“Bu Sene Lanina Senesi”

0 Yorum

Onu görenlerin soracakları soru kalıbı belli aslında: “Bugün hava nasıl olacak?”, “Bu yaz/kış nasıl geçecek?” Doğru tahmin ettiniz, NTV Meteoroloji Editörü Gökhan Abur’dan bahsediyoruz. Davudi sesi, konu hakimiyeti, doğru tahminleriyle izleyicisi ile sıcak bir bağ kuruyor Abur. Bu bağ öyle kuvvetli ki izleyicileri, sosyal medya hesapları üzerinden de hava tahminleri istiyor fenomen meteoroloji editöründen. Tam bir entelektüel ve İstanbul beyefendisi Gökhan Abur’la meteoroloji üzerine başlayan sohbetimiz, denizciliğe ve  oradan da çok sevdiği müziğe kadar uzandı. Dile kolay; tam 14 tane 45’lik ve bir albüm sahibi Türkiye’nin Frank Sinatra’sı. Fikret Şeneş ile yollarının kesişmesine, Türkiye’nin Eurovision’a ilk katıldığı 1975 senesinde, Türkiye elemelerinde finale kalması gibi bilinmeyen birçok yönünü paylaştı bizlerle. Karşınızda; NTV Meteoroloji editörü, Meteoroloji yüksek mühendisi Gökhan ABUR.

Röportaj: Uğur Temel – Enis Derdimentoğlu

 

Uğur Temel(UT):   Sizi görünce soracağımız ilk soru bu aslında: Bu kış hava nasıl geçecek Roportajlik.com için bir değerlendirme alabilir miyiz?

Gökhan Abur(GA): Bizi bu sene sert bir kış bekliyor. Çünkü bu sene ‘’Lanina’’ senesi. Okyanusların soğumasını sağlayan okyanus akıntısı La Nina. Uzun süren bir ‘’El nino’’ dönemi geçirdik. 2015 senesinin ortalarında başlayan El nino 2016 yılının Mayıs aylarına kadar sürdü. El nino okyanusların ısınmasını sağlayan akıntı ise Lanina’nın kuzeni yani. El nino sıcaklığı ile iklim sirkülasyonunu sekteye uğrayan, Atlantik’te 7 yılda bir Pasifik’te 5 yılda bir gerçekleşen periyodik bir olay. El nino etkisinde olan yerlerde hiç yağmayacak zamanlarda sağanak yağıyor, nemli yerlerde kuraklık oluyor. Ama artık Lanina zamanı. Bu akıntıları ilk keşfedenler Peru’lu balıkçılardır. Meteorolojinin esası aslında uzun yıllar yapılan incelemeler ve araştırmalarla o bölge hakkında o kadar doğru bilgiye yaklaşmaktır. Biz bu değerlere; normal, ortalama ve extrem değerler diyoruz. Normal değerleri ne kadar iyi bilirseniz bölge iklimini o kadar iyi tanırsınız.4

“Bu sene kış sert geçecek.” demiştik. Bu tüm kuzey yarım küre için geçerli. Kuzey Avrupa’da kış kendisini gösterdi bile. Bize bakacak olursak Kars, Ardahan dolaylarına da kar yağışları başladı. Bu sene Türkiye üşüyecek. İstanbul içinde sınırlı kalmayalım. Aslında meteoroloji de en büyük hatayı bu konuda yapıyoruz. İstanbul’da extrem bir olay yoksa Türkiye’de ki diğer iller ve hava durumları çok dikkate alınmıyor. Türkiye’ye kışın geldiğini İstanbul’dan anlıyoruz. Halbuki Doğu illerimizde kış başladı bile. İstanbullular bu sene -1987 kışını yaşayanlar hatırlar- en az o sene kadar -2005 kışı kadar olmasa da- 87 kışı kadar üşümeye hazır olsunlar. Özellikle İstanbul’un kışı en yaşadığı dönem olan 15 Şubat-15 Mart aralığında. Gerçi bu kadar binalaşmanın olduğu bir ülkede yağış zor. Ancak atmosferde bu olaylar ve sirkülasyon bekleniyor. Yağışın İstanbul il sınırından içeri girip giremeyeceğini hep beraber göreceğiz.

 

Suriye’den Gelen Zehirli Gazlar

UT:  DAEŞ Mişrak bölgesinde geçtiğimiz günlerde bir kükürt üretim tesisine saldırıda bulundu. Açığa çıkan zehirli gazlar bölge insanlarını etkilemekte kalmayıp, NASA haritalarına göre Türkiye’nin güney kentlerine de Irak üzerinden gelebileceği söyleniyor. Bu bilgiyi, tüm Türkiye ilk sizden duydu. Öngörünüz nedir? Çernobil felaketi kadar geniş çaplı mı?

GA: Güney bölgelerimiz Basra Alçak Basıncı altındadır. Yani rüzgar saatin tersi yönündedir. Dolayısı ile Ortadoğu’da oluşan hemen hemen her hava olayı, güney illerimize rüzgar vasıtası ile taşınır. Çok uyarılarında bulunduğumuz çöl tozları bunlara en popüler örnektir. Bana Oğuz Haksever geldi ve NASA haritalarını getirdi. ‘’Abi ne yapalım?’’ dedi. Biz haberi duyurmadan 2 gün önce haritaları ve bölgenin meteorolojik durumunu araştırmaya başladık. Bana enteresan gelen olay, başlangıçta yer seviyesinde olan rüzgar kuzeydoğudan esiyordu. Bu bağlamda bulutların gazı taşıması zayıf bir ihtimaldi. Ancak yükselen gaz bulut seviyesine geldiğinde güneye doğru yöneldi. Rüzgarın özellikle 1500-5000 metre aralığında hava akımını bir yerden bir yere taşıyan jet akımları 200 milibar seviyesinde, 8000 metrede kuzeye bize doğru dönmesi beni tedirgin etti.  Çünkü SO2 ilginç bir gaz, 2003 senesinde buna benzer bir olay yaşanmıştı. Ancak yaz zamanı olduğundan bölge insanları sadece geniz yanması ve öksürük nöbetleri ile pek farkına varmadan geçirdi. Ama bu sefer NASA haritalarına göre çok yoğun bir konsantrasyon bize doğru yaklaştığı için, hemen NTV haber merkezi olarak izleyiciyle paylaşmayı uygun gördük. Ben ve Oğuz Haksever gerekenleri söyledik. Ben izleyicinin durumu daha iyi kavraması, durumun ciddiyetini daha iyi anlaması için kezzap üzerinden somutlaştırmayı düşündüm. Aslında kezzap nitrik asittir. Gaz bulutu ise sülfürik asittir. Yalnız benim izleyiciye ulaşmam için halkın yakından bildiği kezzabı örnek verdim. Kimyacı arkadaşlar hemen itiraz ettiler. Ben hemen ertesi gün olan yayında ayrıntılarıyla açıkladım. Şöyle bir durum var; patlayan hava yükselir, yükselen SO2 yüklü bulutlar bize doğru gelmeye başlamıştı. Dikkatimi çeken başka bir olay ise patlama olduktan sonra Güneydoğu bölgemizde yağış bekleniyordu ki Şırnak, Mardin taraflarına artan nem ile birlikte yağış gelecekti. Yağış oluşturan su buharı belli yükseklikte yağış bırakır. Yükselen SO2, oksijen ve hidrojen yukarıda birleşince H2SO4 dediğimiz sülfürik asiti oluşturacaktı ki nitekim öyle de oldu. Yağış geçtiğimiz gün başladı; Kuvvetli rüzgarla birlikte bu asit ve çöl tozları da taşındı. Uyarımız şuydu: Mümkün olduğu kadar direkt temastan kaçının. Bu gaz ilk başta öldürücü etkisi olmasa da, üst teneffüs yolları ve kalp rahatsızlığı olanlar için son derece tehlikeli olabilir. Su buharı ile birleştiği anda da asit yağmuru oluşturup cilt hastalıklarına çok rahat yol açabilecek bir durumdu. “Mümkün olduğunca kapalı yerlerde kalın, hayvanlarınızı açık alanlarda tutmayın.” diye uyardık. Asit yağmurları sadece insan ve hayvanlara değil aynı zamanda bitki örtüsüne de zarar veriyor. Termik santrallere de filtre konması çok önemlidir. Kontrolü sağlanmalı ama maalesef sağlanmıyor. Şu anda gaz yoğunluğu giderek zayıfladı, işin güzel tarafı bu. Rüzgar yakın zamanda kuzeye dönecektir ve kalan partikülleri de aşağı doğru taşıyacaktır. Atmosferde kalış süresi ortalama 7 gündür. Zamanla yoğunluk da dağılacak ve hiçbir tehlike teşkil etmeyecektir. Aslında bakacak olursak çok ciddi bir tehlikeyi minimum etki ile atlattık. Biz uyarımızı yaptık, başlangıçta çok itiraz eden de oldu. Ama ben mesleğimi severek yapıyorum, hem eğitim görevlisi hem yayıncı olarak bunları anlatmak ve öğretmek zorundayım. Kandilli Rasathanesi’nde çalıştığım dönemlerde kamuoyuna bu tip olayları anlattım. Hatta mahkemeye bile verildim. Sadece hava sıcaklığını söylemek bir şey ifade etmez. Ben yıllardan beri NTV raporlarında mevcut sıcaklıkla beraber rüzgarı, hissedilen sıcaklığı ve nemi de veririm. Şöyle bir dipnot vermek gerekirse, son günlerde Güneydoğu bölgemizde ki illerimizden meteorolojik veriler ve meteoroloji haritaları da alamadık. Bunu Meteoroloji Dairesi’ne sorduğumuzda iletişimde bir sorun olduğu söylendi. Hürriyet Gazetesi haber yaptı. Bölgede internet kesildi. Baktığımızda bence bir nevi sansür.

 

Enis Derdimentoğlu(ED): 2015 yılında Dünya Meteoroloji Örgütü verilerine göre; Karbondioksit yoğunluğu 400PPM seviyesine kadar çıkmıştır. Açıklamanın devamında 400PPM geri dönülmez eşiğin sınırı denildi. Gerçekten sizce de geri dönüş yok mu artık?

GA: Karbondioksit atmosfer gazları içinde her ne kadar az miktarda bulunsa da çok önemli bir gaz. K1arbondioksitin şöyle bir özelliği var. Dünya’yı ısıtan gazlardan bir tanesi ve bu önemli özelliğinden dolayı onu belli bir seviyenin altında tutmak gerekiyor. Dünyanın yaratılışında öyle bir denge var ki karbondioksitle beslenen bitkiler var, aynı şekilde beslenen mikroorganizmalar var. Bunlar atmosfer içinde bulunan karbondioksit dengesini sağlıyorlar. Belli bir seviyenin üstüne çıkan karbondioksit değeri tüm dünya iklimini etkiler. Şu an yaşadığımız küresel iklim değişikliği de tam olarak bu. Karbondioksit miktarının artmasıyla doğru orantılı olarak buzullar hızla erimeye ve mevsimlerde kaymalar başlar. 15 yıldır bu alandaki yetkili kişiler bu tehlikeleri anlatmaya çalışıyordu o zaman olaya ‘’Küresel Isınma’’ demiştik. Ama artık daha ciddi bir tehlike yani ‘’Küresel İklim Değişikliği’’. Önlemek yada bir nebze geciktirmek için bitki örtüsünü olabildiğince korumalıyız, ormanları geliştirmeliyiz. İstanbul gibi mega kentlerde bir ağacın bile artık çok daha fazla önemi var.

 

Sanayileşmenin İstanbul İklimine Etkileri

ED: Sanayileşme hızla artıyor. Yeni tesisler, yollar yapılıyor. Doğa katlediliyor. İstanbul üzerinden bakacak olursak; Yeni havaalanı, yeni köprü gibi yapılar, İstanbul ve çevresinin iklimini nasıl etkileyecek?

GA: Binalaşma ve betonlaşma arttıkça, binalardan dolayı bölgeye giremeyen yağış taşıyan bulutlar yağışı İstanbul’a getiremiyor. Ben uzun yıllar Kadıköy’de oturdum, şu an Bostancı’dayım. Semtin kendine özgü 5 katlı ufak, bahçeli apartmanların çoğunun yerine kocaman, estetikten uzak beton yığınları dikildi. Maslak’a ilk plazalar yapıldığında ben uyardım. “Eğer Maslak’ta binalardan dolayı rüzgarı keserseniz, İstanbul’un iklimini bozarsınız.” dedim ve bu konuda bir çalışmada yaptım. O zaman inşaatçı arkadaşlar ‘’Abi haklısın ama biz hesabı yapıyoruz.’’dediler. Onların yaptığı hesap sadece rüzgar salınımı, yani binanın yüksekliğine bağlı olarak binanın sallanma derecesiydi. İstanbul’a hakim 3 rüzgar var: Poyraz, Lodos, Karayel. Karayel yağış getiren rüzgar. Karayelin önü kesilirse yağışı engellersiniz. Ağaç kesip ‘’Yerine diktik ama.’’ Derseniz, o dikilen ağacın büyümesi en az 15-20 yıl demek ki zaten o süre içerisinde İstanbul iklimi değişeceği kadar değişir. Bundan 10 sene önce İstanbul’da kişi başına düşen yeşil alan miktarı 4 m2 idi.  New York’ta bu alan 22 m2, Londra’da 28 m2. 2 sene önce büyük kızımı ziyarete Londra’ya gittim. Çok şaşırdım. Her yer yemyeşil. Yeni yapılan bir bina bulamazsınız, hele AVM hiç göremezsiniz. Nişantaşı gibi alışveriş caddeleri var. Ben şehir dışında merkeze uzak sadece bir tane AVM gördüm. Bizde ise Maslak-Levent arasında nerden baksan on beş tane AVM var. Karbondioksiti ancak ağaçlandırma ile dengeleyebilirsiniz. Şehirleşme planlarken bölgenin ekolojik dengesi çok fazla dikkate alınmalı. İstanbul’a yağış yağması için çok güçlü bir havanın getirmesi gerekiyor. Burası çok fazla ısınıyor. Çünkü her yapılan yeni bina, yeni bir ısı arası oluşturuyor. Örneğin öğrencilik yıllarımda, İlk kar Maslak’a yağardı. Şehir merkezi ile Maslak arasında 3-4 derecelik ısı farkı oluşurdu. O zamanlar Etiler’de oturuyordum. Etiler’e bir kar yağardı, biz Bebek yokuşundan aşağı bir hafta inemez, evden çıkamazdık. Tünel açıldı, evler iki katlıydı o zaman, 2. katına kadar kara gömülmüştü. Yıl 1963, kurtlar inerdi ormanlardan. Şimdi ormanlık alan kalmayınca hayvanlarda iyice aç kaldı. Şimdi yapılan bir uygulamaya göre köprülerle ormanlık alanlara yönlendirilmeye çalışılıyor. Avrupa’da da uygulanan bir uygulama fena bir uygulama değil.

 

ED: Dünya iklimini dengede tutabilmek için neler yapılması gerekiyor?

GA:Bilim adamları sürekli araştırmalar yapıyorlar. Bizim için önemli şey kutuplardaki buzul seviyeleri. Bugün orta enlemlerde, Alplerde, Himalayalar’da da buzullar var. Gerek kutuplarda ki gerek orta enlemlerdeki buzulların amacı bölgenin iklim dengesini sağlama konusunda okyanus akıntılarına yardımcı olmaktır. Okyanus akıntılarına gelecek olursak. Labrador soğuk akıntıdır ve Gulfstream sıcak akıntıdır Atlantik’te bunların ikiz kardeşleri de pasifikte vardır. Bunun içinidir ki Japonya ve İngiltere enlem olarak aynı olmasalar bile iklim olarak nerdeyse aynıdırlar. Halbuki İngiltere’nin enlem olarak tam doğusunda dünyanın en soğuk yerlerinden biri olan Sibirya’dır. Deniz ve akıntılar bu iklim farkında en büyük etkendir. Çünkü deniz, ısıyı karadan çok daha iyi tutar. Onun için çabuk ısınıp çabuk soğumaz. Kutuplardaki buzullar eridikçe bu özenle kurulmuş denge bozulacaktır. Bu dengeleyici ve akıntıların akış hızı ekvator-kutuplar arasındaki ısı farkıyla düzenleniyor. Bu ısı farkı kapandıkça akıntıların hızları yavaşlayacaktır. Hatta farka bağlı olarak belki durma noktasına gelecektir ve taşıması gereken üzerindeki rüzgarı taşıyamayacaktır. İşte o andan itibaren Artiklerde bekleyen aşırı soğuk hava orta enlemlere inecektir. Tüm yaptıklarımız rağmen atmosfer hala bize direniyor, daima kendini yenilemeye çalışıyor. Size bir örnek: 1100-1200 yılları arasında Avrupa mini buzul çağı yaşamıştır. Bütün toprak donmuştur, tarım durma noktasına gelmiştir. Aslında Haçlı Seferleri’nin göz ardı edilen nedenlerinden biri de budur. Kitleleri ‘’Hristiyanlık’ın doğduğu yere Kudüs’e gidiyoruz’’ diyerek sıcak yerlere akınlar düzenleyip, İstanbul’u bile darmadağın etmişlerdir. Yine Avrupa 1600-1800 yılları arasında da bir mini buz çağı daha yaşamıştır. Simdi bakalım İstanbul’a. İstanbul’a hayat veren boğaz ve o kadar enteresan ki hem alt hem yüzey akıntı var. Hatta geçtiğimiz yıllarda İngiliz bilimadamları boğazın altında çok güçlü bir yeraltı nehri var demişlerdir. Son 100 sene içerisinde Kandilli Rasathanesi’nin ölçtüğü en soğuk derece 1929 Şubatıdır. Boğazda -13 derece, Göztepe gibi rakımlı yerlerde -16 derece ölçülmüştür. Ancak boğazın donması çok zordur. Hava sıcaklığı –25 dereceye kadar düşmeli ve hiçbir akıntı olmamalıdır. Deniz yüzeyi 4 dereceye düşene kadar deniz donmaya karşı kendi içinde dönüş sağlayarak donmayla mücadele eder. Boğazın tarihinde donma olayı bilinen yok. 1954 kışı biraz farklı, o sene Tuna Nehri donmuştur ve kopan buz parçaları Karadeniz üzerinden boğaza girmiş, düşük sıcaklıkta birleşerek boğaz hattını kısmen kapatmıştır. Ancak çok enteresan bir olay var, 1600’lü yıllarda yapılan gravürlerde Kız Kulesi’nin kenarından Beşiktaş’a geçen yayalar ve atlı kızaklar gözüküyor. Bahsettiğimiz 2. mini buzul çağında olduğunu düşünüyoruz ancak 1954 kışı gibi bir olay mı, yoksa gerçekten dondu mu, resmi bir belge yada rapor yok. İklimler insan tarihinde çok önemli yer kaplar.  Bir örnek daha verecek olursak Bizim kuraklık sonucunda Orta Asya’dan Anadolu’ya akın akın gelmemiz gibi.

 

Denizcilik Sektörünün Durumu

ED: Denizcilik ile yakından ilgilendiğinizi biliyoruz. Denizcilik eğitimi ve ülkenin denizcilik sektöründeki durumunu bize değerlendirir misiniz?

2GA: Aslında bakarsanız sektör son yıllarda gerçekten gelişti. 1983 yılından beri denizcilikle ilgileniyorum. 1980 ihtilali bu ülkeyi en az 50 yıl geriye itti. Bu gerilemeye denizcilik de dahil. Bülent Ulusu Paşa bir dönem başbakanlık yaptı. Kendisi zaten Deniz Kuvvetleri Komutanı idi. Onun zamanında ülke denizciliği bir ivme kazandı. Sektör gelişiyor evet ama hala birçok eksiklik var. E tabiki baktığımız zaman büyük bir imparatorluğun büyük enkazından kurulduk üstüne bir Kurtuluş Savaşı verdik. Sevr yürürlülüğe girseydi, biz kurtuluş mücadelesi vermeseydik belki de şuan İstanbul’u bile kaybetmiş Ankara çevrisinde yaşam mücadelesi veren bir devletçikten ibaret olacaktık. Ben askerliğimi bir dağ köyünde öğretmen olarak yaptım. 68 hareketi başladığında okula gidilmez askerliği aradan çıkartayım dedim. Ve o köyde 1315’liler vardı. Yani Balkan Savaşı’ndan, Kurtuluş Savaşı’na kadar nerdeyse 15 yıl durmadan savaşmış gaziler. Nitekim Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucularına bakacak olursak hepsi 1880’lerde doğmuşlardır. Rauf Orbay, İsmet İnönü, Mustafa Kemal, Kazım Karabekir. Hepsi 20’li yaşlarından itibaren savaşmışlardır. Nitekim çok savaşlardan geçtiğimiz için. İsmet İnönü’nün iki muazzam başarısı vardır. Birincisi genç cumhuriyeti II. Dünya Savaşı’na sokmamak. Bu İnönü’nün politik başarısıdır. Büyüklerimiz anlatırdı, Churcill gelirmiş, Almanlar gelirmiş. Ki biliyorsunuz Hitler’in I.Dünya Savaşı’nda Almanya bizimle savaştığı için sempatisi var, Edirne’ye kadar gelmiş sonra dönmüş. Belki buradan Rusya’ya direk yukarı çıksa savaş çok farklı da bitebilirdi. İkincisi kendi isteğiyle çok 1946’da çok partili hayata geçiş yapmak. Çok eleştirildi paraya kendi yüzünü bastırdı diye, ama biraz araştıracak olsalar Avrupa’da basılan Atatürk fotoğraflı paraların yurda gelirken kaybolduğunu ve ekonomideki açığı acilen kendi fotoğrafı olan paraları piyasaya sürmek zorunda kaldığını görürler. Bunca mücadelenin üstüne bu millet 1950’li yılların ortasına kadar dış borç ödemiş, fakir haliyle onu bitirmiştir. Sonra niye gelişmedik, niye fakir kaldık. Ve yüzyıllarca Akdeniz’de ticaret yapmış bu milletin Malta Konferansı’nda çıkan bir kararla Akdeniz’de ticaret hakkı alamadığını da görürler. 3 ülke bu hakkı kazandı kim derseniz: Avrupa’nın şımarık çocuğu Yunanistan, İtalya ve yepyeni kurulan İsrail. Türkiye Osmanlı’dan beri azınlıklarıyla Kürdü, Çerkezi, Ermenisi, Lazı ile birilikte barış içinde yaşamış bir millettir ben hatırlıyorum benim Rum arkadaşlarım vardı mahallemde biz beraber oynardık onlarla. Aşure gününde bize gelir aşure yerlerdi, biz paskalyada onlarla renkli yumurtalar tokuştururduk. Velhasıl hak tanınmayan Türkiye’de deniz ticareti durma noktasına gelmiştir. Liman’da yük verilmeyen Türk gemileri limanda kalakalmış ve çürümeye terk edilmiştir. Ancak 1970’lerde yabancı bayraklı gemilerle bir nebze canlanan Türk deniz ticareti 1980’lerde baskılarla alınabilen izinle tekrar sil baştan denizciliğe başlamıştır. Şuan ki sorunlara bakacak olursak yabancı bayraklı gemilerimiz Türk Ticaret Filosuna katılmalı.  Zamanında sadece yüksek denizcilikten çıkan eğitimli denizcilerin yardımına ara eleman yetiştiren denizcilik liseleri yetişti bu ara elemanlar teşvik edilmeli. Artık yüksekokul ve fakülte seviyesinde birçok denizci okulu var istihdam sağlanmalı. Hala birçok sorunumuz var ama Türk denizciliği daha iyi yerlere geliyor diyebiliriz.

 

“Bu işte ciddi olmak lazım”

UT: Meteorolojik verileri nasıl değerlendiriyorsunuz? Özellikle son yıllarda, tahminlerin isabetli olmasının nedeni nedir?3

GA: Doğuş Yayın Grubu ve NTV olarak bu işe son derece önem verdiğimizi her yarım saate bir hava raporu vererek gösteriyoruz. Üstelik sadece bununlada yetinmeyip deniz durumunu, tarihi yerlerin durumunu, kayak merkezlerinin durumunu da paylaşıyoruz. Asıl önemlisi NTV kurulduktan hemen sonra bünyesinde meteoroloji mühendisi barındıran ilk kurum oldu, zaten sonra Bünyamin Sürmeli CNN’de 90’ların sonunda başladı. NTV şuanda ben ve iki bayan arkadaş meteoroloji mühendisi olarak hizmet veriyoruz ve Doğuş Yayın grubunun radyo kanalları dahil, kapsamlı meteoroloji raporları sunuyoruz. Bu raporları yabancı kaynakları ve Devlet Meteoroloji İşleri’nden çeşitli bilgileri derleyerek kendimiz hazırlıyoruz. Zaten havayla ilgilenirseniz birazda bilgi birikiminiz varsa onunla arkadaş olursunuz. İlgilenen birçok genç var ama çok yüzeyseller bir siteye baktıktan onun kullandığı formülle hava tahmini yapabileceklerini düşünüyorlar. Ben hala sabah 6.30’da NTV binasına gelirim, haritalarım olduğu halde bir tane Türkiye ve bir tane Avrupa haritası çizerim.  Güvendiğim sitelerden yardım alarak izohipslerini varsa cephelerini yerleştirir ve sinoptik haritaya çeviririm. Bu işlem sırasında yalnızca yer seviyesine bakılmaz. Asıl olayın gerçekleştiği troposfere bakılır 500 hektopaskal dediğimiz bölgede ne oluyor, hava iniyor mu yada çıkıyor mu, ısınıyor mu soğuyor mu, incelenir. Ölçüm sonuçları o bölgenin yükseltisi de dikkate alarak yere indirgenir. Tabii ki teknoloji şuanda çok gelişti. Ben Kandilli Rasathanesi’nde çalışırken bir tane lambalı weather fax cihazımız vardı. Ben onu hem İspanya’ya hem Roma’ya hemde Devlet Meteoroloji İşleri’ne ayarlar gelen raporu elimle haritada işaretlerdim. Ben Naviga adlı bir dergide de yazıyorum, bir okuyucum bana “Her site farklı gösteriyor.” diye sormuş. Fark şurada aslında, hepsi başka meteoroloji sitesinden alır. Mesela Weatheronline diye bir siteden alır bilgileri, biri Accuweather diye bir siteden alır. Hepsinin kullandığı matematik formülü farklıdır. Bizde en uzun hava durumu 24 saattir. Ama ben bugün bilgisayar ortamında 14 güne kadar hava tahmini yapabiliyorum. Ama hava 6 saatte bir değişir. Bir bakıyorsun bir hava iniyor yağmur gelecek diyorsun, bir bakıyorsun yükseliyor güneş açacak diyorsun. Hiçbir zaman tam bu olacak diyemezsin. Meraklı gençler bir heves bana yazıyorlar, bende elimden geldiğince onlara cevap vermeye çalışıyorum. Ama istiyorum her şeyi tam anlamıyla öğrensinler. Bu iş internetten alınan bilgileri paylaşmak olsaydı ben 5 sene okumazdım. 5 sene Teknik Üniversite’de meteoroloji okudum. Çalışmaya ilk 1973 yılında Teknik Üniversite’de başladım. Sonra hocalar Gökhan iyidir ama şarkıcı, şarkı söylüyor demişler bunun üstüne bende alınıp istifamı verdim. Bu işte ciddi olmak lazım. Gençler işin aslını öğrenmeli. “Kimi bu işte beğeniyorsunuz?” diye sorarsanız Bünyamin’i beğeniyorum hem benden önce medyaya girmiştir. Ama son zamanlarda bu işin üstüne çok düşmüyor bu da beni üzüyor. Meraklı gençlere tavsiyelerim önce işi sevsinler ve benimsesinler. Önem versinler. Kurumun başındaki insana bunun yaptığı işi sokaktaki insanda yapar hissini verdirmesinler.“En güvendiğiniz site ne?” diye de soracak olursanız, aslında site olarak düşünmemek gerek. Dünya Meteoroloji Örgütü diye bir örgüt var, kurucu üyelerinden biri Türkiye. Ayrıca her ülkenin kendi meteoroloji daireleri de var. Bu kuruluşlar öncelikle ölçüm yapmak durumdalar. Sinoptik ölçüm GMT saatine göre dünyanın her yerinde aynı anda yapılır. Yer istasyonları yapar yetmez, dünya üzerindeki 7 bine yakın seferde olan gemiler yerel ölçümler yapar ve en yakın yerel istasyona bildirilir. 3. Kaptanın gemide üstlendiği bu işin sonucunda toplanan veriler Roma’ya sonra oradan şehir şehir aktarılarak Moskova’ya geçer toplanan tüm bilgilere göre sinoptik haritalar çizilir. Artık bilgisayar ortamında daha rahat tabii ki bu işlemi yapan matematik modeller var. Biz Devlet Meteoroloji İşleri ile beraber çalışmak zorundayız. Onlardan gelen bilgileri de değerlendiriyoruz. Bazen biz kızlarla çıldırıyoruz. Yeni ekipleri sürekli atıyor. Sıcaklıkları yüksek veriyorlar ve benzeri birçok örnek var. Şuan Meteoroloji İşleri’nin başında inşaat mühendisi var. Önceki genel müdür ilk kez meteoroloji mühendisliği yapıyor idi. Çok aktif çalıştı ve çok iyi işler yaptı. Ancak bir süre sonra nedeni bilinmeyen bir şekilde görevden alındı. Çok isabetli tahminlerin yapıldığı dönem bu döneme rastlar. Ülkenin her alanda gelişmesi için alanında yetişmiş uzman insanlar o işe getirilmeli.

 

UT: Gökhan Bey; müzik sizin ayrılmaz bir parçanız. Müzikal hayatınız da, 14 tane 45’lik ve bir tane albüm var. Türkiye’nin Eurovision macerasının başladığı yıl siz de Semiha Yankı’nı rakiplerinden biriymişsiniz. Ve Fikret Şenes bize o dönemi anlatır mısınız?

GA: Önce bir45’lik plağı açıklayalım. 1960’lı yıllardan önce 78 devirli taş plak devriydi. Sonra plak sanayi büyük bir atılım oldu. 45 devirli arkalı önlü birer şarkı taşıyan teknoloji. MP’lerin? Yani 15 şarkı taşıyan yüksek maliyetli long play müzik sisteminin alternatifi. Arabalarda bile o dönem plakçalar vardı. Sonra kasetler çıktı piyasaya, hatta ben ilk kasetçalarımı aldığım zaman kurulumu yapan arkadaş bana İtalya’da küçük plakvari müzik çalarlar gördüm dedi ve cd çalar devri başladı. Evet, çok rahatlıkla söyleyebilirim ki benim müzik hayatımı yönlendiren isim Fikret Şenes’tir. Ben müziğe lise çağlarında başladım. Haftasonu Dergisi’nin düzenlediği ses yarışmasına katıldım. Plak yapma ödülü ilk üçe girenlere verilirken ben dördüncü oldum. Yarışmadan sonra beni Fikret Hanım çağırdı ve hemen Emin Grup isimli bir plak şirketiyle sözleşme imzalandı. İlk 2 plağımın sözlerini yazanda reklamını yapanda Fikret Hanım’dır. Daha sonralarda Çiğdem Talu ile çalıştık ki Eurovision şarkımın sözleri de Çiğdem Talu’ya aittir. Uzun zaman boyunca şarkı sözlerimi Çiğdem Talu, bestelerini Selmi Andak besteledi. Hangi işi yaparsanız yapın, yeterince emek vermezseniz başarılı olamazsanız. Ben o dönem yeterince emeği vermediğimi düşünüyorum müziğe. Üstüne 1980 yılında bir ameliyat geçirdim, müzik yada mesleğim arasında bir tercih yapmak durumunda kaldım ve mesleğimi seçtim.

 

UT: Popüler kültürel istilası yaşanıyor ülkemizde. Bir gecede bile ünlü olunabiliyor, aynı şekilde iki ay içinde unutuluyor. Yıllarınızı sektöre veren bir isimsiniz sizce neden böyle? Korsan mı yoksa kalite eksikliğinden mi?

GA: Korsanın tabii ki etkisi var. Artık okullu müzisyen sayısı daha fazla. Ancak işin kolayına kaçılıyor. Hepsi aynı bas vurgularıyla, benzer sözlerle ve elektronik müzikle yapılıyor. Bir mekana gittiğinizde sadece o an eğlenirsiniz, sadece enerji harcamak için. Keyif alamazsınız ve müzik size bir şey katmaz bu günlerde. Zaten günümüzde bile biraz farklı olan şarkılar ve emek verilen şarkılar hemen diğerlerinin arasından sıyrılıyor. Bizim zamanımızda 2 kanallı müzik yapılırdı. Yani bir tane senfoni orkestrası senkronize olup şarkıya başlar, solist şarkı söylemeye sonradan başlardı. 4 kanallı oldu. Şimdi herşey elektronik. Ben şimdi yaptığımız müzikte, insanların bizim zamanımızın müziğini özlediğini görüyorum. Önceden Şişli’den Elmadağ’a kadar 8-10 tane gece kulübü vardı. Pazartesi dinlenilirdi, onun dışında 6 gün müzik yapılırdı. Türkiye’nin bazen Avrupa’nın orkestraları gelip müzik yaparlardı. Gece iş bittiğinde herkes, aklınıza o zaman popüler kim varsa gelir hep beraber oturulup hoşsohbet edilirdi. İnsanlar mutluydu. Dinleyiciler bekledikleri kaliteli müziği bulur, eve mutlu dönerlerdi. Artık insanlar çok yoğun her gün dışarı çıkamıyorlar. Haftasonu yorgunluğunu atmak için kaliteli müzik arıyorlar ama bulamıyorlar.

 

“Kargalar Kafeste”

UT: Gelelim ‘’Kargalar Kafeste’’ ekibine. İki dirhem bir çekirdek giyinen adamların, zarif hanımlara yaptıkları müziği hatırlatan bir şov. Nedir bu grubu özel kılan? Yoksa popüler kültür istilasından kaçış mı?

5GA: 2010 yılında bana Suat Kamçılı geldi ve direk. ‘’Abi ben menajer değilim. Ben Frank Sinatra, Dean Martin hayranıyım ve Rat Pack Show’un Türkiye uyarlamasını yapmak istiyorum. Abi Frank Sinatra olur musun’’ dedi. Ben ilk başta işi ciddiye almadım ne yalan söyleyeyim. Fakat oğlu Las Vegas’ta yaşıyor ve Suat’ın oğlu aracılığıyla büyük şovlarla bağlantıları var. Tek sorun şu; ben hiç Frank Sinatra şarkısı söylemedim. Orkestra solisti olduğum dönemde İtalyanca şarkılar söyledim. İtalyan müziği bize yakın geldiği için sanırım. Sonunda Suat Kamçılı’nın istekleriyle ilk albümü yapmaya başladık. Haldun Dormen tarafından sahnelendi. Kadromuz çok değişti. Keremcem bir ara bizimleydi birkaç proje sonra ayrıldı. Biraz zaman sonra Sinatra ailesi ufak pürüzler yaşadık ve sözleşmeyi feshettik. Ancak Atılgan Gümüş, Önder Bali ve ben ‘’Bir Piyano İki Solist’’ adıyla devam ettik. O yaz Çeşme’ye gittik, İstanbul’a geldik Pera Palas başladı. Çok iyi keman çalan bir kızımız Gökçe başladı. Nezih diye bir arkadaşımız basa geçti. Zamanla kadromuz genişledi, solistler çoğaldı. Şuanda Suna Yıldızoğlu var. Korkut tumba çalıp çok iyi İspanyolca şarkı söylüyor. Muzaffer geldi, Tom Jones olarak lanse edildi ve gerçekten ülkede de ondan iyi Tom Jones şarkıları söyleyen bulmak çok zordur. Taylan var, trompet çalıp çok iyi caz şarkılar söylüyor.

 

Kimleri Dinler?

ED: Gençlik dönemlerinizde kült isim vardı: Beatles, Frank Sinatra, Dean Martin, Bob Dylan çok daha fazla isim sayabiliriz. Peki Gökhan Abur kimleri dinler? Yeni nesil sanatçılar için ne düşünür?

GA: Çocukluk ve gençliğimizde Frank Sinatra bir numaraydı. Ondan sonra Elvis Presley gelirdi. Ben beceremediğimden Presley hiç söylemedim. Dean Martin, Frank Sinatra’dan çok daha yakışıklıydı, büyük bir sesi olmasa da kendine özgü sesleri çıkaran, sahne şovlarıyla popüler olan bir isimdi. Yalnız söyle bir şey var, benim ilk söylediğim şarkı Dean Martin’den “Return To Me” isimli şarkıdır. İtalyan müzisyenleri de çok dinlerdim,“Pappino” mesela. San Remo müzik festivalini takip ederdik. İstanbul Radyosu caz, Sinatra şarkılarını çok verirdi. Ankara Radyosu dahaçok Bob Dylan ve Beatles çalardı. Ben İstanbul radyosunu dinlerdim. Günümüzde bizden çok daha iyi müzisyenler yetişiyor. Okullu, nota bilen ve duyduğunu çalabilen çok sanatçı var. Ama dediğim gibi sesler çok benzer, isim vermek zor. Sertab Erener, Candan Erçetin dinler, şarkılarını da söylerim. Tarkan sadece dinlerim; ama hepsi nadir. Sorsanız yine “Frank Sinatra ve Dean Martin dinlerim.” derim.

 

 

 

Bir gönderi yayınlayabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir. Giriş