“Dünyayı dolaşmak en büyük hayallerimden biri”

0 Yorum

Ödüllü oyuncu Şenay Gürler’le çölleşen İstiklal Caddesi’nin vahalarından bir sahafta tiyatrodan sinemaya, televizyondan dublaja keyifli bir sohbet gerçekleştirdik. Keyifli okumalar…

Röportaj: Büşranur Alkılıç

 

Büşranur Alkılıç (BA):  Mesleğinizin başlangıç yıllarına ve İzmir’den İstanbul’a geliş serüveninizle  başlayalım. 1992-93 yıllarında İstanbul’a ilk geldiğinizde dublajla geçiminizi sağlıyorsunuz. O yıllara dönersek nelerden bahsedebilirsiniz?

Şenay Gürler (ŞG): İzmir’de öğrenciyken çalışmam gerekiyordu. TRT’den çağırmışlardı, orada dublaj yapıyordum. Aynı zamanda tiyatrodan çağırmışlardı, tiyatro da yapıyordum. Okul bittikten sonra hayalim İstanbul’a gelmekti. Dublajdan da tanıdığım insanlar vardı İstanbul’da ama benim gelmekte asıl amacım, bütün sinema mezunları gibi bir sinema filmi çekmekti. Tabii oyunculuk da var bir taraftan. Oyunculuğu da çok seviyorum. Okul ile oyunculuğu yani tiyatroyu birlikte ilerletmiştim.  Evet, İstanbul’a gelmek hep hayalimdi ama bir anda gerçekleşti.

 

BA: İlk gelişiniz miydi bu?

ŞG: Daha önce bir kez gelmiştim ve İstanbul’dan çok etkilenmiştim. Henüz öğrenciydim ve bir program sunuyordum. TRT ile birlikte gelmiştik İstanbul’a… Kar yağıyordu, hiç unutmuyorum Ortaköy’deydik ve kendimi bir film sahnesinde hissetmiştim. O günden sonra İstanbul’a gelmeyi çok istemiştim. Şartları yaratmak açısından gidip İzmir’de her şeyin bitme noktasına geldiği sırada İstanbul’da da sıfırdan başlayabilirim diye düşündüm.

 

“İstanbul’da tutunmak oldukça zordu.”

BA: Zor ve cesaret isteyen bir karar olmalı?

ŞG: Tabii ki hiç kolay değil. Önce Dublaj yaptığım insanlar benimle çalışmak istemişti ben yanaşmamıştım. Bir, bir buçuk yıl sonra yanlarına gittim. Önce biraz para kazanırım sonra istediklerimi gerçekleştiririm diye düşündüm. Dublaj yaptığım yerde dinlediğim, hayran kaldığım insanlarla tanıştım. İstanbul’un ilişkilerinin de bir prototipi gibiydi o dönem aslında. İstanbul’u biraz da orada öğrendiğimi söyleyebilirim. İstanbul’da tutunmak oldukça zordu. Bir süre arkadaşlarımda kaldım ama olmuyor, kendinize ait bir evinizin olması gerekiyor.  Onun için daha çok çalışmak gerektiğini fark ettim. Sabahlara kadar süren çalışmalar oldu. Gerçekten o zamanları düşününce aklımda tek şey vardı: “Buraya kadar geldim, dönmeyeceğim! Direneceğim. Böyle çalışmam gerekiyorsa, böyle yapacağım!” Hayallerimde çok şey vardı ama gerçekler, en azından bir süre için hayallerimden çok hayatta kalma mücadelesine dönüştü… Dublaj da çok hızlı, çok çabuk gelişti benim için. Sesim bir avantajdı. Sonra bizim okuldan mezun, yönetmen bir arkadaşım sayesinde, TRT’de bir dizi fırsatı çıktı. Kamera karşısına geçmiş, sunuculuk yapmıştım ama kamera önü oyunculuk bambaşka bir şeydi. Arkadaşlarımın ve kendimin tez filmlerinde oynamıştım ama bu bambaşka, çok zorlu bir mücadeleydi. Uykusuz geceler, sabaha kadar çalışmalar, çok zor ilişkiler… İstanbul’un ne kadar acımasız olabileceğini gördüm. Sanırım bu da insanı birçok şeye karşı daha dirayetli yapıyor. Gerçi İzmir’deki hayatım da öyle “acayip bir hayat” değildi. Şartlar gerektirdiği için çocukluğumdan beri çalışan bir insanım ben… Burada böyle mücadele ederken tiyatro yapmaya başladım. Ardından diziler geldi. Kendinize inanır, direnirseniz, odaklandığınız hedefe yaklaşabileceğinizi görüyorsunuz.

 

BA: Nicole Kidman, Julia Roberts, Elizabeth Taylor gibi birçok sanatçının, çok sayıda reklam filminin sesi oldunuz. Bir GSM operatörünün de sesiydiniz. “Aradığınız kişiye ulaşılamıyor” uyarısını kendi sesinizden duymak nasıl bir şey? Sinir bozucu oluyor mu?

ŞG: Yok yok, gülüyordum sadece… Ama daha enteresan bir şey var. Bir gün uyku sersemi telefonum çaldı. “Alo” dedim ve kaldım. Karşımdaki benim sesimdi. Biri ödemeli olarak arıyordu beni. Uyku sersemi de olduğum için acayip bir şaşkınlık yaşadım.

 

BA: İnsan kendi sesine de yabancılaşıyor demek?

ŞG: Evet. Zaten mikrofondan çıkan ses daha farklı oluyor ve kendi sesinize yabancılaşıyorsunuz.

 

BA: Dublajı sevdiğinizi ve sadece yapmak zorunda olduğunuz bir iş gibi görmediğinizi seziyorum.

ŞG: Kesinlikle çok keyif aldığım bir iş dublaj. Çok iyi oyuncuları seslendirdim. Çok iyi filmlerde seslendirme yönetmenliği de yaptım. Çok yorucu ama çok keyif aldığım bir işti.

 

“Her gün ağlaya ağlaya çıkıyordum setten.”

BA: TV dizilerinde rolleri seçerken belli bir plan dahilinde mi hareket ediyorsunuz?

ŞG: E tabii ki.  Ama şunu da itiraf etmeliyim ki, İstanbul’a geldiğimde çok iyi bir diziyle başlamıştım ama hiç istemediğim halde, 3-4 bölüm bir başka dizide de oynamıştım.  Her gün ağlaya ağlaya çıkıyordum setten. Hiç benim tarzım değildi, bana hiç uymuyordu ama gidiyordum. Fakat şimdi baktığımda o zamanki duygularım çok saçma geliyor bana. Orada da başka bir şey görüyorsun ve o da bir deneyim değil mi? Şimdi tabii ki seçiyorum. İstediklerime yöneliyorum.  Tiyatro ve sinema için de öyle. Fakat dizilerde şöyle bir şey de var. Siz o karakteri ne kadar beğenseniz de, senaryonun genel gidişatı size anlatılmış olsa da aslında diziler haftalık olarak yazılıyor. Her hafta bir takım dinamiklere göre değişiyor, ilerliyor senaryo. Oynadığınız karakter değişebiliyor ve yapabileceğiniz bir şey yok, uymak zorundasınız. Sinema ve tiyatroda durum bambaşka… Sonuçta hepsinde kılı kırk yararak düşünmek ve seçmek zorundayım. Yoksa mutsuz olurum.

 

BA: Reha Erdem’in “Korkuyorum Anne” filminde İpek, “Kasap Havası” filminde Leyla… Araştırırken dikkatimi çeken bir nokta oldu. İster ağırbaşlı mazbut, ister fettan, çapkın kadın rolünü üstlenin, genel olarak toplumun ötekileştirmesine müsait, güçlü karakterleri üstlendiğinizi fark ettim. Bu da bir seçim mi?

ŞG: Sistemin, çarkın dışına atılmış karakterler… Evet… Ben bir kadınım, bir kadın olarak Türkiye’de yaşıyorum ve bundan kaynaklı pek çok deneyimim var. Elimden geldiğince okuyup izleyip gündemi takip etmeye çalışıyorum. Yaşadığım tecrübelerden öğrendiğim çok şey var. Karakterler de bu şekilde biçimleniyor aslında. Hepsinden bir parça var.  Tüm bunları yoğuruyorum ve hepsi benden çıkıyor.

 

BA: Anadolu kadınını oynarken şive süreci yoruyor mu sizi? Sinemada doğudaki kadınla da gördük sizi.

ŞG: O karakter şöyleydi 20 senedir orada yaşıyordu. Aslında İzmir kökenli biri ve oraya yaşamaya gitmiş. Tam olarak oranın şivesi değil, ikisinin arası bir şey bulmam gerekiyordu. Bu konuyla ilgili yapım şirketi hepimizi işin uzmanına yönlendirdi ve onunla çalıştık. Bir süre sonra oturuyor. Tam bir şive yapmadım, oraya ait bir diyalekt vardı. Cennet karakteriydi ve şimdiye kadar oynadığım en farklı karakterlerden biriydi.

 

“Leyla’yı ilk anlattığında bu filmde oynamak istiyorum dedim.”

BA: Ödülden ödüle koşan Kasap Havası filminin Leyla’sı da sizsiniz. Filmin bir sentez hali var. Bir yandan Yeşilçam ruhu, bir yandan da çokça modern sinema çizgisi. Bunun içinde olmak nasıldı?

ŞG: Bu filmde olmayı, daha Çiğdem Sezgin’in senaryosunun mürekkebi kurumadan çok istemiştim. Çok uzun zaman geçti filmin gerçekleşebilmesi için. Çiğdem Sezgin senaryoyu yazdı, okudum. O da çok ayrıntı insanıdır. Ben severim öyle ayrıntı insanlarını. Tek tek işledi her şeyi. Değiştirmesi gereken yerler olduğunda bunu o kadar güzel işleyip değiştirdi ve o kadar güzel şeyler koydu ki… Leyla’yı ilk anlattığında bu filmde oynamak istiyorum dedim, aşık oldum. Çok büyük emek var filmde. Benim için çok değerli. Yurtdışından da ödül geldi. Böyle bir işin içinde olmak gerçekten mutluluk verici. Keşke hep böyle senaryolar gelse. Keza Reha Erdem’in “Korkuyorum Anne” filmindeki İpek rolüm de böyle… Reha Erdem’le çalışmak da çok değerliydi.

 

BA: Bir de Craft Tiyatro deneyimi vardı?

ŞG: Craft Tiyatro güzel bir maceraydı. Önce atölye kuruldu, sonra sahne işi oldu. Yollarımız şimdi ayrıldı. Şu an devam ediyorlar, çok da iyi işler yapıyorlar. Ben kendi tiyatromuz olsun, kendimiz oyunlar çıkaralım demiştim.  Öyle de oldu.

 

BA: Özel tiyatrolarla devlet ve şehir tiyatrolarının genel dinamiğinden memnun musunuz? 3. Milli kültür şurasının raporuna göre devlet tiyatroları özerkleşecek ve özelleştirmeye gidecek denildi. Ne düşünüyorsunuz bu konuda?

ŞG: Devlet tiyatrosu ve şehir tiyatroları için baktığımızda ben özelleştirmenin ve özerkleşmenin doğru olduğunu düşünüyorum. Orada bir “ama “var. Nereye bağlı ve kim denetliyor? Repertuarı kim kuruyor? Oyuncular nasıl seçiliyor? Ödenek nasıl oluyor?  Bu soruların cevabı önemli. Yoksa bence doğru bir şey ama nasıl ilerlediği önemli.

 

BA: Geçtiğimiz yıl işten çıkartmalar yaşanmıştı.

ŞG: İşte orada ne oluyor, o önemli. Çünkü oyuncularını çalıştırırsın “şu para karşılığında” dersin. Ama oradaki oyuncularını uzaklaştırırken neleri göz önüne alıyorsun, nasıl davranıyorsun bu mühim. Sanat mı, başka şeyler mi? O konuda çok tartışmalı buluyorum.  Özel tiyatrolardan söz etmek gerekirse çok arttı. Çok da önemseyerek takip ettiklerim var içinde. Onların da ayakta kalabilme mücadelesi var açıkçası şu anda. Zor çünkü alternatif tiyatro yapmak. Craft Tiyatro’da onlardan biri. İkinci kat, Kumbaracı da öyle daha niceleri… Bu sadece İstanbul için değil sanırım, diğer şehirlerde de artıyor. Bu hakikaten çok umut verici bir şey. Farklı oyun yazarlarıyla tanışmak, farklı oyuncularla olmak, farklı tiyatro anlayışlarıyla da karşılaşmak önemli, çünkü değişen dönüşen bir dünyanın içindeyiz.

 

” ‘Canım bizim ülkemizden de bir şey olmaz ki’ yaklaşımı çok yanlış.”

BA: Güzel Sanatlar öğrencilerine de alan açılıyor bir anlamda. Ayrıca bitmek bilmeyen bir klişe de vardır ya, “tiyatroya gidilmiyor”. Özel tiyatroların sayısının artması, aslında bir anlamda bu alanda bir açlık olduğunun da göstergesi değil mi?

ŞG: Evet ben elimden geldiğince takip ediyorum ve seyircisi var, insanlar takip ediyor. Farklı bir tiyatro seyircisi ortaya çıkıyor. Çünkü bana şu kötü geliyor “canım bizim ülkemizden de bir şey olmaz ki” yaklaşımı çok yanlış. Hayır her şey değişiyor ve dönüşüyor. Önemli olan bunu olumlu yönde değiştirip dönüştürüyor olmak ve bu anlamda çok iyi tiyatrolar var. Devlet tarafından daha çok desteklenmesi gerektiğini düşünüyorum. Ödenekler çıkıyor ama hep aynı tiyatrolara.

 

BA: Avrupa Yakası hala izlenen, sosyal medyada güncel olarak konuşulan ülkenin en iyi komedi dizilerinden biriydi. Uzun soluklu bir işti. Fatoş karakterini konuşalım biraz. Sizin içinizde de bir Fatoş var mı? Bence her kadının içinde bir Fatoş var olmalı.

ŞG: Başta Gülse Birsel’den söz etmek gerekiyor. Bu projeyi o kadar güzel yazdı, o kadar güzel devam ettirdi ki… O kadronun bir araya gelişi de mükemmeldi. Karakterler çok oturdu, kan tuttu. Gülse çok zeki bir kadın. Aynı zamanda oyuncunun nereye kadar, ne yapabileceğine çok hakim. O yüzden bu kadar başarılı oldu bence. O karakteri çok rahat oynuyorsun. Hiç gerginlik yok. Çünkü o hem senden çıkmış oluyor hem de Gülse’nin yarattığından bir harman, bir kaynaşma doğuyor. Çok iyi bir gözlemci aynı zamanda Gülse. Fatoş’a gelince… Her kadının içerisinde bir Fatoş var. O karakteri yazmak da oynamak da çok cesurca. Komik bir çapkınlığı var. Arkadaşlarına çok bağlı. O yapmacıkmış gibi duran hayatının içerisinde çok samimi, neyse o olan bir karakter. Ben de arada bir izliyorum, unutmuşum bazı şeyleri, neler yapmışız diyorum. Kahkaha ile gülerken buldum geçenlerde kendimi. Çok komik olmasıyla beraber bir şeyler de anlatıyor.

 

BA: Bence kesinlikle içinde kara mizah vardı. Gündeme dair göndermeler içeriyordu.

ŞG: İnsana dair, topluma, güncel hayata, gündeme dair her şeyi o kadar güzel harmanlamıştı ki, bence en büyük başarısının, hala konuşuluyor olmasının en büyük nedeni de o.

 

BA: Komediyi bu kadar uzatabilmek de zor olsa gerek?

ŞG: Çok zor kesinlikle. Çünkü başladığımızda daha kısa süre için çekerken, süreler uzatıldı. Şimdi dönüp bakıp değerlendirdiğimde çok zor hakikaten. Kendi hayatıma, kariyerime baktığımda da içinde olmaktan çok mutlu olduğum işlerde olmuşum. Şanslıyım! Çok iyi oyuncularla çalışmışım. Oyun atölyelerinde, tiyatroda, sinemada… İnsan tabii ki kendi de yaratıyor emek vererek ama bir yandan da çok güzel kesişmeler olmuş.

 

BA: Gülse Birsel’le yeni bir projede bir araya gelme ihtimaliniz var mı yakın zamanda?

ŞG: O benim arkadaşım. Arkadaşımla o tip ilişkilere girmek çok doğru değil ama keşke öyle bir şey olsa tabii ki de çok isterim. Çünkü her şeyine güveniyorum.

 

“Fotoğraf çekmeyi çok seviyorum.”

BA: Instagram hesabınızı karıştırdım biraz. İstanbul fotoğrafları çekmeyi de sevdiğinizi görüyorum. Fotoğrafla aranız nasıl?  

ŞG: Ben fotoğrafı çok seviyorum. Boş bir dönemime geldi, okulda ana sanat dalım sinemaydı ama fotoğraf dersleri de gördüm. Bence bakmak, görmek ve kadrajı kurmak sinemayla da çok ilgili bir şey. Anlık yakaladığın şeyler çok değerli oluyor. Kadraj olarak çok iyi değildir belki ama bir andır. Ben bunu nasıl yakaladım dersin. Mesela Karaköy tarafına inmiştim birkaç çarşaflı kadın vardı, çok hoş görünüyorlardı. Bir su birikintisi vardı, ona bastılar. O an ışık, kadınlar, o kadar enteresandı ki döndüm çektim. Fotoğraf çekmeyi çok seviyorum. Şu sıralar eskisi kadar çekmiyorum. Şimdi biraz senaryo yazmak, biraz fotoğraf çekmek, tekrar bunları yapmayı istiyorum açıkçası.

 

BA: Şehirlerle aranızda bağ kurar mısınız? Şehirlerin ruhu olduğuna inanır mısınız?

ŞG: Kesinlikle inanıyorum, şehirlerin ruhu var, kokusu var. Çoğu gittiğim şehre öncelikle öyle bakıyorum. Gezmeyi de seviyorum. Mesela Avrupa’da bazı kentler birbirine benzer ama ayrı şeyleri sevebilirsiniz. Dünyayı dolaşmak en büyük hayallerimden biri. Yolculuk yapmayı çok seviyorum. Biz turist olarak gittiğimizde genelde bize söylenen yerlerde dolaşırız. Ama inanın daha fazlası vardır. Gerçekten o şehrin insanlarının yaşadığı yerlerde, onlarla oturup yemek yiyip sohbet edebiliyor musun bu önemli. Şehrin ruhunu oluşturan o. İnsanlar, yapılar, kokusu, kültürü, nasıl yaşadıkları, bütün bunlar bir bütün. Bazen bakıyorsun keşfedilecek çok şey var şehirde, bazılarında ise bunu göremiyorsun, çok benzer diğerleriyle. Mesela bir şehir var Antwerp. Belçika’da. Sadece çikolata kokuyor şehir. Her yerde waffle ve çikolata var ve öyle kokuyor. Bu kokuları duyunca hep aklıma orası geliyor. Brugge da öyle bir yer. Mesela Meksika’ya gittim, orası da çok değişik bir yer, düşük oktav benzin kokuyor. Amerika’da da var bu biraz. Peki kültürü? Mesela Kore sarımsak kokuyor. Keşfedilecek çok şey var. Hep gidilecek yerler var diyorum o yüzden. Bu hayatımızda da geçerli, görülecek çok hayat var. Bu beni heyecanlandırıyor.

 

BA: İstiklal’de bir sahafta gerçekleştiriyoruz bu sohbeti. Tam da yerindeyken edebiyatla, okumakla aranız nasıl?

ŞG: Benim tam da kendimi eleştirdiğim konulardan biri bu. Bir ara 3-4 kitabı aynı anda okuyup hiçbirini birbirine karıştırmadan giden biriydim. Fakat bir süredir maalesef giderek daha az okuyan biri oldum. Yeniden daha fazla okumaya yönelmekte kararlıyım. Çocukluğumda okuduğum kitaplarla kendimi biçimlendirdim. Tabii ki çevre ve aile de besleyici fakat kitaplar, küçücük yaşlarımdan beri bana o kadar hayal kurdurttu ki o yüzden çok değerli. Hala okuyorum fakat eskisi gibi değil.

 

BA:  Şu yönetmenle çalışmak isterim dediğiniz isimler var mı?

ŞG: Tabii ki herkesin sayacağı bir kaç isim vardır. Oyuncuların çalışmak istediği yönetmenlere kendilerini hatırlatmaları gibi geliyor. Çalışmayı çok sevdiğim, tekrar çalışmak istediğim yönetmenler var elbette.

 

BA: En azından yabancı birkaç isim duyarım diye düşünmüştüm.

ŞG: Ha ha ha! Peki o zaman, Almadovar’la Tarantino ile çalışmayı çok isterdim diyeyim.

 

“Tiyatro düşünüyor ve yapmayı çok istiyorum.”

BA:  Şu an bir Tv dizisi var, “Adı Efsane” oradasınız. Yeni projeler olacak mı?

ŞG: Adı Efsane bitecek. Çok kısa bir süre sonra final yapacağız.  Daha sonrası için yeni bir hayat var önümde, yeni bir yere taşınıyorum.  İstanbul’la bağımı hiçbir şekilde koparmayacağım tabii ki. Geçen yıl oynadığım oyun arada da olsa devam edecek. Belki yine tiyatro yapabilirim.  Tiyatro düşünüyor ve yapmayı çok istiyorum.  Dizi, sinema yeni bir teklif gelir, içime de sinerse ve tabii onlar da isterse, keyifle çalışırım elbette…  Şimdi görünen o ki sadece taşınmayla uğraşacağım. Gitmek istediğim birkaç yer var. Sanırım oralara gideceğiz.

 

BA: Çok teşekkür ederim.

ŞG: Ben teşekkür ederim.

Bir gönderi yayınlayabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir. Giriş