Can Yücel ile Sanat ve Hayat Üzerine Söyleşi (1975)

0 Yorum

Murat Belge: Günümüz Türk şiirinde, gerek yazılışı, yayımlanışı, gerekse okurların 
yazılan şiirle ilişkisi açısından bir tıkanıklık görülür gibi. Bu 
konuda düşüncelerini söyler misin?

Can Yücel: Bir tıkanıklık elbet var da, bu tıkanıklık tabii Türk toplumunda son 
yirmi yıldır görülen açılmaya görece bir tıkanıklık. Türkiye topal 
bile olsa bir kapitalistleşme süreci içine girmiş, sınıflar ve toplum 
katlarının kendi içlerinde çelişkiler yaratarak iç içe ve birbirine 
girdiği bir dönemde yaşanmasına rağmen Türk düşünce ve sanat 
hayatında bu değişiklikleri temelden yansıtabilecek çapta bir atılım 
görülmüyor. Elbet bu kapitalistleşme sürecinin tüketim alanında 
yarattığı genişlemeler birtakım değişiklikler getirmekte. Kitapların, 
yayınların kalitesinden tutun, radyo ve televizyon gibi haberleşme 
araçlarının yayılmasına dek bir sürü göz alıcı değişmeye karşın, özde 
bu değişmenin bam teline etkin bir biçimde dokunarak onu tınlatıp 
değiştirebilecek bir toparlanmayı ne yazık ki göremiyoruz.

MB: O zaman, böyle bir tıkanıklığı yaratan, daha çok bugünkü yapının 
getirdiği engeller mi, yani bazı nesnel-yapısal engeller mi?

CY: İşin bir maddî, neredeyse teknik cephesi var. Bir de işin özüyle 
ilgili, yaratıcı yanıyla ilgili bir cephesi var.

MB: Bunları kısaca, açıklar mısın?

CY: işin maddî cephesi, kitabın fiyatıyla, sanat yapıtının ücretiyle, 
dağıtımıyla, v.b. ilgili. Egemen gelişme süreci kapitalizm olduğuna 
göre, egemenliğinin kaçınılmaz olduğu ileri sürülebilir. Ama bizim 
ana işimiz bu sürece başka bir seçenek gösterme, dolayısıyla direnç 
gösterme olduğu için. bu alanda da kapitalistleşme sürecine teslim 
olmamamız gerekecektir. Bu her şeyden önce, geniş yığınlara 
açılabilme sorununu birlikte getirmektedir.

MB: Bir dakika sözünü keseceğim ama, Can, hani genel bir inanç vardır: bu 
düzende halkın beyni yıkandığı, zevk düzeyi düşük olduğu için, 
sanatın iyisi zorunlukla sınırlı çevreler içinde kalır gibi. Bu 
konuda bir diyeceğin var mı?

CY: Yalın olarak halkın beğenisinin düşük olduğunu ileri sürmek için 
kimsenin elinde bir dayanak yoktur. Halk kültürünün yozlaşması süreci 
kapitalistleşme süreciyle birlikte gelmektedir. Adi piyasa sanatı, 
kapitalist pazar ortamıyla birlikte gelmektedir. Halka iyi ne 
verilmiş de, halk geri çevirmiştir? Yalnız burada dikkat edilmesi 
gereken bir nokta var: eğer kapitalizmin bu yozlaştırıcı etkisini 
gören aydınlarımız zamanında, toplu ve sistemli bir direnç 
oluşturmazlarsa bu yozlaşma öylesine kök salar ki “halk, halk” diye 
dillerine pelesenk ettikleri şey temel kültüründen yoksun ücretli 
yığınlar haline dönüşür. Bunun açık örneği bugünün ileri kapitalist 
ülkelerinde görülmektedir. Bizim gibi bu kapitalistleşme sürecine 
yeni giren ülkelerde, bu sürece karşı olan insanların millî kültüre 
de sahip çıkması gerekecektir.

MB: Sözünü kesmiştim, Can. Sen şiirdeki -ya da genel olarak sanat 
üretimindeki- tıkanıklığı yaratan teknik engellere karşı neler 
yapılabileceğini anlatıyordun.

CY: İlk akla gelen şey, kâr oranlarını ve maliyeti düşürerek halka 
intikal oluyor. Ama burada da dağıtım, piyasanın çıkardığı ikinci 
engel olarak karşımıza dikiliyor. O halde örneğin 12 Mart öncesinde 
devrimci kuruluşların ve TÖS’ün önayak olduğu ucuz kâr oranıyla 
dağıtım sisteminin ihyası gerekmektedir. Bu tabiî toparlayıcı bir 
siyasî partinin yokluğu, süresince düşünülür. Öyle bir parti 
kurulduğunda bütün bu işler onun yönetiminde yapılacak, hem sınıf 
bilincinin gelişmesinde yararlı olacağını bildiğimiz, şimdiden 
yayımlanmış, Nâzım gibi, Orhan Kemal gibi ve geniş teorik yayınlar 
gibi kaynakları halka sunacağız, hem de böylece yenilerinin yazılıp 
yayımlanmasına elvereceğiz. Bu, plak gibi, kaset gibi yayılma 
araçları için de sözkonusu olacaktır. Öte yandan, bizim 
beğenisine .tam katılmamakla birlikte, halkın damarına 
seslenebildiğini gördüğümüz alanlar karşısında da öteden beri 
gösterdiğimiz çekingenlikten kurtulmamız gerekecektir. Piyasa işi 
diye, piyasa alanı diye, kategorik ve bir bakıma burnu büyük 
davranışlardan da kaçınmamızın zamanı gelmiştir, örneğin Theodorakis 
gibi bir sanatçının devrimci çizgisini sulandırmadan kazandığı 
yaygınlık bu bakımdan bize ders olmalıdır. Bunun bizdeki ters örneği 
ise, dünyaca ün kazanmış Nâzım gibi bir şairimizi hâlâ halka 
tanitamamış oluşumuzdur.

MB: Sen söze başlarken bu “işin teknik cephesi” dediğin konu, işin özüne 
de oldukça yakın göründuydu. Anlattıkça da özüne daha yaklaşır gibi 
oldu. Sence öyle değil mi?

CY: Dediğim gibi, aslında yukarıda işaret ettiğimiz gibi bu öz ve teknik 
meselesi tabiî iç içe. Biz istediğimiz kadar ilerici şairlik 
taslıyalım, bir iki bin satan dergilerle ve satmayan şiir 
kitaplarıyla edebiyatımızda bir öz değişmesi beklenemez. Bunun 
nedeni, yapılacak öz değişikliğinin yapısında yatıyor. Şöyle ki, Türk 
solu hem politikasıyla, hem sanatıyla eski koşullar için belki de 
mazur görülebilecek bir sınırlılığın alışkanlığından kendini 
kurtaramamaktadır. Bu sınırlılık halka, özellikle işçi sınıfına, “biz 
doğruyu söylüyoruz; sen bizi bul, gel, dinle,” davranışından ileri 
gelmekteydi. Oysa koşullar çok daha geniş çaplı yaygın bir seslenme 
ve örgütlenmeyi zorlamaktadır. Bunun için de, belki, bir geri adım 
atarak kitle bütünleşmesinin gerektirdiği yeni bir davranışın ve 
politikanın denenmesi zamanıdır. Brecht’in bir şiiri geliyor aklıma. 
Brecht direksiyon dersi alıyor. Beş on dersten sonra gene denemeye 
çıktıklarında, Brecht kendine göre kusursuzca arabayı sürüyor. 
Durduklarında öğretmen “gene olmadı,” diyor. Brecht nedenini soruyor, 
öğretmen de “Sen sade ileriyi gözlüyorsun, yanında oturan beni 
unuttun; ya ben ters bir şey yaparsam direksiyonu nasıl 
toparlayacaksın?” diye karşılık veriyor. Bu örneği verişim, bizden 
görece olarak geride sayılan kitlelerle dirsek temasının kurulması 
zorunluğuna işaret etmek içindir. Biz, şimdiye dek nasıl, neden, 
niçin solcu olduğumuzu, nasıl solcu olduğumuzu, bunun sürecini 
anlatmak yerine, kendimizi solcu kabul ederek, kitlelere birtakım 
fikirleri ve dünya görüşünü dikte etmekle yetindik. Nâzım 
Hikmet’in Ekim Devriminden kalkarak kitleyle bulduğu birleşimi, 
bizim, Türkiye’de aydınlar olarak küçük-burjuvalıktan 
Marksizm’e geçişimizin sürecini anlatarak bütünleşmemiz 
gerekmektedir. Marksizmin bilimsel oluşunun yanı sıra “bilimsel bir 
iyilik” oluşu, bilimsel bir politik yanı oluşu gözden kaçırılmadığı 
anda, bu dediğim bir geri adımın zorunluluğu kendiliğinden ortaya 
çıkacaktır. O zaman kapitalist değişim süreci içindeki kitlelerin 
âdeta bir milletleşme kaynaşması içinde oluşuna karşılık 
verebileceğiz. Nasıl, bu kaynaşmanın içinde İstanbul ağzının 
egemenliği kaybolup edebiyat dili bütün yörelerin toplu ağzı 
haline gelmekteyse, Marksizm’in de böyle bir ortak anlaşma metodu 
haline getirilmesi bize düşen görevdir. Bu, kitlelerde varolan 
dinamizmin içini kavramamız görevini bize yüklemektedir. Bu 
görevin koşulu olan uyanıklığı, duyarlılığı baltalayan her türlü 
alışkanlığı, her türlü hazır, basmakalıp tutumu bir yana 
bırakmalıyız. Bundan böyle ne yiğitlemeler, ne edebî silâh ticareti, 
sol şiirin gündeminde yer almamalıdır. Kitlelerin özlem 
dinamizmini Marksist yöntemin bütün gerçekliğiyle kavrayıp 
bunu bu gerçekliğin hak verdirdiği bir şiirsellikle ortak bir dile 
bağlamalıyız. işte bu noktada Türk halkının eski şiir ve söz 
gelenekleri bu gerçekliği bir bütünüğe ve ortaklığa kavuşturacaktır.

MB: İkinci yeni gibi şiir akımları, toplumsal süreçlerden, genel olarak 
devrimci hareketten uzak olmakla, bireyci olmakla suçlanırdı. Ama 
devrimci şiir yazanların çoğunun da, senin bu konuşmanda hep 
vurguladığın gibi, halkın hayatının ve mücadelesinin ta içinde 
yaşayarak yazdıkları bence söylenemez. Bu da, bir başka bireycilik 
oldu sanki. “Ben çiçek severim,” demek yerine, “ben devrim severim,” 
demek gibi. Devrimci şair, bireycilikten çıkayım derken, 12 
Mart öncesi standart “militan”ın benliğini kendi benligi 
yerine koymayı, kendini böyle nesnelleştirmeyi istedi. 
Böylece, 12 Mart öncesinin militan tipi, yani durduğu yerde 
kızışan, hareket içinde soğukkanlılıkla akacağına, durduğu 
yerde kızışan bu tip, “devrimci” şiire de egemen oldu. Sen bu konuda 
ne diyorsun?

CY: Bu konuda en iyimser bir analizle denilebilir ki, bu dediğim şiir, 
küçük-burjuvanın devrime katılmayı bir “bulunç” (vicdan) sorunu 
olarak ele almasından kaynaklanmaktadır. “Bulunç”, ama bilinç değil. 
Nitekim, 12 Mart sonrasında bazı ikinci Yenici şairler de bu bulunç 
dürüstlüğüyle toplum sorunlarına dokunan yahut dokunmak isteyen, 
ama “kan”, “şehit”, “kurban”, “ceylân”dan öte gidemeyen şiirler 
yazmışlardır, işin bir başka yanı daha vardır, ikinci Yeni nasıl, 
Avrupa ve Amerika modernizminin kötü okunup kötü anlaşılıp kötü 
tercümesinden doğmuşsa, bu şimdiki devrimci şiir de Latin Amerika, 
Doğu Avrupa ve Rus şiirinin kötü okunup kötü anlaşılıp kötü 
tercümesinden kaynaklanmış olmalıdır.

MB: Şimdi devrimci şiirde oldukça yaygın bir özellik, tonalitenin 
yüksekliği. Bu, şairin bütün devrimci iyi niyetine karşın, hâlâ 
yalnız kaldığının bir kanıtı sayılabilir mi?

CY: Ben -ki sen de eleştiriyorsun- kızıştırıcı ajitasyon şiirinin 
olamayacağı, olmaması gerektiği kanısından buraya varmıyorum. Elbet 
kızıştırıcı şiir olacaktır. Kitlelerin politize edilmesi için siyasî 
eyleme paralel bir kızıştırıcı şiir olacaktır. Ama bu değindiğimiz 
örnekte kızıştırılacak kitle, kızıştırıcıdan apayrı bir dünyada 
yaşadığı için kızıştırıcı şair sadece kendini kızıştırmaktadır. Bunun 
adı ise öz-kızıştırıcılık olsa gerektir. Biz bunun çeşitli 
örneklerini gördük. Baltayı bileyim derken, baltayı taşa vuranları 
gördük, öte yandan bu, şiirde duygulandırmanın yanlış olduğu anlamına 
da alınmamalıdır. Yeter ki bu duygulandırma, bilinçlendirmeye yönelik 
bir duygulandırma olsun. Okuyanı kendinden geçirmek için değil, 
kendine getirmek için yapılan bir duygulandırma olsun. Pek şairane 
bir lâf olacak ama, adını hatırlamadığım bir şairin lâfını anayım. 
Adam diyor ki: “Ben, yüreğimle düşünürüm, aklımla duyarım.” Bu 
mekanik bir tanımlama olmakla birlikte gerçeğe ışık tutabilir. 
Bizdeki terslik ise düşüneceğimiz yerde duygulanmak, duygulanacağımız 
yerde de elimiz şakağımızda düşünmek oluyor. Şiirde zekâyı yermenin, 
zekâyı şiir-dışı kılma akımının bir nedeni de bu olsa gerek. Oysa 
zekâyı şiirden dışarıda tutmak, bu demin dediğimiz iç dinamizmi 
kavrayıp dile getirmekte başlıca silâhımızı kendi elimizle düşmana 
teslim etmektir. Zaten bunu söyleyenler de, şiirimizin teslimiyetçi 
şairleridir.

MB: Şiir, politik açıdan sık sık eleştirilmiş, horlanmıştır; bizde de, 
başka ülkelerde de. Konuşmanda çerçevesini çizdiğin tarzda yazılan 
bir şiir, politikanın suçlamalarını haksız çıkarır mı?

CY: Politik şiir elbet vardır ve yazılmalıdır. Ama politikanın yöntemi 
başkadır, devrimci şiirin yöntemi başkadır, ikisini birleştiren şey 
sınıf mücadelesinin tarihî özüdür. Bu tarihî öz çerçevesinde devrimci 
şiirle politikanın yapmacık bir güncellik içinde günü gününe atbaşı 
gideceğini iddia etmek saçma olur.

Ama öyle dönemler vardır ki bu dediğimiz tarihî öz, devrim 
eylemleriyle devrimci şiiri elifi elifine yakın bir birliğe 
sokabilir. Devrim öncelerinde, büyük devrim dönemlerinde, büyük 
toplumsal bunalımlarda görülmüştür ve görülecektir. Bunu güdümlü 
sanat diye kavrayanlar unutmasınlar ki o çeşit şiirleri yazanlar 
tarafından güdüldükleri iddia edilen halk iktidarınınbir parçasıdır. 
Bu, kendilerini öyle hissetmelerinden değil, öyle olduğu içindir.

Bir gönderi yayınlayabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir. Giriş