İlk Foto Muhabiri İle Son Röportaj

0 Yorum

Ferit İbrahim, matbuatımızın en eski foto muhabiridir. Memleketimizde ilk defa mecmualar ve gazeteler için – Mecmua fotoğrafçılığında Kenan Reşit’ten sonra – aktüalite resimler çeken odur.

Aramızdan ayrıldıktan sonra da makinesini elinden bırakmıyan ve tamama otuz küsur yıldanberi titiz bir sanat ve meslek atelyesinde çalışan, zaman zaman yurdun köşebucağını dolaşarak manzara resimleri çeken, sinema filmleri çeviren değerli sanatkârın elbette enteresan hatıraları vardı. Bunları dinlemek ve mecmuamız okurlarına nakletmek fırsatını kazanmak istedim.

İddiasız, fakat özlü ve üstat sanatkârı Beyoğlu’ndaki mütevazı atölyesinde, masasının başında çalışırken buldum: Üst üste iki gözlük takmış, bir resim retuş ediyordu.

Çalışırken onu tetkik ediyorum:

Burnunda ve çenesinde yıkılmaz bir ifadesi vardı. Ağzı ince bir istihza manası taşıyordu. Gözleri bir kaynak gibiydi. Berrak bir zekâ kaynağı… Geniş alnı sevimli bir çatıklıkla kırışıyordu. Beşeri hafifliklerin, laubaliklerin ulaşamayacağı canlı bir abideyi andıran başında siyah bir takke vardı. Bu halle “Bastaya – Polyana”da tabiatla ve eserleriyle başbaşa yaşıyan “Tolstoy”a ne kadar benziyordu.

Ziyaretimin sebebini söyledim:

– Sizi fotoğrafçılığa sevkeden amilleri öğrenmek istiyorum.

Ferit İbrahim sorgunun cevabını vermek zahmetini esirgemedi.

– Rahmetli anam, mektepte her yıl sınıf geçtikçe bana bir hediye alırdı; Hokka takımı, o zamanlar çok kullanılan igneli kalem, saat, köstek, şu ve bu… Bir yılda 9×12 bir fotoğraf makinesi aldı. Bununla bir çok resimler çektim. Bazen bozuk, fena çıkıyor, bazen de güzel oluyordu. Güzel çıktıkça hevsim artıyor, keyifleniyordum. Zaman geçtikçe heves, merak; merak ta iptila derecesini buldu. Objektif ve banyo hakkında malumat toplamaya başladım. O sıralarda “Hürriyet” ilan edildi. Bu sevinç, neşe günlerinde şuraya, buraya koştum. Resimler çektim, fakat bunları neşretmek hatırıma bile gelmiyordu. Kendim için saklıyordum. Malesef bugün bu kolleksiyondan tek bir resim bile kalmadı. Ne camları, ne kopyeleri… Hepsini, fotoğrafhane açtıktan sonra yanımda çalıştırdığım, yetiştirdiğim adamlar aldılar, götürdüler ve kırdılar. İşte ben böyle fotoğrafçı oldum.

 

– Gazete fotoğrafçılığına nasıl intisap ettiniz?… İlk defa hangi gazetede çalıştınız?…

feritbey22– Kadro harici kaldıktan sonra “Resimli Kitap”ta… Fakat bunun tuhaf bir hikayesi vardır. Fotoğraf amatörlüğü yaparken hem Şurayı Devlet mülkiye dairesine gidiyor, hem de “Mektebi Hukuk” a devam ediyordum. Hürriyet ilan olununca her nezarette bir tasfiye başladı, bir çok memurlar kadro harici kaldı. Bunlar ehliyetsiz kimseler miydi?.. Hepsi için evet diyemem.

Ben isim iltibasından dolayı kadro harici kaldım. Bizim kalemde iki “Ferid”dik. Adaşım çok muhterem, çok nazik, kibar, mert ve keyif ehli bir adamdı. Aksamları cakar, hatta gündüzleri de demlenmekten sonsuz bir zevk duyardı. Bu halinden dolayı ona şu ismi takmışlardı: Sarhoş Ferit.

Tasfiye esnasında bu ise memur olan heyet beni o, onu da ben zannettiler, sepetlediler daireden…

Açıkta kalınca, hakkımı aramak için Meclisi Mebusan’a baş vurmak istedim. O günlerde karşıma mektep arkadaşım faik Sabri çıktı. Vaziyeti anlattım. Beni serbest mesleğe teşvik etti. Hatta “Elinde güzel bir sanat var: Fotoğrafçılık. Bir yer açar, çalışır para kazanırsın. Ben Abdullah Esat’la ‘Musavver Muhit’ ve ‘Resimli Kitab’ı çıkaraıyorum. Gel beraber çalışalım, bana yardım et, sanki memuriyette ne var?” dedi.

Başlangıç böyle oldu. Tarihi mI? 1908 ama, ayını, gününü hatırlamıyorum şimdi… Böylece matbuata intisap edince, bir daha memuriyete dönmemeğe karar verdim. Ve Dönmedim. O gündenberi hayatımı fotoğrafçılıkla kazanıyorum. Şurasını da itiraf edeyim ki, ömrümün en mesut günleri, matbuat aleminde geçirdiğim zamanlardır.

– Fotoğraf çekerken müşkülata uğrarmıydınız?

– Bazı merasimlere, bilhassa padisahın bir yere gezmeğe çıktığı, mebusana geldiği zamanlar polis ve asker çok müşkülat çıkarıyor, adeta istiskal ediyorlardı. Bunun için Resimli Kitap foto muhabiri olarak polise başvurdum ve fotoğraf muhabirliği vesikasını aldım. Bu Türkiye’deki foto muhabirlerine verilen ilk vesikadır. Numarası “1”dir. hala saklarım.

Bir defa da İshak Paşa yangınında softaların hücumuna uğradım. Rsim alırken bir takım yobazlar etrafımı sardı: “Herkesin canı yanıyor. Bu da kalkmış keyfine resim çekiyor!” diye mani olmak, müşkülat çıkarmak istediler. Yanımda polis düdüğü vardı. Bir kaç kere sıkı sıkı üfledim, devriye geldi, böylelikle kurtuldum.

– Sultan Reşad’ın, şehzadlerin ve Ittihat ricalinin resimlerini çektiniz mi? Resim çekerken ne yapardı bunlar?

– Sultan Reşad resim çekeceğimi anlarsa düzelir, fesine bir intizam verir, onünü. yakasını iliklerdi. Ve daima gülerdi. İttihat ricali _ Talat Paşa’dan başka – hemen hepsi yüzlerine bir ciddiyet verirlerdi. Rahmetli Talat laubali bir tavır takınırdı. Demokrat adamdı o…  Enver, kimseye belli etmeden bıyıklarını büker, dikleştirir, yüzüne tebessüm bir vakar vermeğe çalışırdı. Şehzadelere gelince onlar objektif karşısında bir başka insan olurlar, güzel çıkmak için ne gibi jestler yapmak, poz almak lazımsa yaparlardı. Bebekleşirler, züppeleşirlerdi kamera karşısında…

– İlk çalıştığınız günlük gazete hangisidir?

– Deyli Grafik.

Hayretle yüzüne baktım. Öyle ya! Londra’da çıkan Deyli Grafik nerde. Ferit İbrahim nerede? Nasıl olur bu?…

Ferit İbrahim hayretimi şu sözlerle giderdi:

– Resimli Kitab’a aktüalite resimler yaparken, Balkan Savaşı başladı. Paçaları sıvadım. Anadolu’dan gelen askerin, gönüllülerin resimlerini almaya başladım. Bir gün Haydarpaşa’da bir çok resimler almış, dönüyordum. Yolda, elinde fotoğraf makinesi olan bir adama rasladım. Yanında bir de delikanlı vardı. Makinemi paltomun altına sakladım, hemen takip ettim. Evvelce resim çektiğim bütün yerlere girdi, fakat bir tek resim çekmedi. Yalnız eski istasyon binasının arkasında bir ağacın dibinde bitlenen ve yanında sakat bir at olan bir askerin resmini aldı. Herifin davul, zurna çalıp oynayan askerlerin resmini çekmeyip, bunu tercih edişi canımı sıktı. Asabım bozuldu. O kadar ki, bir aralık makinesini elinden almak, parçalamak istedim. Fakat zaman nazik, herifin ecnebi olduğu muhakkak, başımıza bir bela çıkmasın diye cebri nefis ettim.

Vapurda tekrar karşılaştık.. Makinemi de yanıma koymuştum, Yanındaki çocuk vasıtasile kendisini tanıttı. Deyli Telgraf’ın foto muhabiri imiş… Laf arasında cektiği resimden bahsettim. Niçin böyle resimler aldığını sordum. Şöyle cevap verdi:

“Avrupalılar böyle resimlerden hoşlanırlar. Hayalikndeki Türk askeri böyle bir tiptir. O hayale hakikat şekli veren ve kuvvetlendiren bir manzarayı kaçırmak istemem.”

Onunla uzun uzun münakaşa ettik. Trecüman vasıtasile yapılan münakaşadan nasıl bir netice çıkacağını tahmin edersiniz. Hele tercüman o zamnki akalliyet kopillerinden olursa…

Benden askeri resimler istedi. Kendisinin istediği şekilde resimler gönderemiyeceğimi söyledim.  “İstediğini yolla” dedi. Bundan başka ‘Deyli Grafik’ için aktüel resimler de rica etti. Bu teklif çok sevindirdi beni. Çünkü, Türkleri barbar, zalim hissiz, gayri medeni ve hala Kurunuvustai bir hayat yaşıyan bir millet olarak tanıyan Avrupalılara memleketin güzel köşelerini, yenilkleri, iyi taraflarını tanıtmak fırsatını bulmuştum. Naıl sevinmezdim buna…

Günlük gazetelerde ilk çıkan resimlerin bunlar olduğu ve Londra’da basıldığı için, ilk çalıştığım gazetenin ‘Deyli Grafik’ olduğunu söylemeye mecbur oldum. ‘Deyli Grafik’ten başka, İngiltere’de bir çok başka gazeteler ve Fransa’da ‘İllustrastion’, Viyana’da ‘Blan’, Berlin’de ‘Divohe’, ‘Tablgat’, ‘İllustrate Çaytung’ gazete ve mecmualarına da umumi harbe kadar muntazaman aktüalite resimleri gönderdim.

İstanbul’da çalıştığım ilk günlük gazete ‘İkdam’dır. Balkan Harbinin sonunda Resimli Kitab’ı bıraktım, İkdam’a geçtim.

– Ne kazanırdınız?

– İkdam’dan ayda net 10 lira alırdım. Mecmualardan vasati bir hesapla 7, 8 lira çıkardı. Avrupalılardan bir reme 50 kuruş alırdım. Mamafi bu rakam resmine göre değişir. 75, 100 veya 15o kuruşa kadar çıkardı. İstanbul gazetelerine de bir resmi 25 kuruştan 5o kurüsa kadar satardım. ‘İllustarasyon’un bir resim için on beş lira gönderdiği de olurdu. Bu paraların o zamanki altın para olduğunu unutmayayım.

– Meslek hayatınızın en büyük müşkülatına ne zaman rastladınız?

– Mütareke yıllarında işgal orduları İstanbul’da iken… o uğursuz günlerde hiç bir merasime gidemiyorduk. İstiskal değil, kovuyorlardı bizi.

– Sizce fotoğraf muhabirliğinin en zevkli tarafı hangisidir?

– Bir hadiseyi, bir vakayı yalnızca tesbit etmek, diğer arkadaşları atlatmak.

Ferit İbrahim’e gazetecilikte çok güç tadılan bu sonsuz zevki, en fazla ne zaman duyduğunu sordum. O biraz düşündü.. Ve sonra uzun yılların arkasından topladığı zevkli hatıralardan birini anlattı.

– Şimdi adıni hatırlayamadığım bir Fransız tayyarecisi gelmişti İstanbul’a… Bunun resmini almak için Yeşilköy’e gittim. Talat ve Cemal Paşalar da orada idi.

Vakit epeyi geçmiş, güneş batmıştı. Talat Pasa tayyareye bindi. Resmini aldırmak istedi, bazı Beyoğlu fotoğrafçıları da vardı. Onlar, güneş battığı için resim alınamayacağını söylediler. Ben de fikirlerine iştirak ettim. Fakat arada bir fırsat buldum, bir köşeden tayyarecinin de, Talat ve Cemal Paşa’larınd da resmini çektim. Resimler ‘İkdam’da çıkınca bütün arkadaşlar hayret içinde kaldı. O zamanlar ‘Tasviri Efkar’ resme çok ehemmiyet verdiği için bu atlayış Velit Beyi çok sinirlendirmişti.

– Meslek hayatınızın en büyük acısını ne zaman duydunuz?

– Balkan harbinde veliaht ¥usuf İzzettin Efendi Çatalca’ya giderken… garda resmini çekmek istedim. Elimde vesika da vardı. Polisler gara sokmadılar. Bana mani olmalarına rağmen, Vayinberg içeride cayır cayır resim alıyordu. Bunu görür görmez asabileştim. “Elimde hükümetin verdiği vesika var, böyle olduğu halde ben giremiyorum. Yahudiler girip çekiyorlar. Bu ne münasebetsizliktir” diye bağırdım. Merkez kumandanı Cevat Bey geldi. Meseleyi anlattım. Müsaade etti. Bundan sonra Cemal Paşa bana şu mealde bir vesika verdi: “Ferit brahim memnun askeri mıntıkalrdan başka her yere girmege mezundur.” Paşa o zaman İstanbul muhafızı idi.

– En büyük muvaffakiyetiniz hangisidir?

– Babıali baskınında aldığım resimler… Baskıncılar Babıaliyi o kadar sıkı bir kontrol altına almışlardı ki, eski bir tabirle kusların uçması, kervanın geçmesi kabil değildi. Hele fotoğrafçıları kaldırımlardan bile geçirmiyorlardı. Hatta ‘Resimli Kitab’ın bir fotoğrafçısının elinden makinesini bile aldılar. Fakat ben işi bir çalımına getirdim. Bir ağaca tırmandım istediğim gibi dışardan, fakat çaktırmadan, gizli gizli resimler çektim. Baskının bütün safhalarını tesbit etmeğe muvaffak oldum. Bu resimlerin bazıları çıktı. Fakat bir kısmını basmaktan korktuk. Mesela Nazım Paşa’nın vuruluşunu. Çünkü objektif paşanın yere yuvarlanışını tesbit etmişti.

– Resim alırken korktunuz mu?

Cümlelerine konuşurken de, resim çektiren bir müşteriye poz verir gibi, bir düzen veren Ferit İbrahim, bir saniye bile sürmeyen bir hafıza yoklamasından sonra cevap verdi:

– Otuz bir mart isyanında alakalı görülüp asılanların resmini alırken… fakat hepsinin değil… mesela baş mesahip Cevher ağa beni çok korkuttu. Dili bir karış dışarı fırlamıştı. Beyaz gömlek yüzünün siyah rengile garip bir tezat teşkil etmişti. Bu korkunç heyula günlerce rüyama girdi. Üç gece uyku uyumadım, yemek yemedim. “Kabasakal Mehmet” Paşa o müşekkel vücudu, torba gibi sakaliyle o kadar korkunc olmuştu ki… Vahdeti ile isyanı idare eden Hamdi Çavus da böyle idi. Dilleri sarkmıştı. Burunlarından sümükler, ağızlarından salyalar akıyordu. Hele Şurayı Devlet azasından Tayyar o kadar korkunç bir hal almıştı ki… Halbuki güzel, şeytan bakışlı bir adamdı. Yüzü bir arap çehresi gibi siyahlanmış, gözleri evinden uğramıştı. O, Abdülhamid’e sık sık, jurnal vererek, jurnallerinde padişahın vehmini uyandıracak şeylerden bahsederek genç yaşında Şurayı Devlet azası olmuştu. Verdiği jurnallerin bazen çok garipleri de vardı. Bunlardan bir kaçını o devrin gazeteleri neşretti. Tayyar jurnallarından birinde, Beşiktaş’ta oturan birinden bahsederken şöyle diyordu:

“Rıza efendi sürülerle güvercin beslemektedir. Ve beslediği güvercinleri saraydaki odanızın penceresine alıştırmaya, oraya konmalarına çalışıyor. Bu talim işinde muvaffak olursa hayvanların ayaklarına dinamit bağlıyacak, pencerenize sevkedecek, kuşlar pencerenize konar konmaz, dinamitler temasla patlayacak ve velinimet efendimiz maazallah mahvolacaksınız.

Münir Süleyman Çapanoğlu, Modern Türkiye Mecmuası, 31 İkinci Kanun, 1’inci sene no: 44

 

FERİT İBRAHİM’İN ARDINDAN

Geçen hafta hayata gözlerini kapayan Ferit İbrahim [1], yalnız matbuatımızın en eski foto muhabiri, memleketimizde ilk defa mecmualar ve gazeteler için –mecmua foto muhabirliğinde Kenan Reşitten sonra- aktüalite resimler çeken bir sanatkar değildi. O aynı zamanda çelebi, hoş sohbet, zarif, bir İstanbul çocuğuydu; tam mânasiyle “Efendi” bir adamdı: Bir daha yerine konması imkânı olmıyan nadir insanlardı. Nesli münkariz olmuş ince ve nadide bir çiçekti o!

Ferit İbrahim Türk musikisini, tekke musikisini iyi bilirdi. Gayet iyi “Kuranı Kerim” okurdu. Ramazanlarda, camilerinde, Beyoğlunda Ağa camiinde müezzinlerle, hafızlarla beraber ilâhiler, naitler okur, dinî nidalar, onun ağzından bir şelâle gibi camiyi dolduran cemaatin üstüne akardı.

Ben, Ferit İbrahimi, Üsküdarda, bir müezzin mahfelinde tanıdım. Çeyrek sesler de yaptığım bir falso, dikkatini çekmiş, beni ikaz etmişti.

Ağabey, Tanrının rahmeti seninle beraber olsun.

Ferit İbrahim matbuattan ayrıldıktan sonra da makinesini elinden bırakmadı. Ve tamam kırk yıl titiz bir sanat ve meslek aşkıyla atölyesinde çalıştı. Zaman zaman yurdun köşe bucağını dolaşarak manzara resimleri çekti, filmler çekti, Atatürkün emriyle, devlet hesabına çalıştı.

Ondan sonra Beyoğlunda Parmakkapıda bir fotoğrafhane açtı, oradan da Kadıköyüne nakletti. Ölünceye kadar, işini bırakmadı. İhtiyardı, fakat sanat ruhu, sanatkârlığı gençti.

İddiasız, fakat özlü ve üstad sanatkârı, zaman zaman Beyoğlundaki mütevazı atölyesinde, Kadıköyündeki fotoğrafhanesinde ziyaret ederdim. Bu ziyaretlerimde onu, hiçbir zaman boş görmedim. Ya resim çekerken, yahut üstüste iki gözlük takmış, bir resim retuş ederken buldum.

Bu ziyaretlerimde ona bazı şeyler sorar, zengin ve enteresan hatıralarını alırdım. Bu gün, o notlardan parçalar sunacağım size.

Ferit İbrahim, ilk sualimi şöyle cevaplandırmıştı:

– “Rahmetli anam mektepte her yıl sınıf geçtikçe bana bir hediye alırdı. Hokka takımı, o zamanlar çok kullanılan iğneli ve mürekkepli kalem, saat, köstek şu ve bu… Bir sene de 9 x 12 bir fotoğraf makinesi aldı. Bununla birçok resimler çektim. Resimler bazan bozuk, fena çıkıyor, bazan da güzel oluyordu. Güzel çıktıkça seviniyor, hevesim artıyor, keyifleniyordum. Zaman geçtikçe heves, merak, merak da iptilâ derecesini buldu. Objektif ve banyo hakkında malûmat toplamağa başladım.

O yıllarda Meşrutiyet ilân edildi. Bu sevinç ve neşe günlerinde şuraya buraya koştum; resimler çektim. Bunları neşretmek hatırıma bile gelmiyordu; Kendim için, zevkim için çekiyordum. Bugün maalesef bu koleksiyondan bir tek resim bile kalmadı. Ne camları, ne kopyaları… Hepsini de fotoğrafhane açtıktan sonra yanımda çalıştırdığım, yetiştirdiğim adamlar aldılar, götürdüler ve kırdılar. İşte ben böyle fotoğrafçı oldum.

“Gazete fotoğrafçılığına kadro harici kaldıktan sonra başladım. “Resimli Kitap” da… Fakat bunun tuhaf bir hikayesi vardır.

Fotoğraf amatörlüğü yaparken, hem Şurayı Devlet Mülkiye Dairesine gidiyor, hem de “Mektebi Hukuk”a devam ediyordum. 1908 de Meşrutiyet ilân edilince her nezarette (Bugünkü Bakanlıklar) bir tasfiye başladı. Birçok memurları vazifelerinden uzaklaştırdılar. O günlerin tâbiriyle “Kadro harici” kaldılar. Bunlar ehliyetsiz işe yaramaz kimseler miydi? Hepsi için “Evet!” diyemem. Kurunun yanında yaş da yandı.

“Ben, isim benzerliğinden dolayı kadro harici kaldım. Bizim kalemde iki “Ferit” tik biz. Adaşım çok muhterem, çok nazik, kibar mert ve keyif ehli bir insandı. Akşamları çakar, hattâ gündüzleri de demlenmekten sonsuz zevk duyardı. Bu halinden ötürü ona “Sarhoş Ferit” derlerdi. “Tasfiye esnasında bu işe memur olan heyet beni o, onu da ben zannettiler, sepetlediler daireden beni… Meclisi Mebusana baş vurup hakkımı aramak yolunu ararken karşıma mektep arkadaşım Faik Sabri çıktı. Vaziyeti anlattım. Beni serbest mesleğe teşvik etti. Hattâ “Elinde güzel bir sanat var: Fotoğrafçılık. Ben Übeydullah Esatla “Musavver Muhit” ve “Resimli Kitap” isimli iki mecmua çıkarıyorum, gel beraber çalışalım; bana yardım et, sanki memuriyette ne var?” dedi.

Başlangıç böyle oldu. Tarih 1908. O günden beri hayatımı fotoğrafçılıkla kazanıyorum. Şurasını da itiraf edeyim ki ömrümün en mesut günleri, matbuat âleminde geçirdiğim zamanlardır.

“Bazı merasimlerde, bilhassa Padişahın bir yere gezmeğe çıktığı, mebusana gittiği zamanlar, polis ve asker çok zorluk çıkarıyorlar, âdeta istiskal ediyorlardı. Bunun için “Resimli Kitap fotoğraf muhabiri” olarak alâkalı makamlara başvurdum, fotoğraf muhabirliği vesikasını aldım. Bu, Türkiyedeki foto muhabirlerine verilen ilk vesikadır. Ve numarası “1” dir. Hâlâ saklarım.

[1] Ferit İbrahim, Rumî 1298 [1882] yılında İstanbulda doğdu. Bar Kalesi fatihi Ayyaşlı Miralay İbrahim Beyin oğludur. Üsküdar idadisini bitirmiş ve hukuk tahsili yapmıştır.

İlk foto-muhabirimiz Ferit İbrahim 
Münür Süleyman Çapanoğlu
 Haftadergisi, 6 Şubat 1953, Sayı: 176

ZAMAN

Bir gönderi yayınlayabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir. Giriş