Balyoz Davası Sanığı Tuğgeneral Mustafa İlhan

0 Yorum

Balyoz davası bu iklimin yargı tarihine kara bir leke olarak geçecek davalardan sadece biri… Pek çok emekli ve muvazzaf asker tamamen dijital verilere istinaden tutuklandı ve hüküm giydi. Dava sürecinin başından bu yana sanık avukatları pek çok usulsüzlüğü belgelerle ortaya koymalarına rağmen bir sonuç alamadı. TÜBİTAK’ın bilirkişi raporlarına karşı ulusal ve uluslararası mercilerden 30’a yakın rapor alınarak dijital verilerin gerçekliği çürütüldü ancak bu raporlar yerel mahkeme tarafından bir türlü dikkatte alınmadı. Geçtiğimiz günlerde Anayasa Mahkemesi bir yanlıştan dönerek, Balyoz davasını usulden bozdu, yeniden yargılamanın yolunu açtı ve arkasından tahliye süreci başladı.

Balyoz davası kapsamında 16 yıl hapis cezası alan ve Anayasa Mahkemesi kararından sonra özgürlüğüne kavuşan askerlerden biri de Hava Pilot Tuğgeneral Mustafa İlhan… Mustafa İlhan Paşa için pek çok silah arkadaşı “Geleceğin Hava Kuvvetleri Komutanı” gözüyle bakıyordu ancak Türkiye’deki iklimin med cezirleri O’nu bambaşka bir noktaya, Hasdal, Hadımköy ve Silivri Cezaevlerine götürdü. Mustafa İlhan Paşa tutuklandığında geride kıymetli eşi ve iki evladını bıraktı; bugün 18 yaşındaki Batuhan ve 16 yaşındaki Melis… 3 yıllık cezaevi sürecinden sonra özgürlüğüne kavuşmuş bir baba olarak Mustafa Paşa, evlatlarına dair şunları söylüyor:

“Ben hapishaneye girdiğimde çocuklarım daha küçüktü. Şimdi kızım genç bir hanım, oğlum ise delikanlı oldu. Onların ergenliklerini, yaşamlarında fiziksel ve psikolojik olarak en büyük değişimi geçirdikleri dönemlerini kaçırdım. Şimdi tüm bu kaçırdıklarımızı hep birlikte toparlama çalışıyoruz.”

Pek çok askeri davada art arda gelen tahliyeler tartışılıyor ve AKP ile Gülen Cemaatinin arasındaki savaşın bir sonucu olabileceği iddia ediliyor. Mustafa İlhan Paşaya bu tartışmalar hakkında neler düşündüğünü sorduğumda yanıtı şöyle oldu:

“Bunları AK Parti mi yaptı yoksa Cemaat mi? Bence faillere isim aramadan önce ortadaki resme bakalım. Yaklaşık son beş yıllık dönem içinde önemli yasal değişiklikler yapıldı. TSK personelinin yargılama usulleri, HSYK, Yargıtay, Anayasa Mahkemesi ile ilgili değişikler ve belirli mevkilere özel personel atamaları ile ciddi bir hazırlık yapıldı. Bütün bunları kim yaptı? Tabi ki bizi yöneten insanlar. Bu hazırlık sürecinin sonucunda bu çürük davaları bize kimler açtı? Bugün geçmişe dönüp bazı yanlışlıklardan bahsediliyorsa sanırım önce yapılan bu yanlışlıklar sebepleri ile açıklanmalı ve daha sonra da mağduriyetler giderilmelidir. Bu tip bir uygulamanın demokrasimizi güçlendireceğini, iyi bir yönetim içtihadı ve etiği oluşturacağını değerlendiriyorum.”

En çok merak ettiğim konuların başında cezaevine giren askerlerin TSK’ya karşı bir kırgınlığının olup olmaması konusu. Bunu Mustafa Paşaya sordum ve kendisinden çarpıcı bir yanıt aldım:

TSK, benim 14 yaşından beri üyesi olduğum bir kurum, ruhen de hala üyesiyim. Bence bu tip bir yaparken kurumu ve yönetenleri bir birine karıştırmamak, ayrı ayrı değerlendirmek gerekir. TSK sahip olduğumuz en önemli değerlerden biridir ve ne amaçla olursa olsun yıpratılmamalıdır. Hepimiz geliriz ve gideriz ama yarattığımız değerler ve gelenek yaşar. Gelecek kuşaklara aktardığımız en önemli miras da budur. Bu bağlamda TSK binlerce yıllık bir süreç içinde yaratılmış önemli bir değer ve gelenektir ve örselenmeden teslim edilmesi gereken bir mirasdır

Şimdi; Bizler TSK’dan ne bekliyorduk ki? Genelkurmay Başkanımızın, Kuvvet Komutanlarımızın ya da silah arkadaşlarımızın bizleri yasal olmayan yollarla desteklemelerini mi? Elbette hayır. Bence beklenen basitti; öncelikle yargı sürecinin yakından takip edildiğinin kamuoyuna, yargıya ve siyasete hissettirilmesi ve adil bir yargılama yapılması için yasal hakların çekinilmeden kullanılması beklendi. Böylece kamuoyu önünde kurumu tarafından bile sahip çıkılmayan muhtemel suçlular gibi bir algılamanın önüne geçilebilirdi. Bu olmadı. Yalnız kaldık. Daha sonra “silahlı kuvvetler ailesinin” dayanışma ruhu çerçevesinde, doktorların, şoförlerin veya her hangi başka bir meslek grubunun yaptığı gibi kurum içi bir dayanışma gösterilebilirdi. Bu da olmadı. Ailelerimiz bu davayı görünür kılmak için sarf ettikleri mücadelelerde yalnız kaldılar, önemli bir destek göremediler. Çoğunluğu emekli asker olan küçük bir grubu ve sivil vatanseverleri saymazsak ”aile” bizi terk etti, umursamadı diyebiliriz. Sonuç olarak TSK komuta kademesinden yasalar gereği sorumluluklarına ısrarla sahip çıkmasını, silah arkadaşlarımızdan da en azından yanımızda olduklarını hissettirmelerini bekliyorduk. İstisnaları saymazsak her iki konuda da hayal kırıklıkları yaşandı.”

Kıymetli Tuğgeneral Mustafa İlhan Paşayla Balyoz sürecinden mahkeme kararlarına, savcılık sorgusundan tutuklanma sürecine, Anayasa Mahkemesi kararından neden hedef alındığına, TSK komuta kademesinin dizayn edilmesinden cezaevinde yaşadıklarına, hukuki durumundan geleceğe dair planlarına varıncaya dek pek çok konuda konuşma şansım oldu. Tutuklanma sürecinden özgürlüğüne dek yaşadıklarını ilk kez bir gazeteciye anlattı Mustafa Paşa. Tuğgeneral Mustafa İlhan’ın perspektifinden çarpıcı ve anlamlı pek çok düşündürücü detaya şahit olacaksınız…

-Şu anki hukuki durumunuz tam olarak nedir ve serbest kalmanıza müteakip süreç nasıl ilerliyor?

Mustafa İlhan: Anayasa Mahkemesi’nin usul bakımından yanlışlar tespit edip kararı bozmasından sonra, avukatlarımızın aktardığı kadarıyla herhangi bir hak kısıtlamamız yok. Şu an sanık durumundayız. Bilindiği gibi bundan sonraki süreçte dava yeniden görülecek, dolayısıyla 4. Ağır Ceza Mahkemesi’nin konu ile uygulamasının ne olacağı hep beraber göreceğiz. Şu an özgürlüğümüze kavuşmuş olsak da bu dava henüz bitmiş değil. Umarım en kısa sürede bu süreç adil bir şekilde tamamlanır ve yargı adına yaşanan bu utanç dönemi sona erer.

-Geçtiğimiz günlerde Anayasa Mahkemesi Balyoz davasıyla ilgili gerekçeli kararını açıkladı. Kararın gerekçelerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Mustafa İlhan: Kararı detaylı okumadım henüz ancak iki husus önem arz ediyor. Yargılama sürecinin başından beri bizlerin de ısrarla talep ettiği iki önemli tanığın mahkeme tarafından dinlenmemiş olması bunlardan birincisi. Dinlenmesini talep ettiğimiz bu tanıklar dönemin Genelkurmay Başkanı ve Kara Kuvvetleri Komutanıydılar ve iddia makamı bu şahısların sözde darbeyi engellediklerini belirtiyordu. Dinlenmeleri gerçeklerin ortaya çıkartılması konusunda hayati öneme sahipti. Üstelik savcılık iddiası doğru olmuş olsaydı iddia makamının lehine bir tanıklık olacaktı. Ama ilginçtir mahkeme bu şahısları çağırmadığı gibi taleplerimizi de ret etti. Anayasa Mahkemesi Yargıtay 9. Dairenin göremediği, daha doğrusu görmek istemediği bu yanlışı tespit etti.

Diğer konu bilirkişi raporlarıyla ilgilidir. Bu yargılama tamamı dijital ortamda olan sözde bir darbe planı üzerine inşa edilmiş bir tiyatrodur. Her ne kadar bir kısım basın organlarında ıslak imzalı belgelerin de olduğu söylense de, aslında bu doğru değil. Çünkü 1. Ordu’da ele geçirildiği iddia edilen ıslak imzalı sözde “darbe” belgeleri davayla ilgisi olmayan yasal belgelerdir. Ama bir takım basın ısrarla bu gerçeği kamuoyundan gizlemiş, dijital belgelerin gerçek oldukları algısını yaratmak üzere bu yasal belgeleri kullanmıştır.

Sözde darbe planlarının kaydedilmiş olduğu 1. Ordu Komutanlığında ele geçirildiği iddia edilen CD’ler ve daha sonra Gölcük’te bulunan 5 nolu harddiskin incelenmesi mahkeme tarafından TÜBİTAK’a yaptırdı. Ancak daha sonra gördüğümüz üzere gerçeğin ortaya çıkarılması için doğru sorular sorulmadı. Üstelik bu CD’ler ve Hard Disk ismen belirli kişilere incelettirilmiştir. Daha da enteresan olan, mahkeme bilirkişi seçimi ve usullerinde de hatalar yapmıştır. Bunların tümü daha sonra yargılamalar esnasında ortaya çıktı. Bunlara ek olarak tutuklu bulunan bilişim suçları konusunda uzman arkadaşlarımız tarafından da CD ve Hard Disklerin sahte olduklarına dair tespitler yapıldı. Sonuçta mahkemenin hatalarına ve eksikliklerine, TUBİTAK raporunun yetersizliğine istinaden CD’lerin ve Hard Diskin yeniden incelenmesi için mahkemeye talepte bulunduk. Tabi mahkeme bu haklı talebi de kabul etmedi. Çünkü kabul etseydi dinlemek istemediği iki önemli tanık olayında olacağı gibi gerçekler açığa çıkacaktı. Oysa millet adına görev yapan mahkeme yargılamasının hiçbir aşamasında gerçeğin açığa çıkmasını istemedi. Mahkemenin bu olumsuz ve anlaşılmaz tutumuna karşı bizler özel olarak girişimlerde bulunduk ve toplamda otuza yakın bilirkişi raporu hazırlattık. Bu bilirkişilerden birisi de ABD merkezli bir kuruluş olup bu sahteliği belgelediği gibi bugün itibarıyla uluslararası toplantı ve kongrelerde bilişim suçları konusunda örnek bir durum çalışması olarak sunmaktadır. Yani Balyoz entrikası dijital çağın bilişim suçları konusunda bir örnek dava olmuştur. Umarım TUBİTAK yönetimi bundan bir ders çıkartmıştır. Sonuçta içinde “bilim” geçiyor ve Çin’de de olsa öğrenilmesi hepimizin üzerinde fikir birliği yapmış olduğu bir husus. Sonuçta sanıkların lehine olan tüm bu bilirkişi raporları da mahkeme tarafından kabul edilmedi. Yine Yargıtay 9.Daire’nin göremediği, görmek istemediği bu gerçeği Anaya Mahkemesi tespit etti.

Diğer önemli bir husus da yargılama süresince avukat-sanık mahremiyetinin her yere mikrofon yerleştirerek ihlal edilmesidir. Toplarsak 10 Özel Yetkili Mahkeme adil bir yargılama yapmamıştır, Yargıtay 9. Daire bu adaletsizliği onaylayarak içtihat haline getirmek istemiştir, ancak Ana Yasa Mahkemesi bu hukuk cinayetini en azından usul açısından bozarak Türkiye’ye, Türk yargı sistemine bir şans vermiştir. Aslında suçlamaların dayandığı iddialar ve sözde delilleri incelenirse daha usule bile gelmeden gerçekte bir davanın mevcut olmadığı da kolayca görülebilir.

-Sizce neden hedef alındınız ve şahsınıza yönelik tüm bu olanların sebepleri nelerdir?

Mustafa İlhan: Yorumlara açık, kritik bir soru aslında. Ben tespitlerimi aktarayım; bu entrikayla Hava Kuvvetleri’nin general kadrolarında önemli tasfiyeler ve buna bağlı olarak yaklaşık 10-12 yılı kapsayacak bir düzenleme yapıldı. Komuta kademesi formatlandı. Deniz Kuvvetleri’nde sadece amiral kademesinde değil, albay kademesinde de tasfiyeler yaşandı ve bu düzenleme Deniz Kuvvetleri için sanırım 20 yıllık bir süreci kapsayacak. Kara Kuvvetleri ve Jandarma Genel Komutanlığı, Deniz ve Hava Kuvvetleri kadar etkilenmiş gözükmüyor. Sonuçta, TSK’nın önümüzdeki 10-20 yıllık komuta kademesi, artık hangi amaca hizmet etmesi bekleniyorsa, yeniden düzenlenmiş oldu.

Bizlere, TSK’ya ve Türkiye’ye yapılan sözlük anlamıyla bir terör faaliyetidir, bir hukuk terörizmidir. Bu entrikayı planlayanların TSK’yı baskı altına aldığını söylemek sanırım yanlış olmaz. Şu anki komuta kademesi baskı altında mıdır, değil midir bilemem. Onların adına yorumda bulunmam doğru olmaz. Ama bununla yaşamak durumundalar, bunu söyleyebilirim. Bu noktada aslında komuta kademesinden ziyade genç kuşakları düşünmek gerekir. Her dört kuvvette de gelecek bekleyen dürüst, idealist gençler var. Bugün yaşananlardan sonra, artık bu gençlerin önlerinde iki seçenek var gibi görünüyor; ya vatana hizmet idealiyle devam edecekler ve benzer riskleri kabul ederek bir gün terk edilmeyi göze alacaklar, ya da TSK’nin onlara verdiği bilgi ve beceriyle şanslarını başka yerde deneyecekler. Gönül ister ki Cumhuriyet değerlerine inanan yetenekli ve liyakat sahibi vatansever subay ve astsubaylar TSK’da kalsınlar. Onların bizlerden çok daha da iyi olacaklarına eminim. Bundan sonra neler yaşanacak hep beraber göreceğiz.

-AKP ve Gülen cemaatinin müttefik oldukları dönemde TSK’ya yönelik kumpas kurduğu tartışılıyor. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz ?

Mustafa İlhan: Sokaktaki her hangi biri olarak, AK Parti ya da Cemaatten ziyade şunu görüyorum; ortada bir entrika var ve buna yönelik korkunç bir PR çalışması yapıldı. Üzülerek söylüyorum, hukukçu sıfatı olan emekli yargıçlardan tutun üniversite hocalarına ve hala çalışan avukatlara kadar pek çok kişi meslek etiklerinin dışında hareket ettiler. Bunların başını da bir gazeteci grubu çekiyordu ve pek çoğu sonradan yanıldıklarını da ifade ettiler. Bu çok masum bir özür gibi görünse de aslında korkunç bir cinayetin itirafıdır. Çünkü tüm kamuoyunu yönlendirdiler ve entrikaya önemli destek sağladılar. Öyle siyasetçiler oldu ki, daha davanın ne olduğu bile bilinmezken suçlanan askerleri mahkum edip pisliğe benzettiler. Bu yaptıkları Türkiye’ye, Türk siyaset etiğine ne kadar hizmet etti emin değilim. Diğer taraftan, görünen bu ülkede bir entrikanın kolayca uygulanabildiği ve devletin en önemli kurumlarından biri olan TSK’nın bir işbirliği içinde yerle bir edilebileceğidir. Yani, demek ki Türkiye’de yalan ve entrikayla her şeyi yapabilirsiniz. Yani hiç birimiz, komplocular da dahil, güvende değiliz. Konu kumpasları kimim, kimlerin yaptığı değil bu yapılanlar sorgulanıp düzeltilmezlerse bir yönetim biçimi, bir siyaset ahlakı olarak meşruluk kazanacakları gerçeğidir.

Bunları AK Parti mi yaptı yoksa Cemaat mi? Yine ortadaki resme bakalım. Son beş yıllık dönemde entrika davaları kotarmak üzere çeşitli yasal değişiklikler, atamalar yapıldı, bunları daha önce belirttim. Bütün bunları kim yaptı? Bunları yapanlar bizi yöneten insanlar. Bu davaları bize kimler, nasıl açtı? Bu ülkenin emniyet kuvvetleri ve yargısındaki kilit makamlar, görev yerleri kimler tarafından şekillendirildi? Bunların cevaplarını hepimiz basından takip ediyoruz. Yeniden konuşmanın bir faydası yok. Ama bence, eğer ortada bir yanlış varsa önce bu açıkça kabul edilmeli, sonra da yanlışların düzeltilmesi için samimi çaba sarf edilmesi gerekmektedir. Hiç kimseyi haksız yere suçlamak veya itham etmek istemem bu nedenle burada birilerinin isimlerini telaffuz etmek uygun olmaz. Ancak, diğer taraftan belirli bir gurubun bürokrasi, emniyet, TSK ve yargıda belirli kilit noktaları ele geçirdiğine dair kuvvetli delilleri de yok saymak mümkün değil. Umarım hepsini yakın zamanda öğreniriz. Gerçekler arsızdır, kendilerini saklamazlar.

-Başta Balyoz olmak üzere, pek çok askeri davadan gelen tahliyelerin AKP-Cemaat arasında süren savaşla bir ilgisi olduğunu düşünüyor musunuz? Eğer ittifakları devam etseydi, bugün durum yine aynı olur muydu?

Mustafa İlhan: Yoruma çok açık bir soru. Evet, doğru da diyenler olacaktır, hayır ilgisi yok diyenler de. Burada pek çok faktör var ve bunlardan biri de AK Parti-Cemaat arasında olanlar. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin yaklaşması, PKK terör örgütüyle yürütülen müzakerelerden de söz edilebilir. Bence en önemlisi, davanın başlamasından bu yana yapılan yanlışlıkların, adaletsizliklerin farkına varıp ellerinden gelen her türlü desteği veren vatanseverlerin oynadıkları roldür. Barolar, avukatlarımız, ailelerimizin her şartta sürekli sesimizin duyulması için verdiği çabalar, Sessiz Çığlık eylemleri ve basın etiğine bağlı basın mensuplarının desteklerini de bunlara eklemek gerekiyor. Pek çok kesimden dürüst ve vatansever insanlar yapılan yanlışlıkları görünür kıldılar. Hem bu davayı Türkiye ne kadar daha taşıyabilirdi? Böylesi bir hukuk cinayeti varken, tek bir asker arkadaşım bile yasal olmayan yollara başvurmadı. Bir iki istisna dışında-ki bu da anormal değil-herkes mahkemelere koşa koşa geldi ve yargılanmayı kabul etti. Yargılanma konusunda halen vazgeçmiş değiliz ve adil yargılanmak konusunda hepimiz ısrarcıyız.

Malumunuz BM’nin ilgili kurumunun tutuklamaların adil olmadığı ile ilgili kararı var ve bundan sonraki süreçte dava AİHM’e de taşınabilir. Türk yargısının hukuksuzlukları, adaletsizlikleri görmezden geldiği bir ülkeyi yönetmek de mümkün değil. Bu konu iki rakip arasındaki bir kavgayı veya barışı aştı artık. Bir taraftan, bizim açımızdan bu dava bitti ve ailemizle birlikte yıllarımızı kaybettik. Bunların geri verilmesi mümkün değil. Diğer taraftan, eğer bizlere yapılan haksızlıklar düzeltilmezse ülkenin geleceği ipotek altına alınmış olacaktır. Bu nedenle kavganın-barışın sonuçları değil, bu komplonun faillerinin bulunup, kamuoyuna teşhir edilmeler ve yargılanmaları birinci önceliktir. Bizler içinde aslında bu dava ancak bu söylediklerim gerçekleşirse son bulacaktır.

-Sizce tutuklanmanız ve cezaevi sürecinizde TSK size ve silah arkadaşlarınıza yeterli desteği verdi mi yoksa kırgın mısınız?

Mustafa İlhan: Türk Silahlı Kuvvetleri, 2 bin yıllık geçmişi olan bir kurumdur. Dolayısıyla, bu olanlarla ilgili TSK diye söze başlarsak yanlış bir algı oluştururuz. TSK, benim 14 yaşından beri üyesi olduğum, ruhen de hala bir parçası olduğum bir kurum. Bu hiç değişmeyecek ve eğer bir gün ihtiyaç duyulması halinde tekrar koşa koşa gidip hizmet edeceğim bir kurumdur TSK. Ancak, TSK’yı yönetenlerin bu dönemde yaptıkları veya yapmadıkları ise ayrı bir olaydır. Kurumu bir kenara ayırıyorum ve asla yanlış bir şey söylemek, manevi varlığını incitmek istemem. Silah arkadaşlarımızın desteği ile ilgili olarak, herkes adına konuşmasam da, en azından bende hayal kırıklıkları oldu tabi. Biz muharip askerler arkadaşlarımıza güveniriz çünkü canımız birbirimize emanettir. Havacı, Denizci ya da karacı olmanız bunu değiştirmez. Dava sürecinde bu duyguyu ben maalesef göremedim. Biz hiç kimseden anlamsız, yasal olmayan, gerçeklerle uyumsuz bir destek beklemedik zaten.

Ne bekliyorduk ki biz? Komuta kademelerinin, ya da arkadaşlarımızın bizi yasal veya devlet adabına yakışmayan usullere başvurarak desteklemelerini mi? Elbette hayır. Ama, yargı sürecinin doğru icra edilmediği ve adil yargılanmadığımız yetkili ağızlar tarafından, uygun bir şekilde kamuoyuna yansıtılabilirdi. Bu konuda belki çaba sarf ettiler ama ne biz ne de kamuoyu bunu biliyor. Görüldüğü kadarıyla TSK’nın etkili kademelerinin dava sürecinin adaletli yürütülmesini desteklediğini söylemek biraz zor. Gazetelerden okuduğum kadarıyla “Yargıya ve adalete şans tanıyalım” gibi söylemler oldu. Bunlar adil yargılamayı destekleyen söylemler olmadı, çünkü zaten adil bir yargılama yapılmıyordu ki. Bu gerçek önemli bir hayal kırıklığı yarattı elbette.

Ailelerimiz en başından beri Sessiz Çığlık eylemleriyle adil yargılanma yapılmadığını duyurmaya çalıştılar. Kime duyurmaya çalıştılar, bizi yargılayanlara mı? Onlar zaten biliyordu yaptıkları işin adil olmadığını. Beklentimizi bu tip olayların TSK ailesi tarafından desteklenmesiydi. Peki, desteklediler mi? Çok küçük bir kısmı bizim ailemizin yanına gelerek desteklediler. Bunların çoğu da emekliydi zaten, muvazzaf çok yoktu. TSK gibi büyük ve köklü bir camia için bu durum nasıl açıklanabilir bilemiyorum.

Geçmişte birlikte çalıştığımız emekli komutanlarımız var ve onların emir ve komutası altında pek çok görev yaptık. Bu insanlar bizi çok yakından tanıyan kişilerdi. Emekli oldukları rütbe ve konumları düşünüldüğünde adil bir yargılama yapılması yönünde bizlere kolayca destek olabilecek kişilerdi. Bu kişilerin çok azını biz basında gördük. Ben havacı olan hiç kimseyi görmedim. Şu anki Hava Kuvvetleri Komutanı dahil, bu davanın adil şekilde yürütülmesi gerektiğine dair beyanat veren hiçbir muvazzaf veya emekli komutan hatırlamıyorum. Biz kimseden bu askerler suçlu ya da suçsuzdur demelerini de istemedik, zaten doğru da olmaz. Ama bir etik, bir ahlak anlayışı olmalı. Bu hem meslek etiğine hem de hangi inanca mensupsanız onun ahlak öğretisine uyumlu bir duruş olmalı. Ancak ortada ne meslek etiği, ne hümanist ahlak nede inanç ahlakı açısından bir duruş var. Eğer barışta bile adaletsizlik karşısında ahlaki bir duruş sergilenemiyorsa, kriz zamanında ne yapılır bilemiyorum. Nusret Amiral ve birkaç generalimizi ayrı tutuyorum. Yine de kimseye haksızlık yapmak istemiyorum ve umarım gözlemlerimde yanılıyorumdur. Evet, çok fazla hayal kırıklığım var.

-İfade vermeniz gerektiğini ailenizle birlikte İstanbul’dayken telefonla öğrendiniz ve kendiniz adliyeye gittiniz. Savcılık sorgusu ve tutuklanma sürecinizde neler yaşadınız?

Mustafa İlhan: Süreç başladığında ismi geçenlerin ifadeye çağırıldığını biliyorduk. Beni Hava Kuvvetleri Personel Başkanlığından arayıp haber verdiler. İzinliydim o dönem. Davaya bakan Savcı Hüseyin Ayar Beşiktaş’daki bulunan savcılık yerleşkesindeydi. Kendisi tam bir hayal kırıklığıdır. Umarım sebep olduğu hukuk cinayetlerini, insanlık felaketlerini bir kez daha düşünür. Verdiği haksız kararların masum insanların hayatlarında nelere mal olduğunu umarım fark edebilir. O ve davaya bakan diğerlerinin uzun ve sağlıklı yaşamalarını, yaptıkları yanlışlıkların vicdanen farkına varmalarını temenni ediyorum. Yaptıkları adaletsizliklerin bilinci ve yükü ile yaşasınlar yeter.

Sorgulama için Beşiktaş’a gittim ve uzun süre sırada bekledim. Avukatım da yanımdaydı. Savcı sorular sordu ben de gereken yanıtları verdim. Sorgum bitince nöbetçi mahkemeye çıkmayı bekledim. Savcı beni tutuklanmam isteğiyle mahkemeye sevk etmiş. Orada da bildiklerimi anlattım ancak tutuklanmama karar verildi. Ellerinde somut hiçbir delil olmadan savcı istedi ve nöbetçi hakim de tutuklanmama karar verdi. Bizim hukuk sistemimizin aksaklığından mıdır bilemiyorum ama hiçbir şeyi takip edemiyorsunuz ta ki mübaşir size tutuklandığınızı söyleyene kadar. Türkiye’de bir vatandaşın değeri bu mudur? Ama olan bu işte.

-Savcılık sorgusu ve nöbetçi mahkeme sürecinde size ne gibi sorular yöneltildi ve her hangi önyargılı bir tavırla karşı karşıya kaldınız mı?

Mustafa İlhan: İddiaya göre, 2003 yılında bir seminer yapılıyor ve iddia makamı seminerde bazı illegal şeyler konuştuğunu söylüyor. Benim de buna katkıda bulunduğum iddialar arasındaydı. Bana suçlandığım dijital ortamdaki veriler gösterildi. Sonra da seminerin yapıldığı zamanlarda nerede olduğum soruldu ama somut bir belge yoktu ellerinde. O iddiaların tümünü reddettim. İki soruşturma polisi de hakkımda suçlu olduğuma dair bir rapor yazmıştı. Bu adamlar beni tanıyor mu? Evimde, iş yerimde herhangi bir şey bulunmuş mu? Bana ait herhangi bir yazılı belge bulunmuş mu? Herhangi bir telefon görüşmem var mı? Ellerinde somut hiçbir belge, delil yoktu. Tek gerekçeleri benim ismimin dijital bir ortamda bulunan bir Word sayfasında geçiyor olmasıydı. Sonrasında bir iki kişiyi tanıyıp tanımadığım soruldu. Hava Kuvvetleri küçük bir camiadır. Hele ki sorulanlar generalse tanımaman mümkün değil, çünkü toplasan 60 kişilik bir gurubuz zaten. Açıkçası, benim sorgulanma sürecimde art niyetli bir soru hatırlamıyorum.

-Hasdal, Hadımköy ve Silivri cezaevlerinde bulundunuz. Askeri ve sivil cezaevlerinin birbirinden ne gibi farkları var ve hayatınız orada nasıl geçiyordu?

Mustafa İlhan: Tutuklanmalar fazla olunca Hasdal askeri cezaevi büyütülmek zorunda kalındı. Bazı binaları hapishane haline getirdiler. Daha sonra Hadımköy’de bulunan bir tesis de hapishane haline getirildi. Ben daha sonra buraya nakledildim. Hasdal’ın imkanları dahilinde 8 kişilik bir koğuşta kalıyordum. Hadımköy’de iki kişilik koğuşta kaldım. Her iki hapishanede de hareket alanımız ve bir birimizle görüşme imkanlarımız Silivri’ye nazaran daha fazla idi. Bunların haricinde Askeri hapishanenin size sapladığı ekstra bir avantaj yok.

Silivri’de ise bizleri isnat edilen suçla uyumlu şekilde bir birinden tecrit edilmiş koğuşlarda tutuyorlardı. Silivri cezaevi büyük bir kompleks. Orada 4 numaralı ceza evinde kaldım. Yargı bizi çok tehlikeli gördüğü için yönetmelikler gereği hapishanede küçük gruplar halinde iskan edilmemiz gerekiyordu ve o şekilde iskan edildik. Bu da enteresan bir konudur. Çünkü bütün hayatlarını bu vatanı korumak için harcamış çoğu savaş gazisi asker aleni bir entrikayla suçlanıp hapishanede çok tehlikeli suçlular olarak özel şartlarda tutuluyorlar. Herkesin üzerinde düşünmesi gereken bir vefasızlık. Umarsamazsanız bir gün mutlaka sizi de ziyaret eder. Kendi adıma söylemem gerekirse hapishane müdürü, yardımcıları, infaz koruma memurları ve personel profesyonelce davrandılar ve işlerini iyi yaptılar. Onlarla ilgili kötü bir şey görmedim ve olumlu izlenimlere sahibim.

Esaretin kuralı fiziksel, ruhsal ve entellektüel olarak hayatta kalmaktır. Herkesin yaşam tarzı birbirinden farklı olduğundan bu süreci farklı yaşıyorlar. Direncinizi arttıracak ve hayatta kalmanızı sağlayacak motivasyonlara ihtiyaç duyuyorsunuz tabi. Ben daha çok okumayı tercih ettim ve günde ortalama 6 saat kadar okuyordum. Ayrıca fiziksel olarak güçlü kalabilmek için günlük rutinim içerisinde iki periyodda olmak üzere 2-3 saatlik bir spor da vardı. Zaten, suçsuz olduğunuzu biliyorsanız, her nerede olursanız olun bir psikolojik üstünlüğünüz oluyor. Tek kişilik koğuşa elleriniz kelepçeli bile olsa suçsuzluğunuzun verdiği bir moral üstünlüğünüz var. Bu durum size inanılmaz bir direnç veriyor. Akşam geç saatlerimizde de koğuş arkadaşlarımızla sohbete ve dış dünyayı izlemeye ayırıyorduk.

-Son olarak, özgürlüğünüze kavuştuktan sonra hayatınız nasıl devam ediyor ve geleceğe dair bundan sonraki planlarınız nelerdir?

Mustafa İlhan: Özgür bir hayat çok güzel çünkü sevdiklerinizle beraber olabiliyorsunuz ve en önemlisi özgürlük doğal durumumuz. Diğer taraftan, mahkumken kaybettiğiniz yıllar aslında sevdiklerinizle birlikte hatıra oluşturamadığınız yıllardır. Yani bu eksiklikleri kapatmanız gerekiyor. Bir gökdelen gibi düşünün. Her gün bir tuğla koyarak bu ilişkiyi şekillendiriyorsunuz. Ben ve ailem 3 yıldır birlikte tuğla koyamadık. Şimdi hep beraber bu açığı kapatmaya çalışıyoruz. Tutuklandığımda çocuklarım küçüktü. Şimdi biri genç bir kız, diğeri ise delikanlı oldu. Onların ergenliklerini, yaşamlarında fiziksel ve psikolojik olarak en büyük, en önemli değişimlerini yaşadıkları yılları kaçırdım. Şimdi tüm bu kaçırdıklarımızı toparlama sürecindeyiz.

Bundan sonra sivil hayatta kendime bir yer edinmeye çalışacağım. Çalışacağım ve umuyorum ki önümüzdeki yeniden yargılama süreci çalışmak isteyenlerin önüne her hangi bir engel koymaz. Çünkü bu gerçekten fazladan bir adaletsizlik olur. Bir işin yanında fırsat bulabilirsem akademik çalışma da yapmak istiyorum. Ölene kadar öğrenmek ve nerede ihtiyaç olursa orada çalışmayı sürdürmek istiyorum. Durmak yok.

SAVASH PORGHAM 08.07.2014

VİVAHİBA

Bir gönderi yayınlayabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir. Giriş