“İstanbul’un En Önemli Sorunu Siyasal İktidardır!”

0 Yorum
Türkiye 30 Mart’ta yapılacak yerel seçimlere sıcak gündemlerle giriyor. Bütün partiler son sürat çalışmalarına devam ediyor. Seçim sonuçlarının en çok merakla beklendiği yer kuşkusuz İstanbul. İstanbul’da bütün partiler seçimlere iddialı isimlerle giriyor. TKP’de bu partilerden birisi. İBB’de aday olarak Merkez Komite üyesi Aydemir Güler’i gösterdi. Aydemir Güler ile Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nde buluştuk. Gezi direnişinden, HDP’ye, Sol Cephe’den İstanbul’a herşeyi konuştuk. 
Ercan Küçük (EK) :  Sizce İstanbul nedir? Size ne ifade ediyor?
Aydemir Güler (AG) :  İstanbul’un sayısız farklı fotoğrafı var ama bizim ilgi alanımızdan baktığımızda İstanbul aslında Türkiye. Türkiye’nin mikro da değil anlamlı ölçekte temsil edildiği bir yerden bahsediyoruz. Onun dışındaki yerler kendine özgüdür. Ama Türkiye’nin bütününü ilgilendiren şeyler İstanbul’un da başat dinamikleri. Kürt sorunu, Türkiye Kürdistanı’yla ilgili bir şey değil aynı zamanda İstanbul’un da sorunu. Alevilerin bir meselesi varsa, sınıf çelişmelerinden bahsediyorsak İstanbul bunun en çıplak gözle gözlemlendiği yerdir. Öyleki 1994-2014 yılları arasında İstanbul’u tek kişi yönetmiş. İmar planı zaten yok da imar kararlarına, görünümüne, sembollerine kadar tek merkezden yönetilmiş, onu yöneten makam aynı zamanda Türkiye’yi de yöneten makam olmuş.
İSTANBUL’UN EN BAŞTA ÇÖZÜLMESİ GEREKEN SORUNU SİYASAL İKTİDARDIR
 
EK :  Peki sizce İstanbul’un en başta çözülmesi gereken sorunu nedir?
AG :  Bu tipik bir gazeteci sorusu. Daha önce verdiğim cevabı yeniden vereceğim. İstanbul’un en başta çözülmesi gereken sorunu siyasal iktidardır. Bu İstanbul’a özgü bir sorun değil, Türkiye’nin bütününü kucaklayan bir sorun. Ama başka türlü telafuz edemeyiz. En fazla Gezi Parkı gündemi sırasında yüzleştik. Ve aslında Türkiye kamuoyu da bu yüzleşmede biraz şaşırdı. Bilinmeyen bir gerçek değildi ama şaşırtıcı bir şekilde ortaya çıktı. Doğrudan başbakan çıkıyordu ve diyorduki “Biz kararımızı verdik. Topçu Kışlası yapacağız. Topçu Kışlası hem ticaret merkezi bir avm, aynı zamanda da caminin bulunduğu bir yer olacak” zaten 2’si bir arada gidiyor. Ticari ve dinsel merkez günümüz Türkiye’sinde sanki bir madalyonun 2 yüzü gibi bir hal kazandı. Bunu tartışmadan, bu kadar merkezileşmiş kararlarını tartışmadan bundan ayrı bir İstanbul sorunu tarif etmek mümkün değil. Geçtiğimiz Haziran ayında Türkiye’nin en büyük sorunu Taksim’di. Bu aynı zamanda İstanbul’un  da en büyük sorunuydu. İkisinin de yaratıcısı, sorunu temsil eden, sorunun çözülmesi için aşılması gereken Ankara’daki siyasi iktidardır. Bu ekonomik olarak da böyle. Türkiye ekonomisinde kent rantı birinci sırada. Kent rantı sadece bir arsanın değeri değil, aynı zamanda otomotiv, inşaat sektörü aynı zamanda çift yanlı emek göçü. Bütün bunlara bakıldığında Türkiye’nin sayısız sorunu sanki geliyor en büyük şehirde koskoca bir düğüm oluşturuyor. Bunun bir tanesini çekerseniz o düğüm sadece çözülmez hale gelir. İstanbul’da da bu yapılıyor. Trafik sorununu çözmek için ‘köprülü kavşak yapalım, bir köprü daha açalım.’ Saçma. İstanbul’u otomotiv sektörünün tekellerinin egemenliğinden kurtaracak siyasi irade yoksa trafik sorunu da çözülmez. İstanbul’un her tarafı su ve trafikte deniz yolları kullanılmıyor. Bu bir aptallık durumu mu? Kimsenin aklına gelmemiş mi? Böyle düşünemeyiz. Türkiye ve İstanbul aptallardan oluşmuyor. Bunun nedeni gerçekten otomotiv sektörü. Bu anlamda orada en önemli sorun trafik sorunu deseniz biraz kaşıyınca Türkiye’nin merkez siyasi yönelimlerine ilişkin gerçeklerle yüzleşiyorsunuz. Nereye başvurursanız vurun sizi aynı yere götürür. 1.sorun siyasi iktidardır. Bu siyasi iktidar orada olduğu sürece İstanbul’un herhangi bir mikro sorunuyla uğraşmak mümkün değil.
EK :  O zaman şunu sorayım. İstanbul’da diyelim TKP kazandı. Ankarada’ki siyasi iktidar halen devam ediyor. Peki sorunları nasıl çözmeyi düşünüyorsunuz?
AG :  Buna 2 psikolojiyle yanıt verilebilir. 1.si ne yazıkki İstanbul gibi bir kenti planlamak ancak merkezi bir planlamanın parçası olabilir. Merkezi siyasi karar süreçleriyle bağlıdır. Dolayısıyla ne yazıkki İstanbul’un sorunlarını İstanbul’dan çözemeyiz. İşin bir de başka yönü var. İstanbul’da bu sorunlarla radikal bir şekilde yüzleşebilen bir siyasi hareket, bir halk hareketi yükseldiğinde bu sadece İstanbul’u değil Türkiye’yi kurtarır. Gerçekçi olan da o.  Biz seçim çalışmasında şunu demek durumunda değiliz. İstanbul’da İBB seçimlerini TKP kazanacak ve sonra cebinden çıkarttığı bir takım büyük projelerle hatta kendince çılgın projelerle meseleleri halledecek. Bu tamamen yanıltıcı bir yaklaşım olabilir. Türkiye’de kökleşmiş çok boyutlu sorunları çözüm yoluna sokabilmek için bütün ihtiyacımız olan bir halk hareketidir. 30 yıldan beri halk hareketi deyince ara sıra bir takım sinyallerle karşılaştık. Zonguldak madencilerinin yürüyüşü, milyonların katıldığı Nevroz gösterileri akla gelirdi.  Ama hepsini aşan hepsinden daha büyük, kucaklayıcı olan bir Haziran 2013 yaşadık. Halk hareketi deyince herkesin aklına onun gelmesi lazım. Bunu güçlendirdiğimizde Türkiye sorunların çözümüne yaklaşır. TKP’nin İstanbul’da yürüteceği seçim çalışmasını bunun bir parçası olarak düşünüyoruz. Halk hareketi ne yapabilir diye bakanlar da var. Şuna bakmak lazım. Haftalarca İstanbul gibi dev bir kentin en önemli alanı trafiğe kapalıydı. Trafiğe kapalıyken  insanlar hiç de trafik sorunu çekmediler. Tam tersine Taksim ve civarında trafik sorunu ortadan kalktı. Haftalarca polis mekanizması toplumsal yaşamın dışına çıktı. Kimse de birbirini soymadı, birbirini öldürmedi. Demokratik halk hareketi bir şeyleri ortaya çıkarabiliyor. İsteyen istediği kadar uğraşsın. Film, sinema üretmek için. Halk hareketi ortaya çıkınca birden bir bakıyorsunuz sizin on yıllarca yapacağınız planlamadan çok daha kuvvetli, hızlı, estetik, eğlenceli üretim 2 günde ortaya çıkabiliyor. Bu halk hareketine güvenmek lazım. Eğer bu yoksa ozaman projeler tartışılmaya başlanıyor. Halk hareketi varsa o zaman halkın aktif olarak katılacağı, herkesin sözünü söyleyeceği, gönüllü emeği koyacağı, büyük planlama yapmak mümkün.
IMG_2780
KÜRT SORUNU REFERANDUMA GİDİYORMUŞ GİBİ DAVRANIYORLAR
 
EK :  Halk hareketine güvenmek lazım dediniz ama mevcut sistemde İBB’de Kadir Topbaş, Mustafa Sarıgül, Sırrı Süreyya Önder, Levent Kırca ve Rasim Acar ile yarışıyorsunuz. Gezi direnişine katılan kitleler içinde Sarıgül, Sırrı Süreyya ve Levent Kırca’yı destekleyenler de var. TKP bunu nasıl aşmayı düşünüyor?
AG :  Ben bizim en büyük avantajımızın bu olduğunu düşünüyorum. Sarıgül’ün yaklaşık 3 hafta önce bir konuşması vardı. İstiklal Caddesi’ni en büyük gezi alanı ve en büyük ticaret merkezi yapacağım diyor. Bunlar yaptılar mı her şeyin en büyüğünü yaparlar zaten. Acaba bu arkadaş haziran günlerinde buralarda yok muydu? Taksim’in ticaret merkezi olamayacağını, halkın istemediğini, bunun bilime aykırı olduğunu duymamış mı? Ama böyle yaklaşıyor. Bu yaklaşımla haziran ayında ortaya çıkan kitleler arasında bir yaklaşım olduğunu düşünmüyorum. Hazirandaki tercihler din üzerinden yapılmış tercihler değildir. Kimse kimsenin neye inanıp inanmadığına dair bir ölçüye sahip değil. Ama din istismarına karşıydı. Sabah akşam her ağzını açan maşallah, inşallah diye konuşacaksa siyasetle bu işin çizgisinin çekilmesi lazım. Dinsel dilin bizim inanıp inanmamamızdan bağımsız olarak siyasetin dışına atılması lazım. Burada bir sahtekarlık var. Bu sahtekarlık CHP’nin sadece Sarıgül değil, bütün aday tercihlerinde kendisini gösterdi. Sırrı Süreyya Önder’in Taksim  Gezi direnişi başladığında oraya intikal ettiğini, İstanbul’un bir milletvekili olarak diğer bütün İstanbul milletvekillerinin yapması gerekeni yaptığı çok açıktır. Bunun dışında da başka siyasetçiler de vardı. Biz de vardık. Sırrı Süreyya özel bir figür haline gelmiş olabilir. Ama mesele figürler üzerinden değilki. Mesele halk harekerinin taşındığı temel anlam ve sizin siyasetiniz arasındaki uyuşmadır. Ben BDP-HDP’nin böyle bir uyuşma peşinde olduklarını düşünmüyorum. Her nedense yerel seçimler söz konusu olduğunda bu siyasi hareket sanki Kürt sorunu referanduma gidiyormuş gibi davranıyor. Bunun bir manası olduğunu zannetmiyorum. Ayrıca siyasetin bir bütünlüğü vardır. Herkes pozisyonunu belirlemelidir. Şunu hastediyorum. Benim memleketin en büyük derdi dediğim AKP diktatörlüğü yolun sonuna 1 Haziiranda gelmiştir. O gün meşruiyetini kaybetmiştir.  O güne kadar AKP’ye oy vermiş onu destekleyen ve iktidarın devamından yana olan kitleler “evet ya bu iş olmadı, bu bir saçmalık, bu iktidar halka karşı bir iktidar, biz geri çekilmeliyiz” demeye başlamışlardır. AKP’nin hazirandan şubatın ortasına kadar hayatını sürdürmesinin nedeni kendi becerisi değil, meclisteki 3 siyasi partidir. Meclisteki 3 siyasi parti haziran günlerinde hükümeti istifaya çağırmadılar. Uzun uzun  tartıştılar ve o meclis  ve o hükümete suni tenefüs yapmayı seçtiler. Herkesin kendince bir gerekçesi var herhalde. Belki MHP ideolojik olarak AKP’nin projesinden ayrı görmüyor kendisini. O da İstanbul’un dinsel sembollerle dolup taşmasından yana. O da insanların özgürce eteğinin boyuna, çocuk sayısına, ne içeceğine karar vermesi konusunda Tayyip Erdoğan kadar fütursuz bir dil kullanmasa da o da galiba aynı kafadan. Öbür taraftan CHP herhalde iktidar istemeyen, siyasi iktidara uzanmak için çok güçlü garantiler isteyen bir parti. Türkiye’nin kaderine hükmettiği varsayılan bir takım büyük kuvvetler var, içeride ve dışarıda. Herhalde CHP bunlardan senet almadan siyasi iktidar talebinde bulunmuyor. Böyle bir mücadele veriyor. Kürt hareketinin ki çok daha dramatiktir. Çözüm süreci diye bir şey tanımlıyorlar. Masanın karşısında Tayyip Erdoğan var. Ve Erdoğan’ın çözüm süreci için ordan kalkmaması gerektiğine inanmış, Kürt hareketi. Halbuki masanın karşısında çözüm süreci yok. Süreci batağa götüren hiçbirşey olmasa KCK davalarının yaratıcısı, sayısız Kürt belediye başkanını ve Kürt siyasetçisini hapse attıran, Roboski Katliamının nedeni karşılarında. Ama onlar dyorlarki karşı sandalye boş kalırsa biz mahfoluruz. Bu siyasetçiler o halk hareketiyle irtibat kurdular diye ben şikayet etmiyorum. Herkes kursun. Bu herkesi temizleyici, arıtıcı bir nehirdir. Bu iyi bir şey herkes girsin o suya. Ama biraz da temizlenerek çıksın.
EK :  Haziran direnişi diyorsunuz. Özellikle Geziyle apolitiklikten çıkan gençler aman eylem oldu gidelim, koşalım diye polisle çatışmayı tercih ediyor sanki. Siz yılların devrimci önderlerinden birisi olarak, gezi direnişi, çatışma süreci nereye kadar devam etmeli? Direniş boyut mu değiştirmeli? Bundan sonra gidişat nereye varmalı? Nasıl değerlendiriyorsunuz?
AG :  Terimler önemli. Terimlerle konuşuyor, terimlerle düşünüyoruz. Ben bu yüzden Haziran Direnişi diyorum. Fransız Devrimi bir büyük ayaklanmadır ve son derece meşrudur. Rus Devrimi büyük bir isyandır ve son derece meşrudur. Nazi ordularının yenilgiye uğratılması halk ayaklanmasıyla olmuştur ve bunlar meşrudur. Yeter ki arkasında geniş halk kitleleri, insanlığın ilerici birikimi, Kurtuluş düşüncesi  olsun. Ben haziranın bu anlamda ayaklanma olduğunu düşünmüyorum. Bir direnişti. Heryer Taksim, heryer direniş sloganı bunu ifade ediyor. Neye direndi insanlar? Kaç çocuk yapılmasına karışılmasına, futbolun dizayn edilmeye kalkışılmasına direndiler. Tabii ki kentin kamusal alanlarına ilişkin tasarruflar konusunda direndiler. İnsanlara vicdansızca davranılmasına, suratının ortasına gaz sıkılmasına, insan hayatının değersizleştirilmesine karşı direndiler. Şimdi karşınızda size plastik mermi sıkan, attığı gaz bombalarıyla binalarınızda yangın çıkmasına neden olan, onlarca insanın gözünü kör eden bir şiddet mekanizması var. Bu şiddet mekanizmasına karşı nasıl direnilebilir? Halk hareketinin başvurduğu şiddet zorunluluktan ortaya çıkmıştır. Yoksa bu direnişi temsil eden bir gencin molotof atması değil tomaya taş atması değil. Ama örneğin terk edilmiş bir karakolun camları kırılmasın diye güvenlik şeridi oluşturan halk bence temsil ediyor. Barikatlar kuruldu Taksim’in civarında. O barikatlar polis içeriye girmesin ve başka arkadaşlarımızın daha gözünü kör etmesin diye kuruldu. Ama tabiî ki elinize ne geçerse söküyorsunuz ve üst üste yığıp girilmez bir alan oluşturuyorsunuz. Bunda şiddet var. Ama ben hareketin saldırganlaştığını hiç düşünmüyorum. Okadar saldırganlığında gösterilen polis şiddeti karşısında lafının edilmesine değmeyeceğini düşünüyorum.
EK :  Daha genç kesim, sanki biraz eğlenmek amaçlı yapıyor gibi?
AG :  Eğlence amaçlı mı tam emin değilim. Bence mesele şu: birkaç yüz veya birkaç bin kişinin çıkıp bir inat göstermesi, didişmesi değil. Mesele Boğaz köprüsünün bir ucundan diğer ucuna dolduracak insanın harekete geçmesi. Sayı mı derseniz evet sayı. Halk dediğiniz şey bu kadar büyük bir ülkede tabii ki sayılarla ölçülür. Dolayısıyla o halk hareketinin  en heyecanlı, en enerjik, en coşkulu kesimi şuanda sokağa zaman zaman çıkıyor. Ben bunu da gayet normal karşılıyorum. Siyaseten sorunu çözücü olduğunu düşünmüyorum. Sorun eğer başa dönersek, AKP diktatörlüğünün geri püskürtülmesiyse, bu öncü, en coşkulu eylemlerle bunu çözemeyiz. Bizim yeniden o halk hareketine ihtiyacımız var. Halk hareketinin neden hazirandan sonra geri çekildiğini anlamamız lazım. Bunun cevabını verdikten sonra halk istediği biçimi kullanabilir ve hepsi meşrudur bana sorarsanız. Oraya kadar gelmişken söyleyeyim. O en delişmen unsurların ön planda kalması halk hareketinin biraz geri çekilmesinden kaynaklanıyor. Doğaları gereği onlar anne babaları gibi geri çekilmiyorlar. Çekilmesinler de. Bunda bir yanlışlık yok. Bu hoşbir şey çekilmesinler dirensinler. Ama o halkın tekrar geri gelmesini sağlayacak olan örgütlülüktür. İnsanların bir akşam sokağa çıktığını 3.gün 30 km yürüdüm, nereye götürüyoruz bu ülkeyi sorusunun yanıtını kollektiif olarak verebilmesi, milyonlarca insanın bu ülke bizim emeğimizle, eylemimizle şuradan şuraya gidiyor diye ortak duyguya sahip olmaları lazım. Bu örgütlülükten başka bir şeyle kazanılamaz.
IMG_2776
CHP, DİRENİŞİ ÖNEMSİZLEŞTİREN BİR ÇİZGİ TUTTURDU
EK :  Gezide 80 ilde milyonlarca insan sokaklara çıktı. Geziden sonra partiler ve stklar kendi bünyelerine çekmeye oy toplamaya çalıştılar. Yeni partiler kuruldu.  Bunlardan özellikle HDP, Gezi bileşenlerini bünyesine katmaya çalışıyor. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz? Siz de TKP olarak bu tarz bir çalışma yapıyor musunuz?
AG :  Ben problemin biraz tersinden çıktığını düşünüyorum. Çok katılmıyorum bu gözleme. Türkiye’de bir dizi siyasi partinin geziden kaçtıklarını düşünüyorum. Gezinin kucak açtığı 1.parti aslında CHP’dir. Bu da çok doğal bir şey. Ana muhalefet partisi,  AKP’nin alternatifi olarak algılanıyor. Türkiye’de sosyal demokrasinin oyu 3’te 1 derler. Sokağa çıkıp sorsanız herhalde sokaktaki direnişçilerin 3’te birinin çok üzerinde bir oranda CHP eğilimi çıkardı.  Bu bilinen bir gerçek. Peki CHP ne yapıyor? CHP seçim politikalarında aday belirlemesinde Geziye nasıl bi göndermede bulunuyor? Ben göremiyorum. Ankara, İzmir, İstanbul,  Eskişehir ve Hatay direnen 80 ilden 5’i. Ama özellikle bu 5 il sembolik anlam kazandı. Hatay’da AKP’li belediye başkanı partisinden seçime çeyrek kala ayrıldı, CHP’den aday gösterildi. Demekki AKP’nin oradaki yerel yönetim politikalarıyla CHP’nin politikaları arasında bir fark yok. Sarıgül’den çok şey duyuyoruz ama solcu olduğunu duymuyoruz. Öyle bir temsil iddiası yok. Tam tersi onu temsil etmediğine dair işaretler var. Geçtiğimiz günlerde “MHP’li gençlerle toplandım. Allah’a çok şükür hepsi full time beni destekleyecekmiş” diye bir açıklama yaptı.  Demekki başka yöne bakıyor. Ankara’da da CHP’nin adayı bir tv programında hangi partiye üye olduğunu karıştırabiliyor. Seçimi kazanacağını, CHP ve AKP’yi muhalefete iteceğini söylüyor.  Bu tuhaf bir durum. CHP’nin direnişe yatkınlık gösteren kitlelerin eğilimlerini dikkate almadığını tam tersine onu önemsizleştiren bir çizgi tutturduğunu düşünüyorum. Türkiye soyuluyor. Bir soygun var. CHP ilk aşamada 3 bakanı suçladı. Ama onların arkasında dikilen figürün bizim 6 gencimizin kanına bulaşmış olduğunu, biz büyük siyasete taşımayacak mıyız? Ne oldu?  O çocuklar niye öldüler? Eğer bugünkü siyaseti hiç etkilemiyorsa boşuna öldüler anlamına gelir. En önemlisi CHP olduğu için üzerinde durdum. HDP’nin de farklı olduğunu çok fazla düşünmüyorum. HDP daha önceki bir projeydi. Kürt hareketi Türkiye’nin batısında başka güçlerle ittifak yapmayı bir strateji olarak belirledi. Böyle bir birlik partisi kuruldu. Aslında HDP bir seçim partisidir. Altında bir parti yok. Altı yine Kürt hareketidir. Haziranla nasıl bir ilgileri var? Dediğim gibi kuşkusuz herkesin güçlü olmasını arzu ederim ben kendi adıma. Ama ben HDP’nin 30 Mart’ta bir tür Kürtlerin haklarını siyasetinin merkezine koyuyor musun koymuyor musun şeklinde bir referanduma gittiğini düşünüyorum. Ama konumuz bu değil. Konumuz bu olsa örneğin: soru Kürt sorunu önemli mi değil mi diye sorulsa herhalde herkes evet der. Ama konumuz yerel yönetimlerin nasıl olacağı. Yerel yönetimler siyasetin bir parçası. Bir yandan geziden enerji almayı düşüneceksiniz. Bir yandan da AKP ile çözüm süreci devam etsin diyeceksiniz. Bu temel çelişki çözülemez. TKP’nin pozisyonu şudur: Türkiye’nin her tarafında hazirandaki direnişe, hareketlere çok yaygın olarak katıldık. Ama biz kendimizi seçim platformunda, gezinin ya da haziranın temsilcisi olarak sunmuyoruz. Orada ortaya çıkan bir takım değerleri sahipleniyoruz. Ama sokaklara dökülen 10 milyona yakın insan kimseye bir vekalet vermedi. Böyle bir şey yok. TKP ‘ye de CHP’ye de verilmedi. Dolayısıyla gerçekçi olmak lazım. Halk hareketini önemsemek gerekir derken bundan çok önemseyelim ve mümkün olduğunca kendimize yontalımı anlamıyorum. Hareketi sahipleniyoruz ama örgütsüz olduğunu düşünüyoruz. Örgütsüz olduğu için yarıda kaldı, sonuca işaret etmedi. Seçim dönemi TKP’nin örgütleneceği bir dönemdir tabiî ki de. Ama asıl mesele şudur: Türkiye’de hiçbir siyasi parti 10 milyonları kapsayacak, onları yönlendirebilecek bir örgütlenmeye sahip değil. Bizim bir toplumsal örgütlenmeye ihtiyacımız var. O insanların öz örgütlenmesine ihtiyacımız var. TKP öz örgütlenmenin açığa çıkmasına ancak katkı da bulunabilir. Bu örgütlülüğün kendisi olamaz.
HDP’DEN TKP’YE TEKLİF GELDİ Mİ?
 
EK :  HDP kurulurken farklı kesimleri bünyesine çağırdı. Size bir teklif geldi mi? Cevabınız ne olurdu?
AG :  Siyasi ve diplomatik olarak Kürt hareketi, Türkiye sosyalistleriyle ittifak projesinde TKP’yi de görmek istediğini geçmişte dile getirdi. Biz sadece çeşitli toplantılarına temsilen, nezaketen gözlemci olmak üzere katıldık. Ama bu kadar. Biz Kürt sorununu Türkiye’nin sorunlarının anahtarı olarak görmüyoruz. Sadece Kürt hareketi değil, başka sol grupları da bünyesinde barındıran söz konusu akım Türkiye’nin bütün sorunlarının kilidi olarak görüyor Kürt sorununu. Yoksulluk diyorsunuz, “savaş bütçesine bu kadar para harcanırsa halk kitleleri tabiî ki aç kalır” diyorlar. Savaş diyorsunuz, “savaş kültürü Kürt meselesinden, oradaki devlet politikalarından türüyor. O olmadan başka alanlarda da barış olamaz” diyorlar. Yerel yönetim, demokrasi diyorsunuz, “Kürtlerin kendi kendilerini yönetmelerine hoşgörüyle bakılmadığı için devlet aşırı merkezi tutuluyor” diyorlar. Bunlar yanlış. Bu tür analizlerin hepsi yanlış. Türkiye bir sömürü düzeni üzerine inşa edildiği için Kürt sorununun çözümünün imkansız olduğu bir rejimdir aynı zamanda. Biz bu denklemi tersine çeviriyoruz. Kürt sorunu olduğu için Türkiye’nin binbir soruna gömülmüş olduğunu düşünmüyoruz. Türkiye’nin çok yapısal, sınıfsal sorunları olduğu için Kürt sorununun da çözümsüz kaldığını düşünüyoruz. Öbür türlü Kürt düşmanı yönetici gitsin, Kürt dostu yönetici gelsin sorun çözülsün gibi çok naif bir yaklaşıma varabiliriz. Ondan sonra Tayyip Erdoğan mı daha Kürt dostu, öbürü mü diye arayışlara gireriz. Dünya görüşü farkımız olduğu için uzağındayız. Ama TKP’nin dışında çeşitli siyasi aktörler var Türkiye’de. Kürt hareketiyle mesafelerini milliyetçilik üzerinden tarif ediyorlar. Milliyetçilik o toplumu oluşturan herkesin bir ortak milli çıkara sahip olduğunu var sayar. Türk milletinin çıkarları diye bir şey yok. Türk milleti dediğiniz şey sınıflara bölünmüş. Ve emekçilerin, yoksulların çıkarlarıyla TOKİ patronlarının çıkarlarının örtüşmesi diye bir şey yok. Bu ikisi aynı milli çıkarlarda bütünleşmiyor. Dolayısıyla biz ordan bakmıyoruz Kürt meselesine. TKP kendisini hangi etnik veya ulusal kökenden olursa olsun, halk, emekçi güçlerini partisi olarak görür. Bizi orada ayırt eden Türk-Kürt kimliği değildir.
ÖCALAN’IN GÖRÜNTÜLERİ
 
EK :  İP, Abdullah Öcalan’ın görüntülerini yayınlıyor. BDP içinde bazı tartışmaların yaşandığı  da iddia edildi. Siz ne düşünüyorsunuz?
AG :  Bir kere şu çok açık. Gizli kamera kayıtlarının yapılması ve sonrada yayınlanması her durumda konu ne olursa olsun etik olarak reddedilmelidir. Bu bir geniş politik tartışmaya da açılmamalıdır. O kişi kayda alındığını bilmiyor. Bunun bilgisinden yoksun olarak konuşuyor. Bir siyasi figüre tuzak kuruluyor. Bunun üzerinden siyaset yapılamaz. Onu tamamen bir kenara bırakıyorum. Ve şöyle düşünüyorum. Kürt siyasi hareketi oldukça uzun zamandır Kürt sorununun Türkiye’deki politik rejimle beraber çözülmesine kanaat getirmiş durumda. Türkiye’de siyasi bir muhalefet rolünü oynamayalım, rejimle iç içe girelim, rejimin bir parçası olalım, sorunu bu şekilde aşalım diye bakıyorlar. Yanlış bir bakış açısıdır. Ben bu şekilde ilerlenebilecegini düşünmüyorum. 2. Bir boyutu daha var. 2000’lerin başlarında ortadoğudaki Irak probleminden gelerek adım adım berraklık kazandı ve bana sorarsanız artık çıplak gözle görülür hale geldi. Kürt siyasi hareketi, Kürt sorunu sadece Türkiye’yi değil bütün bölgeyi ilgilendiren bir sorun. Kürt statükosu kendince pozitif daha iyi yere taşınacaksa bu değişim bölgede emperyalist çıkarlarla boy ölçüşerek onlarla mücadele ederek değil, onlarla bir uyum sağlayarak yaşamalıdır diye bakıyor. Bu da son derece yanlıştır. Türkiye’nin doğu ve güneydoğu kentlerinde Kürt sorunu ne diye baktığımda fındık toplamaya açık kamyon kasalarında taşınan binlerce insanı görüyorum. Neden oradaki yoksullar bunu yapıyor? Niye onlara yaptırılıyor? Pamuk toplamaya giden çocuklar okula gitmiyor. Türkiye’de güya zorunlu eğitim varmış. Kürt yoksullarının çocukları Eylül-Ekime kadar okula başlayamaz, aileleriyle beraber pamuk tarlalarına giderler. Bu kadar basit. İnşaatların önünden geçelim de kulağımızı kabartalım. Kürtçe konuşulur. O insanlar ne sigortalı ne sendikalı. 15 günlüğüne 2 aylığına o işi bulmuştur. Ondan sonra göç ettiği İstanbul ya da İzmir’de saçma sapan bir gecekonduda üst üste alt alta insanlık dışı koşullarda yaşar, evine memleketine para göndermeye çalışır. Bunlar Kürt. Sabah erken dolaşmaya çıkın. İstanbul’da etrafı temizleyen belediye işçilerinin yarıdan fazlası Kürttür. Bunlarla ilgilenmeyen bir Kürt çözümü olabilir mi? BDP’nin Kürt sorununa buradan yaklaşmadığını düşünüyorum.
OYLARI BÖLMEYİN TARTIŞMALARI
 
EK :  Sosyal medyada size en çok sorulması istenen soru oyları bölme konusu. Sizce TKP oyları bölüyor mu? Veya neden oyları bölüyorsunuz?
AG :  TKP Türkiye’de oy kullanacak olan kitlelerin tercihlerini doğru bildiği yönde etkilemeye çalışıyor. Bunun sonucu bölmek midir? Ama şimdi bize oylarımızı bölmeyin diyenin kendisinin ayırtedici yanlarını bize göstermesi lazım. CHP’nin benim muadilim olan adayı İstanbul’da Tayyip Erdoğan’a daha bir ay önce siz bir dünya liderisiniz dedi mi demedi mi? Yıllardır Sarıgül Şişli’yi, Kadir Topbaş İstanbul’u yönetiyor. Yıllardır bu 2 figür tam uyumlu olduklarını karşılıklı dile getirmiyorlar mı? Benim sorum bu. Tabii ki demogoji yapıyor durumuna düşmek istemem. Sarıgül’ün Tayyip Erdoğan’a bir dünya lideridir derken kurduğu cümlesi “bizim işimize karışmayın sayın başbakan siz dünya liderisiniz, neden bir şehirle bukadar ilgileniyorsunuz” idi. Ama bunu söylemenin başka yolu da vardır. Şerefine Tayyip de güle güle Tayyip de demişti halk. Ama dünya liderisin dememişti. TKP oyları bölmesin diyen önce kendisinin ayırt edilmesi gereken faktör olduğunu ortaya koymalıdır. Bu yoksa ne yapacağız? Aynı şey Ankara için de geçerli. Ankara’da solun ortak adayı TKP’nin üyesi olan Kaya Güvenç. Solun ortak adayı olarak bağımsız giriyor seçimlere. Ama şimdi nasıl Ankara’da solun geneline oyları bölmeyin denebilir? CHP adayı daha önce MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’yi MHP’yi CHP’ye benzetmekle suçlamıştı. Bu tabloda en son telaffuz edilebilecek şey bence TKP’ye oyları bölüyorsun demektir. CHP önce kendisini AKP’den ayırt etsin biz o ayrımın farkına varalım. Asla haksızlık olmasın CHP’nin tamamı Sarıgül ya da Mansur Yavaşçı mıdır? Tabiki değil. Bu sorunun ben son derece samimi şekilde sorulduğunu biliyorum.  Ama yapacak bireşey yok. Çünkü CHP seçimlere girerken politik olarak rastlantısal olmayan bir şey yaptı ve bu seçimlere biz seçimlere demokrat sol bir parti olarak değil, merkez sağ bir parti kimliğiyle gireceğiz diyor. CHP’nin çeşitli ilçelerde bizim dostumuz olarak gördüğümüz adayları da var, orada da biz gerekli pratik ayarı zaten yapıyoruz.
EK :  CHP içinde Mansur Yavaş ve Sarıgül’ü istemeyen de bir kesim var. CHP içindeki bu tartışmaları nasıl değerlendiriyorsunuz? CHP kendi gezi sürecini mi yaşıyor?
AG :  Ne yazıkki öyle bir dinamizmin ortaya çıktığını, CHP’nin solcu bir parti olduğunu düşünmüyorum. Ama Türkiye’nin aydınlanmacı, ilerici birikiminin önemli bir kitle tabanı CHP ile ilişki içindedir. Böyle bir gerçeklikle karşı karşıyayız. Bu bir vaka, durum. CHP’nin bu seçimlere sağcı bir parti kimliğiyle girmeyi tercih ettiğini düşünüyorum. Bu o devinime aykırıdır. Ne oluyor? Türkiye’de ne kadar derin, ne kadar güçlü olduğu 12 Eylül 1980’den sonra çok kuşkuyla karşılamaya başladığımız bir aydınlanma birikimi vardı. Bu aydınlanma birikimimiz 1960-70’lerde kendisini net bir şekilde gösteren her tarafa imzasını koyan birikim geçtiğimiz yıl tekrar kendisini, kürtaj yasağına karşı kadınlarla, ODTÜ’de öğrencilerle gösterdi. Gezide çevrecilerle başladı mimarlarla kent planlamacılarıyla başladı ve bütün halka yayıldı. Biz zannederdik ki futbol taraftarları fanatik, seksist, kadın düşmanı bir topluluktur. Hiç de öyle olmadıklarını öğrendik. Türkiye’de o aydınlanma birikimi kendisini tekrar gösterdiğinde, buna en fazla bünyesinde hissetmeye açık olan siyasi parti sağa kırdı direksiyonu. Bunun böyle gideceğini düşünmüyorum. Çünkü o aydınlanma hareketi devam edecek. Ve herkes ona göre pozisyonunu netleştirmek zorunda kalacak. Zannediyorlar ki bu iş bitti. Birkaç hafta sürdü ve bitti. Tekrar çıktığında nasıl başa çıkacaklarını nasıl adapte olacaklarını merak ediyorum.
SOL CEPHE
 
EK :  Gezi sürecinden sonra kurulan örgütlerden birisi de Sol Cehe. Yoğun şekilde örgütlenmeye de başladı. Türkiye’de solcu olmayan kesimler de var. Sol Cephe onları nasıl kucaklayacak?
AG :  Siyaset yüzyıllardır sol ve sağ üzerinden yapılandırılmış. Bunun bir objektivitesi var. Türkiye’de sağcılar da var. Onları da kapsayalım diye siyaset yapılamaz. Sol Cephe adı üstünde solculara hitap etmektedir. Halk hareketini sola çağırmaıdır. O halk hareketi ben özgürlük istiyorum diyor, solcuyum sağcıyım demiyor. Solcuysan da sağcıysan da gelebilirsin diyor. Örgütlenmeyse adı üstünde sola çağırır. İnsanların öz örgütlenmeye ihtiyacı var. Neden? Çünkü Türkiye’de kitle örgütlenmeleri açısından bir yoksulluk yaşıyoruz. Türkiye’de sendikalar çok güçsüz. Sivil toplum örgütlülüğü çok zayıf. Bir mesele var. Şu masayı kaldırıp içeri taşıyacağız. İnsanlar bir araya gelip nasıl yapacağız, nereden geçireceğiz diye tartışıp karar verecekler. O kararın oluşturduğu disiplini kendi aralarında yaratarak işi yapacaklar. Bu en basit örgütlenme nosyonudur. Türkiye’de buna ihtiyaç var. Ben Sol Cephe’nin buraya oturması gerektiğine inanıyorum. Seçim mi geliyor? Seçimlerde ne yapmak lazım diye tartışmalılar. Siyasi partilerden bir reçete beklememelidirler. Haziran günlerinde bu oldu. Örgütsüz insanlar yan yana geldiler. 30bin kişi bir kavşakta tartıştı. Sağdan mı gidelim soldan mı, köprüye mi yürüyelim? Karar aldılar ve uyguladılar. Bu örgütlülüğe ihtiyaç var. Sol Cephenin ben bu olması gerektiğini düşünüyorum. Anti emperyalist olmalıdır. Ben kendi adıma haziranın ilk haftası şunu düşündüm: bu halkın her biri birkaç bine bölünmüş. Bir sürü örgütü var. Ama halkın büyük kısmı da örgütsüz. Keşke bu halkın koskocaman bir örgütlenmesi olsaydı. 30 Marttan sonraya bunu yetiştirmemiz lazım. 30 Marttan sonra Türkiye krizden çıkmayacak. Kriz yeni bir evreye geçecek. O evrede Türkiye’de geniş halk kütlelerinin kendi örgütü olabilmelidir. Sol Cephe deyince benim gözümün önüne bunlar geliyor.
EK :  Fenerbahçe yürüyüşü düzenlendi. Gezi direnişinde öne çıkan Fenerbahçe ve Beşiktaş taraftar grubu çArşı’ya yönelik baskılar hissediliyor. Siyaset ile futbol son yıllarda çok iç içeydi. Ama bu kadar futbola baskı yapılmasını nasıl değerlendirirsiniz?
AG :  Ben Fenerbahçeliyim. Siyasetle iç içe girmesi ve futbolun endüstriyelleşmesi sermayeyle iç içe girmesi. Burada faturayı AKP’ye kesmekle yetinemem. Bunun çok daha uzun bir arka planı var. Türkiye’de sporun metalaşması diyebileceğimiz  bir şey aslında. Olimpiyat organizasyonları da aslında büyük ekonomiler yaratmak üzere kurgulanıyor. İtalya Başbakanı Berlusconi’de Milan’ın başkanlığını yapıyordu. Bu her açıdan insani olmayan bir süreç. Problemin de burada göğüslenmesi lazım. Yüzbinlerce insan yürüdü. Bugün gündelik ve politik bir tepki veriliyor. Çünkü siyasi iktidar son derece hoyratça o kulübün içine müdahale etmeye çalıştı. Bu müdahale geri püskürtüldükten sonra bütün taraflar kütlesi siyasi olarak muhalefete geçmiş oldu. Tablo bu. Bunu da fazla abartmaya bence yer yok.   Bugünün politik kompozisyonu açısından çok pozitif bir şeydir. Fenerbahçe gerçekten çok büyük bir camia. AKP’nin kurmaya çalıştığı rejimin bir ayağı burada topal kaldı. Ben bunun politik olarak çok değerli olduğunu düşünüyorum. Fenerbahçeli olarak bundan özel bir keyif alıyorum. Ama futbolun problemi bununla çözülmez. Futbol bir bataklıktır. Onu bataklıktan çıkartmaya yönelik başka bir projenizin mutlaka olması lazım.
“AF İSTİYORUZ AF”
 
EK :  TBB Başkanı Metin Feyzioğlu geçtiğimiz günlerde Başbakan ve cumhurbaşkanıyla görüştü ve yeniden yargılamayı tartışaya açtı. Sizin bu konudaki görüşleriniz nedir?
AG :  Bu tarz tartışmalarda ortaya ilginç bir şey çıktı. AKP can havliyle bir takım kartlar attı. Tayyip Erdoğan her şeyi üst üste bindiriyor. Son duyduğum ellerinde bira şişeleriyle başörtülü bacıma saldırdılar. Halbuki biz önce camide bira içtik ondan sonra gömleklerimizi çıkartıp soyunduk. Öyle Kabataş’a girdik. Karıştırmış her şeyi söylüyor. Bu konuda biraz öyle gündeme geldi. AKP can havliyle oraya buraya çiçekler savurdu. Bence o çiçekler de tutmaya değer bir şey yoktur. Karşımızda bir blok oluşmasın, kontrolümüzden kaçan yargıyı sapturap altına alalım dediler. AKP demokratik bir düzenleme yapmaya, haksızlıkları gidermeye eğilim gösterdi de ondan sonra vazgeçti, burun kıvırarak meclise yasa mı getirdi? Tabiî ki de hayır. Bence bunun ihmal edildiği yanlış bir politika izlendi. 2.si de orada tuhaf bir şey söylendi. Baronun önemli bir yöneticisi dediki: mesele af meselesi değil, yeniden yargılama. Ben Yalçın Küçük gibi düşünüyorum. Yalçın Hoca yaptığı yazılı açıklamada  “ya arkadaş biz af istiyoruz” diyor. Af siyasi af bunun her zaman heryerde adı aftır. Bunda bir sakınca da yoktur. Affa uğramak siyasetin dilinde daha önce mahkum olmuş kişinin karalanması anlamına gelmez. Aksine “ben siyasi düşüncelerim ve mücadelemden dolayı haksız yere mahkum edildim. Biz mücadelemizi sürdürdük ve af çıkartmak zorunda kaldılar” anlamına gelir. Söylenmesi gereken şey çok basit. AKP döneminin bütün büyük kitlesel soruşturmaları ve mahkemeleri siyasidir. Ve Türkiye’de rejimi değiştirme yönünde bir operasyonun parçasıdır. TKP olarak diyoruzki bunların tamamı gayrı meşrudur. AKP dönemindeki siyasi davalardan alınan cezaların tamamı hükümsüzdür. Bunu ilan edersin ondan sonra kontrgerilla mı, bütün tarihiyle masaya yatırırsın. Bu kontgerillayla barışmak anlamına gelmez. 17 Aralıktan sonra kuvvetli şekilde buradan başlansaydı çok büyük mesafeler alınacaktı. Çünkü AKP’nin çok zayıf olduğu bir momentti. Ne yazıkki Türkiye’de çeşitli hukuk çevreleri kısa vadede bir kazanım elde edebilir miyiz diye yaklaştılar ve pratikte AKP’ye nefes alma şansı vermiş oldular.
AYDINLIKÇILAR – KOMÜNİSTLER
 
EK :  Aydınlıkçılarla komünistlerin zaman zaman tartıştıklarını görüyoruz. bu süreç nereye gider? Türkiye’de solcular ne zamana kadar kavga edecek?
AG :  Ben durumun okadar dramatik olduğunu düşünmüyorum. Türkiye sağına bakınca kimse böyle demiyor da sola bakınca söylüyor. Sağda da bir sürü parti var. Sağın bölünme hakkı var da solun yok mu? Şaka bir yana eğer farklılıklar suniyse ve hayatın gerçeklerini yerine getirmiyorsanız saçma bir şey yapıyorsunuzdur. Bunun arkasında da siyasi toyluk olabilir, kariyerizm olabilir. Bir takım nedenler olabilir. Ama savunulacak nedenler değildir. Ben Türkiye solundaki durumun bu olmadığını düşünüyorum. Aydınlık hareketinin İP hareketinin bir milli cephe kurmalıyız diye yaklaşımları var. Biz buna küllüyen karşıyız. Eğer illa milli lafını kullanacaksak oraya Süleyman Demirel ekolünü hiç olmazsa sokmamak lazım. Ama arkadaşlar MHP’yi bile sokma eğilimindeler. Bu başka bir siyaset yaklaşımı. Başka bir program. Bizimki ve onlarınki buluşturulamaz. Aramızda gerçek farklılıklar olduğunu düşünüyorum.
EK :  Son sözlerinizi alalım.
AG :  Biz bu seçimlere şu ana politikayla giriyoruz. Türkiye’nin bir AKP sorunu var. Ve 30 Martta yenilgiye uğrayan, kuvvetli bir şekilde oy kaybeden AKP çözülür. İktidar olmak için yaratılmış AKP muhalefet olamaz. İktidardan düşeceği tescillenince Türkiye beladan kurtulmaya başlar. Ama Türkiye bundan kurtulurken AKP diktatörlüğü Türkiye’den tasfiye olurken onun yerine yok aslında fazla bir farkımız diyen başka projelerin olmasını mı tercih edeceğiz yoksa bir sol seçeneği mi güçlendireceğiz? Bizim bu seçimlere temel yaklaşımımız budur. AKP’yi indirmek ama onun yanı sıra Türkiye’de gerçek bir sol seçeneği güçlendirmek..

Yayınlandığı Adresler:

http://www.muhalifgazete.com/haber/92249/istanbulun-en-basta-cozulmesi-gereken-sorunu-siyasal-iktidardir.html

http://www.habertut.com/tkb-ibb-adayi-aydemir-gulerden-aciklamalar.html

http://istanbulicinaydemirguler.org/muhalif-gazete-istanbulun-en-basta-cozulmesi-gereken-sorunu-siyasal-iktidardir/

Bir gönderi yayınlayabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir. Giriş

Cevapla