih miydi?

Kesinlikle tercih. Yaşanan olay zaten bir trajedi. Dönemde konu ettiğimiz ailelerin yaşantıları zaten acı, bunun tekrar altını kanatırcasına çizmek filmin etkisini azaltır, gerçeklikten uzaklaştırır.

Burada anlatmak istediğimiz, sadece bunları yaşayan insanların varlığı ve yaşadıklarının hayatlarına etkileri. Empati kurabiliyorsanız zaten üzüntü yaşıyorsunuz, bunun yeniden altını çizmeye gerek yok. Bir yönlendirme yapmıyoruz, seyirci kendisi karar versin. Ayrıca ajite etmek, nemalanmak gibi olur…  “Çok da güzel müzikler var, sizi ağlatacağız” demenin anlamı yok.

Yönetmen adayı olarak biz bir dönemin getirdiklerine tanıklık etmek istiyoruz, seyirci tanıktır bu filmde… Ondan sonra oturup kendi değerlendirmesini yapar.  O işkenceleri biliyoruz, tacizleri, tecavüzleri, elektrik verilen insanları biliyoruz ama sonrasında yıllar içinde yaşadıklarından bihaberiz.

ANNEM HALA O ANLARI YAŞIYOR!

-Aslında çocukluğunuzdan kalma bir travma… Var mı bir anınız?

O dönem babam cezaevindeydi annem de yurtdışında doğum yaptı… Bu süreç kısa uzun 85’e kadar sürdü…  Cezaevine girdikten ve çıktıktan sonra yeni bir hayat kurmaya çalışması vs…  Çocuktum ve babamla ilgili anlatılanlarla tamamlayabildiğim çok kısa anılarım var.  “Şunu yapardık” dediğim bir şey yok. Bu travmatik bir şey! Bizim gibi küçük yerlerde büyüyen ve aile bağı güçlü olan yerlerde bunun travması çok daha ağır. Özellikle yaşayanlar için… Örneğin; filmi çekerken annem sete geldi,  baskın sahnesi çekiyorduk ve şunu söyledi “yeniden yaşıyor gibiyim her şeyi” bu cümle her şeyin özeti… Kapının sert çalınması,  seslerin yarattığı gerginlik vs… 35 yıl sonra bile devrimci bir kadında nasıl bir travma yarattığının bir örneği.  Ve sadece bir setti…  Benim de bebekliğimde bilinçaltına yerleşmiş olması çok doğal…

12 EYLÜL FİLMİ ÇEKİLDİĞİNİ DÜŞÜNMÜYORUM

-‘Eksik’ bir yanıyla yarım kalan hayatları anlatıyor… Bunu anlatırken de 80 darbesinin nasıl bir aile dramına yol açtığını da görüyoruz…

“Eksik” aslında bir şeyin eksikliğine ve yoksunluğuna gönderme, bu duygusal olarak da eksiklik olabilir, fiziksel olarak da eksiklik olabilir, ilişkilerin de eksikliği olabilir. Eksik, tam olarak nedir sorusuna da cevap arama diyebilirim. ,

Biz aynı aile üzerinden farklı farklı karakterlerin hayatlarının kesitlerini anlatmaya çalışıyoruz. Kendi hayatımızda da vardır. Her şeyin tam olduğunu hissettiğimiz zamanlarda bile hep bir şey eksiktir. “Eksik” ismi oraya bir gönderme,

Öte yandan fikirler tarihi ansiklopedisinde bir düşünürün “Eksiksiz hakikat yoktur” sözü filmi genel anlamıyla özetleyen bir cümledir, “Eksiksiz gerçek yoktur” diyorum ben de. Bizim kendi hayatımızda gerçek olduğunu düşündüğümüz, inandığımız, hayatımız boyunca böyleymiş gibi kabul ettiğimiz bir sürü şey aslında eksiksiz değil. Benim baktığım yerle senin baktığın yer arasında fark vardır, iki taraf açısından eksiklikler olabilir. Sonuçta hiçbir şey tam değil…

-Peki, birçok 12 Eylül filmi çekildi, Eksik’i çekerken bu durumları düşündünüz mü?

Düşündüm, ama şöyle açıklayayım: Bu filmi bir 12 Eylül filmi olarak düşünmüyorum. Bu aslında 12 Eylül’ün yarattığı travmanın 30 yıllık bir süreçteki etkileri desek daha doğru olur. Bir birinden ayrı büyümek zorunda kalmış bireylerin kendi hayatlarında yaşadıkları eksiklikler, iç hesaplaşma, karşılıklı hesaplaşma, yüzleşmeden söz ediyoruz.  O yüzden bir 12 Eylül filmi değil. 12 Eylül filmi olsa bile bu konuda herhangi bir endişe duymazdım. Çünkü Türkiye’de tamamen bir 12 Eylül filmi çekildiğini düşünmüyorum. 12 Eylül’ü konu alan filmlerin hepsi emek olarak değerlidir, 12 Eylül’ün farklı noktalarına temas etmişlerdir  ama 12 Eylül hala kapalı bir kutu gibi! Biz hala onunla yüzleşebilmiş değiliz. Bana kalırsa defalarca 12 Eylül filmi çekilmesinde bir sıkıntı yok. Yüzlerce 2. Dünya Şavaşı filmi çekilmesi gibi…  Türkiye’de sadece 12 Eylül’le ilgili değil, toplumu yaralayan birçok dönem ve olayla ilgili, çok daha fazla film çekilmeli… Dersim, 68′, 78′, Kanlı Pazar vb birçok örnek…

SÖYLEMLERİMDE 20 YILDIR DEĞİŞEN BİR ŞEY YOK

-Biz sizi dizilerden sonra Gezi’yle başlayan süreçte daha farklı söylemlerle tanıdık. Popüler kültürden soyutlandınız, sinema filmi çektiniz… Neler düşündürüyor tüm bunlar?

Burayı da ikiye ayırmak lazım: Popüler kültür ve kendi kimliğiniz… Popüler kültürün avantaj olacağı yerler vardır tabii ki. Örneğin bir film çekip insanlara izletmek gibi, onlara ulaşmasını sağlamak gibi… Sinemayı niye yaparsınız? Hayal ettiğiniz şeyi insanlarla paylaşmak için.

Bunlar popüler kültürün getirisidir fakat soyutlanma biraz kimlik meselesi. Evet, soyutlaşma hali söz konusu, ama burada yanlış anlaşıldığını düşündüğüm bir nokta var. Ben 2009’da sosyal medyayı kullanmaya başladım. Sosyal medyayı kullanmadığınız zamanlarda insanların sizin hayatınızı çok fazla takip etme şansı olmuyor. O dönemlerde popüler kültür içinde olan oyuncuların, müzisyenlerin, kimliklerini açıklamakta ‘imtina’ ettiği ya da politik görüşlerini çok göz önünde yaşamak zorunda oldukları bir durum yoktu.  Benim siyasetle ilgilenmem, politik bir kimlik edinmem ya da politize olmam yeni başlamış bir şey değil. Gezi’den sona sosyal medyanın da etkisiyle bir şeffaflaşma ve kolay ulaşma hali başladı. O yüzden insanlar bizim gerçek kimliğimizle yeni tanıştı. Yoksa benim söylemlerimde 20 yıldır değişen bir şey yok. Sadece şimdi çok fazla insana ulaşıyorum.

Neticede bu işe çok popüler bir oyuncu değil,  iyi bir aktör olacağım hedefi başladım. Seçtiğim meslekle ilgili hedeflerim var ama popülarite bunların arasında üst sıralarda değil.

AKTÖR OLARAK DEĞİL, BARIŞ ATAY OLARAK YAŞIYORUM

-O hedeflerini Gezi’den sonra daha mı iyi ifade ettiğinizi düşünüyorsunuz peki? Yazılarınızı görüyoruz… Daha rahat ulaşabiliyoruz size…

Bu yolu yeni bulmadım, Gezi’den önce de gazetede yazıyordum ve Gezi’den önce de yazdığım yazılar aynı içerikteydi. O zamanlar da panellere, öğrenci topluluklarında söyleşilere katılıyordum, hatta o zamanlar dizide de oynuyordum. Yeniymiş gibi algılanması dediğim gibi sosyal medyanın etkisi. Fakat yazı yazarken aktör kimliğini bir kenara bırakıyordum. Barış Atay olarak yaşıyorum, aktör olarak yaşamıyorum. Sonuçta herkes gibi benim de yaşadığım sıkıntılarım var, kendi yaşadığım coğrafyamda ümitsizlik yaşadığım durumlarım var ve bunun için mücadele etmem gerektiğini hissediyorum. O yüzden de kimlik bulma ya da memnuniyet meselesi değil, mücadele meselesi… Bir doktor, bir marangoz nasıl mücadele ediyorsa ben de böyle mücadele ediyorum ve bu mücadele mesleki kaygılarımın önünde. Olaya biraz böyle bakıyorum.

-Aslında değişen siz değil dönem mi?

Elbette. 2010 referandumundan bu yana, her geçen zaman daha da keskinleşen bir siyasi ve toplumsal bir ortam var ve her gün yeni bir sorun yaşanan bu ülkede, gittikçe daha çok yükseliyor sesiniz. İnsanların kendilerini önemleştirme meselesini de doğru bulmuyorum. Ben yazarsam problem olur, konuşursam iş bulamam, kendi açımdan hayal ettiğim şeyler olmaz vs vs…  Mesele artık bu kadar basit olmaktan çıktı, mesele yaşam alanını savunma meselesine dönüştü. Bu bir popülarite getiriyor gibi görünebilir, ama hiçkimsenin bu popülariteyi çok memnun olarak kabul edeceğini de düşünmüyorum, bu aynı zamanda da problemdir. Herkesin kendi hayatında sıkıntıları var, çocuk sahibi olmayı bekleyen bir baba adayı olarak, kendi çocuğumun yaşayacağı toplumun güzelleşmesi adına üzerime ne düşerse onu yapmaya çalışıyorum.

eksikBEN EMEKTEN TARAFIM!

-Tabii burada korku kültürü de var… Gezi’den sonra yaşanan ciddi bir baskı var… Gerçekten televizyon sektörü muhalif gördüğü oyunculara alan açmadı…

Ne yazık ki Türkiye’de bir oyuncunun ne kadar iyi aktör olduğuna bakılmıyor,  televizyon sektöründe çok  daha fazla bu durum… Politik görüşünüzün iş bulmanızda engel olduğu dönemler yaşıyoruz. Ne yazık ki bunları konuşuyor olmamalıydık. Kendini ifade etme biçimidir sanat, sanat özgünlüğünü korumalıdır ama ne yazık ki olamayabiliyor.

-Sanatçıların da bir kaygısı var, taraf olma olmama gibi… Nasıl yorumluyorsunuz?

Biz taraf olmayı yanlış yorumluyoruz… Taraftar olmak gibi bir şey değil. Aslında ben bu ülkede yaşayan bir tarafım. Ama bir siyasi partinin tarafında değilim. Ben emekten tarafım, özgürlük mücadelesinden tarafım, sanatla ilgilenen biri olarak, oyuncu olarak tarafımın bu olduğuna inanarak, yapıyorum mesleğimi. Gelen iktidar partisinin politikası benim nerede taraf olduğumu değiştirmez. Bu bir özgünlüktür. Tarafsız olmaksa reel anlamda mümkün değil, sanatçı olarak da hiç olamazsınız…  Sanatçı kimliğini belli etmez! Neden? Kim için? Ben kimliğimi belli ediyorum, ben her türlü parti devleti yapılanmasına, her türlü faşist uygulamaya, her türlü özgürlüğü kısıtlayıcıcının karşısında duran bir adamım.

Bir gün benim ideolojimi taşıyan bir parti iktidar olsa benim onun yanlışlarını  söylememe gibi bir durumumum olamaz…

90 KUŞAĞI AKP’YLE BÜYÜDÜ

-Türkiye’de sanat ciddi bir sansüre uğruyor, ama diğer yandan da hükümet kendi lehine filmler çekiyor…

Tüm yaşanılan baskılar aslında iktidarın kendi sanat anlayışını dayatmak istemesi…  Öte yandan bahsettiğin Kod Adı KOZ bir propaganda filmi. İnsanlar görsellikten etkileniyor, bunun farkındalar ve buna da el atması normal geliyor. Ne kadar başarılı yaptılar tartışılır… Beklediklerinin çok altında bir etkisi oldu, üstelik bedava bilet dağıtarak…  Şu dönemde baskılara karşı sinema filmi çekmekte ısrarcı olunmalı, ısrarla albüm yapılmalı, tiyatro oyunu sahnelenmeli. Yapacağımız her türlü sanat eseri üretimi için ısrarcı olmalıyız, bu da bir mücadele alanıdır… Siz bu mücadele alanını bıraktığınızda ve size verilene razı olduğunuzda mücadeleyi yavaş yavaş kaybedeceksiniz. Hükümetin de istediği bu!

-Döneme bakarsak 80 kuşağı çok fazla arada kalan bir kuşak oldu, şimdi yeni bir kuşakla tanıştık, onlarda 90 kuşağıydı, Gezi’nin kuşağı…

İdeolojik olarak geçmişte yaşanılan mücadele dönemleriyle yan yana koyamasak da mücadelede ‘Z’ kuşağını önemsiyorum. Çünkü faşizmin içinde büyüyen kuşaklar. 90 kuşağı AKP’yle büyüdü ve baskıyı tam üzerlerinde hissetti… O yüzden de mücadele kültürlerini geliştirmeye çalışıyorlar. Bizim kuşağın kayıp kuşak olduğu bir gerçek…12 Eylül’ün yıkıcılığıyla, emperyalist, kapitalist uygulamaların en üst düzeye çıktığı, Özal’ın insanları Evren zihniyetiyle tek tipleştirmeye çalıştığı, dışarıya öykünen bir toplum yaratılmaya çalışıldığı dönemdi…

12 Eylül çocukları aileler tarafından da baskı altındaydı. Bu ailelerin çoğu hep, bundan uzak dur, oğlum, kızım bak okulunu bitir gibi sözlerle büyüttü çocuklarını…  Ama ben, ailemin, yaşadığı acılara rağmen, beni bilinçlendirmesi ve doğru bildiğimden şaşmamamı öğütlemesiyle bundan sıyrıldığım için kendimi şanslı hissediyorum… Devrimci ailelerin hepsi susmayın çocuğum deseydi, Özal’la başlayan o uyuma dönemine hiçbir zaman girmeyecektik.

İNSANLARIN SESİNİ ÇIKARTMALI

-12 Eylül döneminde yaşayanların da kendi hayatlarından, tanıklıklarından kaynaklı kaybetme korkusu vardı…

İnsani bir dürtü, sadece keşke olsaydı anlamında söylüyorum. Kaybetme korkusunu Gezi’den sonra da yaşadık. Gencecik insanlar gözümüzün önünde öldürüldü. İktidarın kolluk güçlerinin   saldırısıyla karşı karşıya kaldığımızı gördüğümüzde biz de öldürülebiliriz hissiyatı oluştu. Dönem farklılıkları var, her ne kadar gücünde azalma, aralarında kırılma yaşansa da yine de toplumsal muhalefetin gücünü tamamen yok etmeye çalışan bir iktidar baskısı var. Bu durumda insanların ses çıkartması gerekliliği var, 70’lerde, 60’larda olduğu gibi. Tabii ki farklı yaklaşımlardan, hayat gerçekliklerinden bahsediyoruz ama mücadele hissi olarak çok farklı değil…

-Biz hep 12 Eylül üzerinden konuşuyoruz ama farklı dönemlerde de baskılar yaşandı… Bu bir sığınma mı? Nasıl bakıyorsunuz?

Sığınıldığını düşünmüyorum… 12 Eylül de, Osmanlı döneminden, Yeni Cumhuriyet’ten, Menderes döneminden ayrı tutulamaz. Milliyetçi cephe baskılarından ayrı tutulamaz. Hatta Ecevit döneminin sosyalistlere sırt dönmesinden ayrı tutulamaz… Mesele 12 Eylül değil, 12 Eylül kadar sert darbeyi hazırlayan bütün dönemler… Asıl mesele bizim buna çözüm önerisi getirmemizde… Fakat 12 Eylül’ün bu kadar ön planda olmasının nedeni, tüm bunların içinde bize en yakın dönem olması.  Şimdi, Koçgiri katliamıyla, Dersim Katliamıyla, Ermenilere yapılan soykırımla ilgili de konuşabilirim. Ama bu bire bir şahit olduğum bir süreç değil.  12 Eylül’ün etkilerini ben yaşadım. Onun etkisi de bana bu filmi yapmamı sağladı. Fakat diğer toplumsal olaylarla ilgili filmler yapma planımız var. Belki de bir sonraki filmimiz Dersim katliamıyla ilgili olur…

ZORLU BİR DENEYİMDİ!

-Toplumsal meseleler mi olacak filmlerinizde?

Ben inandığım şeyleri yapmak istiyorum. Kesinlikle, izlenmesi ve bilinmesi gerektiğini düşündüğüm şeylerle ilgili film yapacağımı biliyorum. Bir gerçekliği ve derdi olacak…

-Film aşamasında zorlandınız mı?

Maddi olarak çok zorlandık tabi, bir yapımcımız yoktu… Fakat bu sayede kolektif çalışmanın ne kadar güzel olduğunu deneyimleyerek öğrendim. Zorlu bir deneyim olarak bakıyorum aslında, bundan sonra da müthiş bir olgunluk katacaktır kuşkusuz. Filmi çekmeye karar vermemden bu yana 15 ay geçti, çok yoruldum ama çok keyif aldım. Sanata bakış açımda daha farklı bir perspektif yarattı… Bütün ekip arkadaşlarım büyük bir alkışı hak ediyorlar.

Gülşen İşeri 18.03.2015

İNSANHABER

Bir gönderi yayınlayabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir. Giriş