Çekin duvarı, insan gibi yaşayın

0 Yorum

Aysim Türkmen “Çekmeköy Underground” filminde, bir duvar yazısından yola çıkarak, lüks siteler ve gecekondular arasındaki insanların hayatını anlatıyor.

Daha önce Selahattin’in İstanbul’u, Galata Kulesi Sokak No:23, Kapital-İstanbul adlı belgesel filmlerin yönetmenliğini yapan Aysim Türkmen, ilk uzun metraj filmi Çekmeköy Underground’da da yine bir İstanbul hikâyesi anlatıyor. Arabesk-rap türü müzik yapan üç arkadaş, haksız yere hapse girdiğine inandıkları “Küllü Harap” lakaplı Cemal ağabeylerinin, tahliyesini beklemektedir. Cemal ağabeyleri hapisten çıkar fakat aklı fikri geride bıraktığı eski sevgilisindedir. Çekmeköy civarında kurulu lüks siteler ve gecekondular arasında sıkışmış hayatları anlatan Aysim Türkmen’le Çekmeköy Underground’ı konuştuk.

Daha önce de İstanbul ve kent hikâyeleri anlattığınız belgeseller çekiyordunuz. Belgeselden kurmacaya geçişiniz nasıl oldu?

Benim için kurmaca-belgesel ayrımı yok. Kısa kurmaca filmler de çekmiştim. Aslında belgesel çekerken de yaratıcı belgeseller çekiyorum, daha çok bir karakteri takip ediyorum. Şehrin nasıl dönüştüğüne dair bana ipucu veren mekânlardan, insanlardan doğru bakıyorum. Selahattin’in İstanbul’u Galata Kulesi Sokak No:23 ve Kapital-İstanbul. Son dönemde 90’larda oluşan yeni kente bakıyorum: ikinci köprünün açılmasıyla TEM otoyolu etrafında şekillenmiş Levent, Göktürk, Kavacık, Beykoz ve Çekmeköy, yani kentin ikinci çeperi. Bir gün Çekmeköy’de dolaşırken bir duvar yazısı gördüm, “Çekin lan duvarı teli, insan gibi yaşayın” yazıyordu. Genelde bir ipucu bulup onun peşinden gidiyorum.

Bu da size ipucu oldu tabii…

Evet, kesinlikle. Bir mekân, bir insan derken bu defa bir duvar yazısı gördüm ve peşinden gittim.

Peki, filmde izlediğimiz bu duvar yazısının gerçek hikâyesini mi?

Yazıyı gördükten sonra araştırmaya başladık. Araştırma sonucunda, bu yazıyı yazan çocuğun hapiste olduğunu öğrendik. Arkadaşları ve kardeşi bu çocuğun haksız yere hapse girdiğini söyledi. Suçlanma sebebi de bir cep telefonu gaspıydı. “Küllü Harap” lakaplı bu çocuk beş yıldır hapisteydi. Konuştukça olay epey enteresan hâle geldi. İlk etapta bunu da belgesel olarak tasarlamıştım. Herkes olayı anlatacaktı ve ağabey hapisten çıkacak, en son ondan dinleyecektik hikâyeyi. Ama arkadaşları onunu haksız yere yattığını söylerken kardeşi abisinin suçsuzluğu ile ilgili tereddüt yaşıyordu. Biz de çok emin olamadık suçlu muydu? Suçsuz mu?

Filmdeki gibi yani.

Filmde o his var mı? Bu hissi yansıtma derdim vardı çünkü.

Evet, Tarık’ın abisine olan güvenini bir süre sonra yitirişi ve ‘sen ne yaptıysan o kadın için yaptın’ deyişi güvenmediğini hissettiriyor.

Evet, o çocukla konuştuğumuzda bizde de oluşan histi bu. O muğlâklık çok hoşuma gitti. Mert İzcan’la birlikte çalışıyorduk o zaman, muğlaklığı tutmaya çalıştık. “Suçluydu, şunu yaptı, böyle olmalı” tarzı bir çıkarsama yapmamaya çalıştık. Hiçbir olayın göründüğü gibi olmadığını düşünüyorum. Birçok olayı araştırınca bambaşka bir şeyler çıkıyor ortaya. Sonra bu çocuklarla buluştuk, konuştuk, her biri, hikâyeyi ayrı ayrı şekillerde anlattı ama bir süre sonra buluşmaya gelmemeye başladılar. Bir gün Çekmeköy’de bir kafede 12 saat bekledikten sonra Mert, ‘Gelmeyecekler, onlar için çok hassas bir hikâye,’ dedi.  ‘Bırakıyor muyuz?’ dedim, ‘Yooo kurmaca yaparsın dedi.

Böyle çıktı yani?

Evet, evet. Ben o çocukları görmeyi çok umut ettim ama bir daha göremedim onları.

Peki, film çıktıktan sonra kontağa geçtiniz mi?

Daha geçmedik. Belki film bizi yine biraraya getirir. Bu da başka bir belgesele konusu olur sanki! Küçük bir gösterimimiz oldu kendi aramızda. Orada filmin belgeselini çekelim önerisi oldu. “Çekmeköy Underground 2!” Yine o insanlarla biraraya gelip bunu kameraya almak çok isterim. Nasıl hissedeceklerini de merak ediyorum açıkçası.

Film, kent temelli fakat bir yanıyla bu müziği ve yaşam tarzını benimsemiş insanları da içeriden görme şansı veriyor. Bir hikâyenin peşinden giderken başka birine rastlamak gibi…

Kentteki mekânsız çocukların çabalarını bir süredir takip ediyordum. Kaykay yapanlar, beatbox yapanlar ve özellikle de dans eden çocuklar…  Şanzelize’ye gidip geliyordum ve oradan bazı çocuklarla tanıştım, konuştum. Şehirdeki dönüşüm içerisinde kendilerine mekân bulamayan ancak hakikaten hayallerinin peşinde çok çaba gösteren bu çocukları gördükçe hikâye gelişti.

Çok farklı bir profil aynı zamanda. Çünkü bu beatbox yapan çocuklar, ne Berfin’le yani o sitelerde yaşanlar gibi, ne de abisi ve ailesi gibi. İkisinden de beslenen ama ikisinden de olmayan gibiler…

Aynen, aynı zamanda hem iki taraftan gibiler hem de değiller. Bir sürü şeyin birleşimi gibiler. Tıpkı kentin şu anki hâli gibi. Bu kafamda hep vardı. Bu çocuklar aslında “Yeni İstanbul”.

Mekânsız “Yeni İstanbul”…

Kesinlikle…

Yeni bir dünya çabaları var mı peki bu çocukların?

Var gibi ama yok gibi de. Sürekli hayal kuruyorlar; “Farz et ki başka bir yerdesin” bir sahnede çocuğun t-shirt’ünün üzerinde yazıyor. (Bu tamamen tesadüftü tabii. Kostümcümüz Yeliz Buyruk bu t-shirt’ü getirdiğinde inanamadım.) Sonra o “hayal oluruz” replikleri ve şarkılar var. Gitme isteği ama bir yandan da mahallelerini sahiplenme durumu. Yaşadıkları atmosferden çok da tatminsiz değiller. Tabii ki yarışmaya katılıp birinci olmak istiyorlar. Ben de Cannes’da ödül almak istemez miyim? Özenilen şeyler var. Ama yine de kendi hâllerinden umutsuz değiller. Yaşadıkları yerleri sahipleniyorlar ama etraflarındaki duvarlara da öfkeliler. Ama şunu söyleyeyim ki benim çevremde ki arkadaşlarımdan daha fazla “gitmeliyim bu ülkeden, bu şehirden” duygusunda değiller. Kendi hayal ve umutlarına tutunan çocuklar bunlar. Tabii sonu hayal kırıklığı olsa da. Ben çok çocukla tanıştım. Dans  stüdyosu için mekân tutuyorlar ama iki ay sonra o mekânda tutunamıyorlar. Ama bu hayatları da askere kadar sürüyor.

Neden?

Çünkü askerden döndükten sonra sigortalı bir işe giriyorlar, evlenip çoluk çocuğa karışıyorlar yani bir şekilde sisteme tam teşekküllü bir şekilde dâhil oluyorlar…

Arabesk rap’in filme giriş öyküsü nasıl oldu?

Arabesk rap’i şehirdeki ne o ne bu, hem o hem bu hâlin bir metaforu olarak görüyorum. O yüzden müziği çok önemsedik. İyi bir müzik yapmak için çok uğraştık. Adana’da doğmuş bir sanat kolektifi olan Doğu Akdeniz Grubu’ndan Acarkan Özkan, Erhan Seyran ve Ufuk Atar arabesk rap parçayı yaptı. Ama sadece bir parça arabesk rap. Onun dışında 10 parça daha var. Ayrı ayrı tarzlarda. Bu parçaların çoğunu Doğu Akdeniz, bir kısmını da Nupark ve Wild East Grubu üyesi Uran Apak yaptı.

Peki, oyuncuların seçimi nasıl oldu? Epey doğallar çünkü…

Çok uzun bir casting döneminden sonra, çok uzun bir prova süreci yaşadık. Çoğu hayli deneyimli tiyatro oyuncuları olan harika bir ekip oluştu ve senaryoyu tartışa tartışa aylarca çalıştık. Çekimleri altı ay ertelemek zorunda kalınca biraz daha çalıştık. Gaziosmanpaşa’daki Şanzelize kulübe gidip kola açtırıp oradaki gençlerle dans etmeye çalıştık, her ne kadar onlar gibi güzel dans edemesek de. Sanırım oyuncular için de benim için olduğu gibi eşi bulunmaz bir ekip ruhu oluştu, bir hayal dünyasının parçası oldular ve beraber bu dünyayı gerçekleştirdik.

SUZAN DEMİR 15.03.2015

TARAF

Bir gönderi yayınlayabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir. Giriş