“Iron Maiden, Slayer gibi Gruplarla Tanışmak Hava Unsuru Değil, Ödül”

0 Yorum

25 yıldır aralıksız devam eden, alanında tek “Rock Station” programının sunucu ve yapımcısı, tv programcısı, organizatör, menajer ve tam bir müzik sevdalısı; Hicri Bozdağ ile müzik dolu, keyifli bir röportaj gerçekleştirdik. Yakında çıkaracağı bol Ankara dolu, anılarını, yaşamını ve arkadaşlarını anlattığı kitabını da konuşmayı unutmadık. Keyfi bol bir röportajdı, size de yansıması dileğiyle keyifli okumalar…

 

 

Merve Gökhan (MG): Müziğe nasıl başladınız, sizi müziğe teşvik eden neydi?

Hicri Bozdağ (HB): Müziğe başlama hikayem tamamen tesadüf aslında. Ben küçük yaşlardayken, abimin eve kasetçalar alması, benim onların dinledikleri müzikten hoşlanmamam ve başka arayışlara girmemden kaynaklanıyor. İlk doldurduğum kasetin ne olduğunun farkına varmam, dinledikten 2-3 yıl sonra; “Aa bu Led Zeppelin’miş.” dediğim döneme denk geliyor. O zaman her evde televizyon, kaset çalar yoktu. Abimin aldığı kasetçalar ve yanındaki kasetler, dinledikleri müziklerden  ben mutsuz oluyordum. Arkadaşlardan kaset aradım ve bir tane buldum, ne olduğunu bilmediğim yabancı bir müzik. Onu dinlediğimde içim kıpır kıpır oldu. Daha sonra kaseti geri vermeye giderken, mahallede bir kasetçimiz vardı Atilla Abimiz, ona götürüp “Buna benzeyen bir şey var mıdır sende?” dedim. O da “Ne yapacaksın?” diyerek vazgeçirmeye çalıştı; ama ben ısrar edince “Plak çekeyim sana.” dedi. Yıllarca o plakı dinledim. Daha sonra farkına vardım ki arkadaşımın  kaseti Elvis Presley, Atilla Abinin sitem ederek doldurduğu kaset de Led Zeppelin 1971 kaydı… Hala saklıyorum o kaseti, belki bozulmuştur; ama yine de duruyor. Müzik dinlemeye böyle başladım. Bu bir hobi haline geldi ve her gencin denediği gibi; büluğ çağında “Ben de bir müzik aleti çalayım.” diyerek, bir gitar aldım. Biraz uğraştım, baktım olmuyor, beceremiyorum. Birilerinin yanına yanaşarak, bir anda yayın hayatının içine girdim. Özel radyolar yayın yapmaya başladığında 93 yılının 7 Mart’ında  bir radyo programı yapmaya başladım. O zaman BBS FM  vardı, o zamanlar da başkentin büyük sitesiydi. Programın adı “Metal Hearth” dı.  Kendimce baya güzel bir program yaptım. Daha sonra Radyo Vizyona’a geçerken programın adını değiştirelim, kalıcı bir ad olsun diye düşünerek “Rock Station” yaptık. O günden bugüne geldik ve bugün 25. Yılında… Birçok kişi ban dışarıdan baktığında, hayatımı incelediğinde müzisyenmişim gibi düşünüyor ama ben hiç bir enstrüman çalmıyorun, şarkı söylemiyorum. Ben sadece profesyonel bir müzik dinleyicisiyim.

 

MG: Türkiye’de rock müziğin durumunu ve gelişimini nasıl değerlendiriyorsunuz? Beğendiğiniz rockcılar var mı?

HB: Türkiye de rock müziği denilince hayli geniş yelpazeli bir olay. Bir underground kesim var, bir de popülerleşen bir kesim var. İkisinde de başarılı sanatçılar var. Bir çoğu zaman içinde arkadaşımız olan kişiler, onları tanımak onların yıllar içinde bu noktaya geldiğini görmek ayrıca bir zevk. Benim hayalim bu ülkede bir şeyler yapılıyorsa bunu Avrupa ya da dünyaya gösterebilmek. O yüzden böyle girişimleri olan kişileri daha favori görüyorum. İlla büyük yerlerde çalması önemli değil ama  bu coğrafyanın müzisyeni olarak  dünyanın bir yerlerinde tanınıyor olması, onun peşinden gelen  insanların olduğunu bilmek beni o gruplara karşı daha sempatik yapıyor. Şu an politik yaşamdan dolayı zorlaştı. Mesela bir ülkeye gitmek istiyorsun maalesef vize sorunu var. Biz kalabalık ve güzel bir ülkeyiz. Kendi kültürümüz de müziğimizi çok yukarı taşıyacak bir ülkeyiz. 70 küsür milyon kişinin yaşadığı bir ülkede, underground sayılan birçok grup majör grup haline gelebilir. Bunu başarmak elimizde  sadece çabalamak lazım. Bir barda  festival vardı, orada hep bu ülkenin grupları vardı, kendi bestelerini çalıyorlardı ve muhteşem bir kalabalığa çalıyorlardı. Rap metal çalıyorlardı ama  çok gururlu çalıyorlardı. Onların hissederek çaldığını anlıyorsun. O grup isterse 5 kişiye çalsın, o ruhu yaşattığı süreçte benim için en iyi gruptur. Beğendiğim bir çok grup var; Suıcıde, Darkphase, Pentagram, Viski, bu isimler benim için çok değerli. Bir numara şudur deme şansım yok, yabancılarda da böyle bir sıkıntım var 1 numaraya  koymak mümkün değil. Sayısını hatırlamadığım grup ve albüm dinlemiş biriyim. Yabancılardan sayarsam; Led Zeppelin, Black Sabbath, AC/DC, ZZ Top bu gruplar benim için çok değerli özel gruplar… Çok güçlü bir arşivim var; 20 bin küsür CD ve bir o kadar da plak ve kaset var, onların içinde bir numarayı bulmak zor.

 

MG: Ücretsiz radyoculuk eğitimleri de veriyorsunuz. Bu eğitimi gönüllülük esasında yapmanızın amacı ve önemi nedir?

HB: Radyo programımın 25.yılıydı ona özel böyle bir şey yapmak istedim. Bu stüdyoda böyle bir eğitim verme şansım var. Bir tür 25. yıl kutlaması gibiydi… Birkaç arkadaşımızı radyoculuk konusunda eğitmeye çalıştık. Onlardan bazıları radyolarda görüşmeye başladı, programcı ya da yönetici olacaklar belki de olurlarsa da çok mutlu olurum. Yoğun bir istek oldu o dönemde, belki kışın yeni yılla birlikte tekrar yapabilirim diye düşünüyorum. Ben radyocuyum, başka radyocu oluşmasın zihniyeti asla yok tam tersi çok sayıda kaliteli program yapan insanların ortaya çıkması gerekir.

 

MG: Dünyada tek olan ve bu yıl 25. Yılını kutlayan “Rock Station” programının sunucusu ve yapımcısısınız. 25 yıl boyunca programınızla ilgili yaşadığınız zorluklar, ilginç anılar oldu mu?

HB: Ben araştırmadım ama Amerika’da bir arkadaşım araştırmaya girişmiş. Bir ay sonra beni haberdar etti “Biliyor musun senin programın bir rekor aslında, keşke bunu duyursanız herkese.” diyerek ama ancak kendi içimizde duyurabiliyoruz. Bu tür şeyler biraz ticari, rekorlar kitabına girmek vesaire… Bana da pek sempatik gelmiyor. 25 yıl aralıksız devam eden radyo programı olarak rock programı anlamında tekiz biz. Biz diyorum çünkü ben demek garibime gidiyor, teknik ekibi yayın ekibini ayırmak bana sıcak gelmiyor. Zorlukları şöyleydi; İlk zamanlar kaset ve plaklardan  yayın yapıyorduk. Çalacağınız şarkının kasetini başa sormanız gerekiyor. Program saatinde 40 şarkı çalacaksam 50 ayrı kasetle eve gelirdim, onları tek tek başa sararak çalardım. Bir istek geldiğinde “Eyvah!” derdim çünkü kasetin 2. yüzünde bilmem nerede o şarkı; ama mümkün oldukça istekleri de çaldım. Unutamadığım en değerli  anı ise şu; Bir gün radyoya geldim, radyoda yayın yok. Arabada gelirken dinliyordum dedim ama yayının olmadığını, verici direğin dibine CD player koyduklarını baştan sona  onun tekrar çaldığını söylediler. Saat akşam 8’e geliyor, herkes radyosunun başına gelecek. Radyo sekreterine vericinin yerini sordum, Dikmen de “Bir yerde Bekçi Hüseyin var orada o bakıyor.” dedi. Oraya gidip buldum kendisini, “Radyo Vizyon’dan geliyorum, bizim direk hangisi?” dedim, gösterdi. Gittim oraya, o an çalan bir CD player var, onu çıkardım karışık rock CD’si koydum. 2 saat başında bekledim o CD’nin, hava da soğuk, kış ayı, saat 10 oldu, tekrar ceti değiştirdim ve gittim. Belki radyonum başındaki için çok önemli değil; ama benim için o an o şeyi çalmak çok önemliydi. Ne oradaki Hüseyin Abi anladı ne yaptığımı ne radyodakiler anlam verebildi. Bu biraz dinleyen kişiye sorumlulukla, ilgili sevgi ve saygıyla ilgili bir şey… Bunu hiç unutmam, benim için çok değerli bir anıdır. Yurt dışına giderken mesela program saati gece yarısı gidiyorum, program sabahı dönüyorum. Bir keresinde 14 saat Cakarta’ya uçtum, kalma şansımda vardı ama program var diye bir gün önce döndüm. Bunu yapmak zorunda hissediyorum kendimi çünkü bir kişi de olsa milyon kişi de olsa sizi dinlemek için radyonun başına geçen insan var. Kasımın başında Brezilya, Arjantin, Amerika kıtası turnesi var. Oraya gideceğiz mecburen bir program paket yayına giriyor, onu da program heyecanını yaşayarak kaydediyorum, onu veriyorum. Dinleyen kişi de canlı hissini yaşıyor. Başkaları için değerli midir bilmiyorum ama benim için çok önemli.

 

“Bir Kafeden Radyo Yayını Yapan Bir Örnek Yok”

MG: Programınız On A On Kafe’den yapılıyor, aynı anda Radyo Vizyon’da yayınlanıyor. Bu özelliği ile dünyada başka benzerleri de var mı? Sizi alanında tek kılan nedir?

HB:  Yayınları On A On Kafe’de neden yapıyoruz? Radyo Vizyon ile On A On Kafe’nin  sponsorluk  anlaşması var. Onlar müziğe destek olmak adına, program saatine sponsor oluyorlar, radyo yayınını oradan yapıyoruz. Radyo Vizyon’un On A On Kafe’de yapılması benim için ayrı bir sınav çünkü her programda ayrı bir kişi geliyor, sizi canlı canlı dinliyorlar. Bir o var bir de sizin sayısını bilmediğiniz kişiler radyosunun ya da internetinin başında sizi dinliyor. Burada dengeyi iyi kurmak gerekiyor, buradaki dengeyi sağlayacak olan şeyin de samimiyet olduğuna inanıyorum. Radyo programımın da en özel yanının bu olduğuna inanıyorum. Bir grup ismi veya şarkı ismini telaffuz ediyorsunuzdur ne kadar dil bilseniz de ben bunu söyleyecek cesarete sahibim. Oluyormuş gibi yapmaktansa “Söyleyemedim, bilen varsa söylesin.” diyorum. Hem kafeye gelip hem radyo, internet başında dinleyenler açısından doğru anlaşıldı ki takip ediliyor, bu güzel bir şey. Yayın itibariyle 8 yıldır oradan yayın yapıyorum. Stüdyoyu özlüyorum bazen ama bir yandan da canlı dinleyen kesimin olduğunu biliyorum. Onlara karşı bir sorumluluk var. 8 yıldır bir kafeden radyo yayını yapan bir örnek yok. Türkiye’de yoktur o kesim ama dünyada da olduğunu sanmıyorum.

 

“Iron Maiden, Slayer gibi Gruplarla Tanışmak Hava Unsuru Değil, Ödül”

MG: Iron Maiden, Slayer gibi grupları çoğu insan  hayal dahi edemezken sizin onlarla röportaj yapmanız, hatta   yanyana olmanız… Bunun sırrı ne, nasıl başardınız bu isimler ile biraraya gelmeyi?

HB:  Bu işin bir ödül olduğunu düşünüyorum. Kafa tabiriyle; Anadolu’da büyükşehir, İstanbul tarafından köy olarak nitelendirilen Ankara’da radyo programcısısınız. Dünyanın Metallica’ya kadar uzanan bir star listesi var. Bunların hepsi ile röportaj yapma, programıma konuk etme şansını yakaladım. Bunun bir güç tarafından müziğe olan sevgimden bir tür ödül olarak görüyorum. Ben ne kadar sevdiysem adamlar yanıma geldiler. Bence onlarla tanışmak bir hava unsuru değil, bir ödül.

 

 

“Erkin Koray’ın Yanında Çalışmadım, Eğitildim”

 

MG:  Erkin Koray’ın da menajerliğini yaptınız, Erkin Koray ile çalışmak, onun işlerini düzenlemek ve yönetmek zor muydu?  Kısacası; Erkin Koray ile çalışmak nasıl bir duyguydu sizce?

HB: Erkin Abi ile  çalışmak benim için onur verici bir olay. “Uzun yıllar  yanında çalıştım.” demeyim, eğitildim. O kadar büyük tecrübe ki Erkin Koray… Tam bir hayat insanı, o ne dediyse doğru çıktı dolayısıyla onun yanında olmak her insana nasip olmayacak bir şey, ben ondan dolayı kendimle gurur duyuyorum. Onu tanıyor olmak onunla bir şeyleri paylaşmış olmak benim için gerçekten büyük bir onur. Çok titiz ve saygıdeğer bir insan. Müziğe ve seyirciye büyük bir saygısı olan, işini de çok iyi yapan ve onunla birlikte olan insanların da işini çok iyi yapmasını isteyen bir insan, o yüzden Erkin Koray ile çalışmak çok keyifliydi.

 

“Sen Gir İçeri ‘La’ de Biz Sana Albümü Yollayalım”

 

MG: Türkiye’deki popüler rock biraz daha pop müziğe yakın… Çok dinlenmesine rağmen klasik rock neden Türkçe yapılamıyor?  60’lı yıllarda oluşan silüetler, Moğollar ekolü neden yok?

HB: Aslında bugün ben de bunu düşündüm; Barış Manço, Cem Karaca, Erkin Koray, Ersin ve Dadaşlar karışık CD  hazırlamıştım. Onları dinlerken aklıma geldi. Dünyanın akışı ile ilgili bence onların dönemi müziğin daha akustik olduğu bir dönem şu an her şeyin içinde dijital var, belki de insanın ruhundan kattığı şeyden kaynaklı. Artık çok zor ama “Nedenini açıklar mısınız?” deseniz açıklayamam. Çünkü belirttiğim gibi o dönem müzik daha akustik, daha farklı… Bazen Musa hocam ile bu konuda espri yapıyoruz; “Sen bir içeri, ‘La’ de biz sana albümü yollayalım.” O hale geldi, tabii ki o kadar kolay ve basit değil ama dijital unsuru çok girdi. Dijital girince de sizin ruhunuzdan kattığınız şey zayıf kalıyor. Ney üflüyor mesela dinlediğinizde kendinizi kavurmanızın nedeni ruhumdan bir şeyler katması, dijital olarak verse o sesi o hissi yaşayamazsınız.

 

MG: Senforock projesi… Besteci ve Orkestra Şefi Musa Göçmen ve sizin öncülüğünüzde başlatılan bu proje nedir? Bu proje ile ilgili beklentileriniz nedir?

HB: Musa hocam ile birlikte uzun yıllardır bunun hazırlığını yapıyoruz. Musa hocamım çok güzel bir kariyeri var; rock festivalinde 60 bin kişiye senfonik rock konseri veren tek Türk. Seyirci yabancı çalanlar da yabancı… Musa hocamım onla beslenmesi benim yıllardır bu müziği daha farklı metreye taşıyabiliriz hayalim var. Daha önce birkaç kez ufak şey denedik; klasik bazı şarkıların rock versiyonu yaparak ondan sonra bu süreç olgunlaştı. Bir gün İstanbul’daydık, dönüşte “Yol için müzik hazırlayalım.” dedik  sonra da Senforock’a başlayalım. Yolda o şarkılar dinlenildi, seçildi ortaya çıkan bir Senforock çalışması oldu. Planlanarak yapılan bir çalışma şuan birincil hedefi, müziğin daha çok kişiye yayılmasını sağlamak, bu coğrafyada bunun rahat yapıldığını göstermek. Şu anki konserlerimizde  gösteriyor ki bu çok rahat başarabilecek bir şey, çok güzel sonuçlar alınacak bir şey dolayısıyla hedefimize yavaş yavaş ulaşıyoruz. Hedefe ulaşmak sıramdan ayı getirmiyor tam tersi hızlanmamıza neden olacak. Çok yakında enterasan şeylerle konsere çıkacak göreceksiniz, Senforock da bazı şarkıların yenilenmesi, daha farklı bir yapıya bürünmesi büyük sürprizlere gebe.

 

MG: 2017 yılının sonlarına doğru bir kitabınız çıkacak. Bu kitap  Ankara’yı, dönemi, otobiyografi tarzında herkesi anlatan bir kitap olduğu söyleniyor. Bize kitap hakkında biraz daha bilgi verebilir misiniz? Neler okuyacağız bu kitapta?  

HB:  Ben çok sayıda belgesel de çektim, televizyonculuktan kaynaklı bir şey. Benim 14 tane belgeselim var. Belgeseliminse bir şeyden çıkıp genele gitmek diye bir kavram var. Bende aslında kendi hayatımı, yaşadıklarımı, arkadaşlarımı bunlardan çıkarak Ankara’da ki o yaşamı anlatmayı hedefledim. 80’li yıllarda Yüksel Caddesi’nin  toprak halinden bugün artık girilemeyecek hale gelmiş olmasına, Tunalı Hilmi’nin hafta sonu kapanarak tamamen kültürel etkinliğe açılmasından, arkadaş ilişkilerine kadar hatta kitabı istediğim gibi tamamlayabilirsem, yüzlerce tanıdığım arkadaş ile ilgili satır yazmak istiyorum.  Kitabı okuyan sanki benim biyografimi okuyor gibi olsa da Ankara’da neler olduğunu anlatan bir kitap. Limon Burger’ın açılması Barış Güce’nin Limon Burger’ı kapatıp Tomato and Tiffany markası ile devam etmesi… Sakarya Caddesi’nde şu an Çağdaş Market var yerinde, oraya gittiğinizde kapıda bir tane kırmızı zebani heykeli vardı, elinde mızrak devasa bir şey; Şeytanın Mağarası diye yazıyordu. Şu an öyle bir yer açamazsınız, sizi linç ederler. Genel olarak Ankara’yı anlatacağım aslında.

Bir gönderi yayınlayabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir. Giriş