Attila İlhan Röportajları

0 Yorum

Attila İlhan’ın verdiği 5 röportaj..

Attilâ İlhan İle Şiir ve Roman Üzerine

Ülkemizin yetiştirdiği önemli şairlerden Attilâ İlhan ile röportaj için gittiğimizde bize söylediği ilk söz, “Çocuklar nereden aklınıza geldi dergi çıkarmak!” oldu. Elbette, bu, yıllarını şiirle yoğurmuş düşünce adamı, bu işin zorlu bir görev olduğunu biliyordu. Biz “atıldık reh-i sevdaya, bir şem’a da biz tutuşturalım dedik!” diye masasının çevresine oturduk. Başındaki kasketi ile her zamanki klasik görünümünde olan Şair, yine o güleç çehresi ve zeki bakışlarıyla bizleri adeta okşuyor gibiydi. Sorularımızı hazırlamıştık ama, onun akıcı ve berrak ve bilgi yüklü konuşması karşısında bazen soracağımız soruları sormaktan vazgeçiyor, bazen de ahengi bozmamak için nefes alma molalarında kısa bir şekilde suallerimizi araya sıkıştırıyorduk. Attilâ İlhan, Sisler Bulvarı’ndaki gibi kah sisli bakışlarını, kah aydınlığa çıkan çehresini bizlere çevirerek trans haline geçmiş bir medyum gibi sorularımızın cevaplarını verdikçe bu, Osmanlı hayranı insana bizler de hayran olmaktan kendimizi alamıyorduk. Evet, işte size Yağmur’un ilk sayısında Düşünce Armonisi bölümünde sunacağımız kısım, bu röportajdan (belki sohbet desek daha uygun olacak) bazı kesitlerdir. Üç-üç buçuk saate yakın sohbetimizden aldığımız Şairin şiir ve roman üzerine görüşlerini aşağıda sunarken, yorumu okuyucularımızın takdirlerine bırakıyoruz…

Yağmur: “Şiir okunmuyor, şiir bitti.” gibi sözler duyuyoruz çevreden. Sizce bunların aslı nedir?

A. İlhan: Hayır, bu doğru değil! Mesela, Beyoğlu Kitap Fuarı’nda bakıyorsunuz, inanılmaz rakamlarda kitap satılıyor. Eğer bu insanlar bu kitapları okuyorlarsa, ciddi şekilde bir edebi merak var demektir. Çünkü aldıkları kitapların çoğu edebi. Öte yandan, gerek dergiler, gerek gazetelerin bir kısmı, gerek magazin dergilerine iletilen mektupların büyük bir çoğunluğu, şiir gönderen insanlardan geliyor. Şiir yolluyorlar. Anadolu’nun her tarafından şiir yağıyor. TRT 2’de bir programım var. O programda bana gelen mektupların dörtte üçü şiirlerini gönderen adamlar! Çok bu insanlar. Yani Giresun’un falanca bucağının filanca köyünden bir arkadaş, o programı izleyip bana şiir gönderiyor. Şiirini niye gönderiyor? Demek ki, bizim halkımızın aslında bir şiir merakı var. Olması da son derece doğal. Çünkü bizim bin senelik kültürümüzün temeli şiirdir. Kitapları bile manzumdur. Geçmiş tarihimiz de öyledir. Bu yüzden halkın böyle bir eğilimi var. Peki, neden “Edebiyat alaka görmüyor, şiir öldü.” gibi bir hava içinde oluyoruz? Kiminle konuşsak, “Hayır, bu iş bitti!” diyor. Kimse şiir okumuyor herhalde. Ben inanmıyorum. Neden inanmıyorum? Çünkü bunun canlı bir şahidiyim. Benim şiir kitaplarımı biz her sene yeniden basıyoruz. Bu, bir kitap değil, iki kitap değil, on-bir tane şiir kitabı… Bunlar sürekli basılıyorlar ve sürekli bitiyorlar… Bunları insanlar alıp okuyorlar değil mi? İkincisi; hadi ben kendimi örnek göstermeyeyim. Nazım’ ın kitapları satılıyor, Yahya Kemal’ in kitapları satılıyor, Necip Fazıl’ ın kitapları satılıyor, Ahmet Arif’ in kitapları satılıyor. O zaman, konuya şöyle bir yerden bakmak lazım. Bir kere şiir açısından olaya bakarsanız, Türk halkının şiir okumadığı doğru değil, şiir okuyor. Şiire alaka göstermediği de doğru değil, alaka gösteriyor. İşte bunlar canlı örnekler… Hatta ben bunu Fransızlar’a söyledim. Çok da şaşırdılar. Türkiye, dünyada, şiirle reklam yapılan tek ülke. Başka hiçbir ülkede böyle birşey göremezsiniz; şiirle reklam yapsınlar. Bant satmak için şiir okuyor adam. Türkiye’de bunu birçok radyoda dinliyorsunuz. O zaman Türk okuru şiir okumuyor değil; Türk okuru şiiri seçiyor. Her şiiri okumuyor. Şiir yazanların önce buna dikkat etmeleri gerekir. Ona sıcak gelen bir ses var; o, ancak bu sesi taşıyan şiirleri okuyor. Çünkü bu şairler, düşünceleri, ideolojileri ne kadar birbirinden farklı olursa olsun bizim geleneksel Türk şiirinin sesini kullanan şairlerdir. Necip Fazıl da öyle kullanır, Nazım da onu kullanır, ben de onu kullanıyorum, Ahmet Arif de onu kullanır. Geleneksel Türk şiirinin bir sesi vardır. Bu ses nereden geliyor? Ben bunu çok düşündüm. Bir defa, kesinlikle Türk musikisinden geliyor. Biz doğduğumuz andan itibaren, farkında olarak veya olmayarak bu musikinin içinde büyüyoruz. Ninnilerimiz bile belli bir makamda söyleniyor. Belki segah, belki yegah… Sokakta bir satıcı geçiyor. Bir hava tutturuyor. Bakıyorsunuz Türk halk şarkılarının ritminde bir şey söylüyor. Müezzin ezan okuyor; o da makamlı… Sabah ezanı saba makamında okunuyor. Sen doğduğun zaman bile bu ritim içinde büyüyorsun. Kulak bunu sağlıyor sürekli. Bu sese aykırı bir ses karşına gelince, insiyaki olarak reddediyorsun. Yani bilinçle yapmıyorsun; şuuraltına perçinleniyor. Çünkü 1940’tan itibaren özellikle Garip Hareketi’nden sonra Türkçe’de şiirin işlevinde bir şiir geliştirilmiştir. Sanki yabancı dilden çevrilmiş bir havada. Hala var o şiirler Türkiye’de. Şimdi okunmuyor dedikleri şiir o. Türk halkı o şiiri okumuyor.

Yağmur: Bu tarz yazan şairlere örnek olarak kimler verilebilir?
A. İlhan: Bütün İkinci Yeniciler’ i söyleyebilirsiniz. “İkinci Yenici” dediğimiz şairler Türkçe kelimelerle yazıyorlar, fakat çeviri gibi bir şey. Onların şiirlerini Türk halkı okuduğu zaman o sesi bulamıyor.

Yağmur: Sezai Karakoç bunlara dahil oluyor mu?
A. İlhan: Sezai onlardan değildir. Sezai’de geleneksel ses kısmen vardır. Çünkü bu ses ritim gerektiriyor. Bakın bu çok önemli. Bizim aruz şairlerimizde de hece şairlerimizde de lirik dil vardır. Ben kendi hesabıma, çocukluğumdan itibaren her iki şiiri de çok yakından izledim ve okudum. Hatta bir çoğunu da ezbere bildiğim için o sese sahibimdir. Hatta benim bazı şiirlerim var, ben bunların alaturka makamlarını isimleriyle yazdım. Herkes onları aruz sanıyor. Halbuki aruz değil onlar. Mefailün mü,failün mü? Hayır değil. Alakası yok. Onlar serbest şiirler. Öylesine hazmetmişim ve öylesine bir yere getirmişim ki, serbest söylediğim zaman bile o ses, onun içine giriyor. Serbest şiirlerim seviliyor. Birçoğu da bestelendi onların. Neden? Çünkü böyle bir memleketin bin senelik geleneğinin yeni bir aşaması onlar. O ses demek ki, serbest olarak da söylenebilir ve günümüzün muhtevasını da ifade edebilirmiş. Bunu söylediğin, yaptığın zaman Türk halkı seni kesinlikle reddetmez. Kitabını da alıyor, okuyor, tepesinde gezdiriyor. Bu bir gerçek.

Yağmur: Şiir okunmuyor diyenlerin gözünden kaçan konu bu herhalde.
A. İlhan: Evet, “şiir okunmuyor” diyenler, Türk şiirinin geleneksel sesini yenileştirmeyi bilmeyenler, Türkçeyi yanlış bir düzeyde kullananlardır.

Yağmur: Şiirde kelime seçimi gerekir mi? Yoksa, insan ilhamlarına göre, hızlı bir şekilde, hiç düşünmeden ilhamın akışına göre hangi kelime gelirse onları şiire yansıtmalı mı?
A. İlhan: Kelime seçimi biliyorsunuz, aruzla yazarsanız bir mecburiyettir. Çünkü aruzun getirdiği kalıplara uyması lazımdır kelimelerin. Mecbur. Orada kapalı bir hece kullanamazsınız. Açık heceli olması lazım. Açık heceli kelimeler bulmak zorundasınız. Öyle bir kuyumculuk ister senden aruz. Hece başka türlü. O böylesini istemez. Bölünmemeli kelime. Altı-beşli olan, başka durak yerinde bölünemez. Bitmesi lazım kelimelerin orada. Duraklarda bitecek. Fakat serbest bunu kaldırmış gibi görünür ortadan. Böyle bir ihtiyacı kaldırmış gibi görünür. Serbest şiir konusunda genç neslin çok büyük bir yanılgısı var. Serbest şiiri genç nesil vezinsizlik sayar. Serbest vezin, vezinsizlik değildir. Her şiir için yeni bir vezindir. Yani şair, her şiir için vezin yaratmak zorundadır. Bir veznin getirdiği bütün avantajları sen yaratıcılığınla vereceksin. O melodiyi, o ritmi, o havayı… Çünkü aruz vezni, bir kalıptır. O kalıba sen oturttun mu kelimeleri, o ritim kendiliğinden gelir. “His var mı bu alemde nekahet gibi tatlı?” derken o, tık tık tık tık yürür…

Yağmur: Rahat…
A. İlhan: Evet rahat. Hece biraz daha rahat. Serbestte rahatlık yok, burada cehennem azabı var. Çünkü bizim çocuklar, bir cümleyi devrik yaparsan o, mısra olur sanıyorlar. Hani “Yürüyordum yağmurun altında gece” dediği zaman bunu mısra sanıyor. Bu mısra falan değil; cümle… Benim çocuklara verdiğim bir test var. Deli ediyor onları. Sen şimdi bu şiiri alt alta yazma, yan yana yaz bakalım. Yan yana yazıyor. “Oku şimdi” diyorum. Okuyor; nesir. Şimdi diyorum, Yahya Kemal Bey’ in şu şiirini yan yana yaz bakalım. Yazıyor. Oku bakalım. Nesir gibi okuyamıyor. Yani nesir değil, şiir. Her biri mısra onların. Asla cümle olmuyorlar. Mısra olarak tasarlanmış. Diyeceksin ki onlar aruz. Tamam. Ahmet Muhip’ inkini yap. O da öyle. Onu da nesir gibi okuyamazsın. Nazım’ı da okuyamazsın. Bunların hepsi mısra olarak meydana getirilmişlerdir. Mısranın kendine göre bir bütünlüğü, bir ritmi, bir havası vardır. Mesela “Kar yağıyor, üzgünüm.”, “Üzgünüm şimdi kar yağıyor”, “Kar yağıyor üzgün müyüm?” gibi laflarla şiir yaptığını sanıyor çocuk. Hayır yapmıyorsun, olmuyor. Şiir de değil o. Birtakım izlenimlerini kelimelerin yerlerini değiştirerek yazıyorsun. Serbest vezin dediğimiz şey, söylediği şiirin havasına, atmosferine, kokusuna, virgülüne göre yeni bir vezin meydana getirmektir. Ve daha da ilginci nedir biliyor musunuz? Bir şiir için yarattığın vezni başka bir şiir için kullanamazsın. Kullanırsan, tekrara düşmüş olursun. “Bu adam kendini tekrarlıyor.” derler. Onun için serbest vezin çok zor bir vezindir. Kolay bir vezin değil. Bu yanlış anlaşılmalar yüzünden, Türk şiiri çok ucuzlamıştır. Felaket haldedir. Bizde çok gelişigüzel şiirler yazılıyor, şöyle: Çocuk, şiiri yazıyor. Ben diyorum ki, şimdi sen bu şiirin ilk bendini al, kaldır, ortaya koy. Ortadaki bent yukarı çıksın. Oku, okunuyor. Yine oluyor. Peki diyorum, sen şimdi bu şiiri aşağıdan yukarı oku bana. En alttan başlıyor, yukarıya doğru okuyor. Yine oluyor. Yani şiirde hiçbir şey değişmiyor. Peki diyorum, sen şimdi al bakalım şu şiiri, Yahya Kemal bey’in şu şiirini aşağıdan yukarı dene bakalım oluyor mu? Olmuyor… Şu şiiri al bakalım. O da olmuyor. Çünkü onlarda bir şiir mimarisi var. Bir şiir kurgulaması var. Bir kurgu yapmış. Yukarıdan aşağıya bir bütünlük taşıyor. Sen aşağıdan yukarıya okumaya kalkınca olmuyor. Ama ötekinde hiçbir kurgu olmadığı için, rastgele laflarla yazıldığı için bunu buraya koy, onu oraya koy, yine olur.. Çok kızdılar bana. Aranızda bölüm değiştirebilirsiniz. Sen ona dört mısra ver, o sana dört mısra versin. Yine gördüler ki hiçbir şey farketmiyor. Bu demektir ki, şiir mimarisinden koptular, şiir estetiğinden koptular. Geleneksel şiirin sesinden koptular, mısradan koptular. Bu tam bir harabe.

Yağmur: Efendim, “şiirde bir musiki olmalı” dediniz. Nesirde de böyle bir musiki gerekir mi?
A. İlhan: Osmanlı nesrinde var. Yani bizim geleneksel nesrimizde. Çünkü Dede Korkut Hikayeleri’ni okursanız, orada çok nesir gibi görünen, şiir gibi de okunan kafiyeli yazılar vardır. Buna biz Osmanlı’da “Seçili Nesir” derdik. Kur’an da böyle gelmiştir. O da nesir olmasına rağmen, kafiyelidir. Bunu en son yapan Cahit Begenç diye bir yazarımız vardı. 194O’lı yıllarda o yapardı. Kafiyeli nesir yazardı. Benim bazı nesirlerimde de vardır. Yani bazen ben de yaparım. Seyahat notlarım vardır. Orada da öyledir. Kafiyeli bir biçimde ritmik okunabilir. Rahatlıkla okunabilir.

Yağmur: Bu yadırganıyor mu, efendim? Mesela şiir gibi bir nesir, akıcı üslup, arada aliterasyonlar, seciler var. Yani şiir ile nesir bir birinden çok farklı mı olmalı kullandığı öğeler açısından?
A. İlhan: Yo, niye yadırgansın, yazılır ve oluyor. Eskiden böyle yazıların ismi mensur şiirdi zaten. Yani nesir olarak yazılmış şiir. Yadırganıyor da, niçin ikinci yenicilerin bir çoğunun şiirleri öyle. Nesir halinde yazıyorlar. Onlar neden öyle yapıyorlar o zaman? Fakat şiir de kurallar ne kadar etkileyici olursa olsun, yaratıcılık ağır basar. Sen gelirsin, bu kuralları hiçe sayarak bir şey yaparsın. Bütün millet senin şiirini söyler. Yani burada kalabalığa intikal edebilmek, insanların algılayabileceği frekansı bulabilmek çok önemlidir. Şimdi ben size bir şey söyleyeceğim. Benim en çok sevilen şiirlerimden biri “Ben sana mecburum” şiiridir. “Ben sana mecburum” lafı Türkçe olarak yanlıştır. Kurallar kırılmış olur. “Ben sana mecburum” denmez. Türkçe’de böyle bir laf yoktur. Ben, onu “Ben sana mecburum” şeklinde söyledim. Ve iki defa bestelendi. Demek ki önemli olan, bunu oturtabilmektir. Öyle bir oturtursun ki, herkes onu sever, benimser. Ve bu zamana kadar yanlış sayılan şey doğru olur. Zaten duygulara isim koyan şairlerdir. Dili yaratan şairlerdir. Şimdi benim şiirlerimi bazen basacak olduklarında oradaki musahhih, tashihçi arkadaşların bir kısmı öğretmen olduğu için, dil kaideleri açısından bakıyorlar. Benim şiirlerimin de nesirlerimin de gramere uyan bir yanı yok. Türkçe gramere pek çoğu aykırıdır. Bunlar deli oluyorlar. Şimdi öğretmen oldukları için, düzeltmek ihtiyacı duyuyorlar. Düzeltirsin, ama o şiirin canına okursun. O şiir, yanlışlığı ile güzeldir. Ben onu bile bile yapmışım. O kadar kuralı ben de biliyorum. Ama orada bana öylesi güzel gelmiş. Ben de öylesini söyledim.

Yağmur: Bilerek mi, yoksa ilham eseri olarak mı?
A. İlhan: Zaman zaman ilhamın da rolü vardır. Yani kelime öyle gelir. Sonra ben “Yahu yanlış oldu, böyle olmaması lazım.” derim. Ama bakarım. Yok, düzeltirsem o zaman kötü bir şey olacak. Bunu da öğrendim. Onu da söyleyeyim size. Şimdi, bizim halk şairleri hiç kural dinlemezler. Mesela, Arapça çoğul olmuş şeyleri Türkçede de çoğul yaparlar. Hani züccaciyeci gibi. Şimdi züccaciye zaten cam satan adam demektir. Ama “Züccaciyeci” der bizimki. Bilmez iki defa cam satan adam olur. Bunun gibi bizim halk şairleri; aman yarabbi neler söylerler. Ama onlar çok da güzeldir. Bazen tasavvuf terimlerini yanlış söylerler. Ama hiçbirimiz de kalkıp “Bunlar bunu niye yanlış söylemiş?” demiyoruz. Ama bu mısraları ezbere biliriz. Bazı konularda kuralların bilinmesinden yanayım. Ama çok kuralcı olmaktan yana da değilim. Ben şiiri gramer kurallarına göre yazmam.

Yağmur: Sıkıcı olur o zaman değil mi efendim?
A. İlhan: Kesinlikle. Mesela, benim ilk terkettiğim şey şu oldu: 19. asırda bir miktar Batı ile temas hızlanınca, hariciye vekaletine gelen notları o günkü Türkçeye çevirecek adam gerekmiş. Bizim Müslümanların hiçbiri yabancı dil bilmiyor. O zaman azınlıklara başvurmuşlar. Ermeniler, Museviler hep mütercim olarak kullanılmışlar. Onlar da kendilerine göre bir Türkçe uydurmuşlar. Yani, fiilin sona geldiği bir cümle tarzı vardır bizde. Ve tuttu da. Biz öyle konuşmuyoruz. Kesinlikle öyle konuşmuyoruz. Ben bunun üstünde çok uğraştım. Türk halkı kesinlikle böyle konuşmuyor. Fiil başa geliyor, ortaya geliyor, sona geliyor, hiç gelmiyor. Bizim konuşmamız son derece serbest. Ben de öyle yazıyorum. Bende bazen hiç fiilsiz cümle vardır. Mef’ulsüz cümle vardır. Bütün mesele senin yazdığın şey, anlatmak istediğini karşıdakine ne kadar intikal ettirebiliyor! Çok iyi intikal ettirebiliyorsa, o doğrudur arkadaş… Gerisi hikayedir. Ben birçok şiir, roman, makale yazdım. Kitaplarda çok çetrefil soruları basite indirgeyerek halk Türkçesi ile yazdım. Herkes okuyor, herkes anlıyor. Ama o Türkçe ile yazdım. Kesinlikle gramere uymaz.

Yağmur: Mesela Karakoç’un çok kullandığı “olsun için” deyimini buna örnek verebilir miyiz?
A. İlhan: Evet. “Olsun diye” demesi lazım değil midir? “Olsun için” der. Ona kimse karışamaz. Yani kuralı kırdığı zaman daha da dikkat çekici oluyor. Bakın size bir-şey söyleyeceğim. Edebiyat tarihinde köşe başı olan isimlerin hepsine dikkat edin, kuralları kıran adamlardır. Kurallara uyan adamlardan hiç kimse önemli adam olmamıştır. Önemli adam olmak çizgisinde onlar dipnottur. Dikkat edin bakın işte. “Nazım” diyoruz, “Necip” diyoruz. Bunlar kim? Ortalığı altüst eden adamlar! Buna mukabil o zaman birtakım şiirler yazmışlar. Bir çoğunun adını bile bilmiyoruz. Unuttuk!

Yağmur: Efendim, Necip Fazılın hecedeki başkalığı ne. Zamanında birçok şaire tesir etmiş. Hala da etmekte. Bu etki onun ne gibi özelliğinden kaynaklanıyor? Onun çekici ve taklide zorlayıcı üslubunun sırrı nedir?
A. İlhan: Evvela üslupla ilgisi yok o işin. Bir kere Necip, çok iyi bir şair. Evvela, çok iyi bir şair. Yani önce şair olacaksın. Eğer şair değilsen istediğin kadar güzel şiir yazmaya uğraş, mümkün olmuyor. Adam şair. Eski tabirle, tabiat-ı şairanesi var. Zaten o nesilde bence Nazım Hikmet ile odur. İkisinin de, tabiat-ı şairanesi var. Yanardağ gibi geliyor. Bütün mesele o geleni ifade etmektir. Geleni ifade ederken, benim Necip’te gördüğüm özellik şudur. Necip Fazıl, o dönem içerisinde (hemen hepsi öyledir ya, Nazım da öyledir) Türk Edebiyatı’nın evveliyatını bildiği kadar Batı Edebiyatı’nı da bilir. Necip Fazıl’ın şiirlerinin bir kısmı Bodleryen’ dir. Baudelaire’in şiirindeki hava onda da var. Ve açıkça görülüyor ki. Necip Fazıl, Baudelaire’i okumuştur. Hem de iyi okumuş. Baudelaire’in kurduğu heceye onlar “alexandren” der. Yani onların bu isimle söylenen bir hece vezinleri vardır. Onun tarzı özellikle “Kaldırımlar”da çok net görülüyor. Baudelaire’i çağrıştırıyor. Ama iyi, has şairler gibi kendini yenilemeyi sever. Yani bunu yazıyor ama, ondan sonra “Otel Odaları”nı yazıyor. “Otel Odaları” çok farklı bir şiir. Ve bizim Türk Edebiyatı’nın en güzel şiirlerinden birisidir. Ama onun ritmi, tekniği, her şeyi çok farklı. Sanıyorum ki, Necip Fazıl’dan başkasında böyle bir şiir yok. Kendi başına bir şiir. Daha sonra bu şiir yolunda yürüdükçe, (tabi bizim tasavvuftan, bizim klasik tasavvuf şairlerinden de yeni etkiler geliyor) ondan birtakım şeyler almaya başlıyor, öyle yürüyor. Ama bana sorarsanız, onun esas gücünü yapan, onun kendisinin tabiat-ı şairanesinin çok güçlü olması bir, ikincisi hem Doğu şiirini, hem Batı şiirini bilmesi ve bundan sentez yapmasıdır. Dikkat ederseniz, Yahya Kemal de böyledir. O da hem Doğu şiirini, hem Batı şiirini çok iyi bilir. Ve çok güzel bir sentez yapmıştır. Yahya Bey de büyük bir şairdir. Asla küçümsenemez. Çünkü halkın konuşma Türkçesini geleneksel sesle şiire intikal ettirme zaruretini ilk anlayan o. Öbürleri hep ondan sonra geliyorlar. İlk defa o anlamış. Mesela Ziya Gökalp şiir de yazıyor. Ama çok kötü şiir yazıyor. Onun yazdığı şiirler didaktik ve küçük çocuklara okutulmak için yazılmış gibi. Onlar kötü şiirler. Yani hecede ilk iyi imiş gibi görünen şiirler biraz Rıza Tevfik’te vardır. Onların hepsi halk şiirlerinin taklitleridirler. Yani hece yazmaya kalkışınca halk şiirlerinin tarzında koşma yazıyorlar. Yahya Kemal öyle yapmıyor. Yahya Kemal aruzun vezinlerini alıyor ve onları yoğuruyor. Türkçeyi alıyor, onların içine döküyor. Ve ondan Türkçe divan şiirinin ve halk şiirinin sesini taşıyan yeni bir melodi çıkarıyor. Bu çok büyük bir iş.

Yağmur: Efendim, Haşim ile Yahya Kemal arasındaki farkı kısaca özetler misiniz?
A. İlhan: Şimdi çok büyük fark var. Bir kere Haşim, dilin önemini çok geç anlamış. Yani dilin sadeleşmez ise kaybolacağını çok zor anlamıştır. Son birkaç şiiri anlaşılabilir haldedir. Öbür şiirlerinin büyük bir kısmını halk anlamaz. Yani okur anlamaz. “Piyale” yi bile anlayacak çok az insan vardır.

Yağmur: Sembolist olmasının bunda etkisi var mı?
A. İlhan: Sembolistliği de var tabii. Ona o yüzden çok karşı çıkmışlardır. Bir de Haşim Bey’in çok geçimsiz bir adam olması, onun şairliğini etkilemiş. Yani anılmasını, yayılmasını etkilemiş. Sevmiyorlar onu. İnsan olarak kimse sevmiyor Haşim’i.

Yağmur: Kendisinin de tesirinde kaldığı çirkinliği buna sebep olabilir mi?
A. İlhan: Yalnız yüz çirkinliği değil canım, insanlarla kavga etmeyi seven bir tipi var. Mesela, şimdi de var öyle birçok şair. Kendisiyle mutabık olmayan şairler herkesle kavga ederler. Bilmiyor musunuz, öyle bir kural vardır. Bunda ne sağcı olmak geçerlidir, ne solcu olmak. İnsan olmak yetiyor. Haşim de iyi bir şair. Kötü bir şair değil ama, mesela ben Cenab Şehabettin’den bir şeyler buluyorum onda. Daha evvel Cenab o işleri yapmış ve hiç de fena yapmamış. Yani bazı şiirleri var Cenab’ın. Bugün pek anlamaz çocuklar, ama çok güzel şiirlerdir onlar.

Yağmur: Hilmi Yavuz bir röportajında “Roman bitti.” diyor. Sizce bu doğru mu?
A. İlhan: Yo, roman öyle kolay kolay bitmez. Onun söylemeye çalıştığı başka bir şey. Onu daha önce ben de söyledim. Şimdi görsellik ağır basıyor toplumda. İletişimde görsellik ağır basınca, romanın görselliğe intibak etmesi lazım. Aksi halde okumazlar. Yani düşünebiliyor musun sen? “Savaş ve Barış”, Tolstoy. Tuğla gibi üç tane ciltti yanlış hatırlamıyorsam. Şimdi bunu kim oturur da okur? Okumazlar, sıkılırlar. Çünkü “Savaş ve Barış”ın iki saat süren videosu var. Parayı bastırır, videoyu alır, kaseti koyar, seyreder. “Savaş ve Barış” okundu. Şimdi bu başka bir tartışma oldu. O da şu tartışma: “Alfabe öldü mü ölmedi mi?” Tartışma burda. Yazı önemini kaybetti mi kaybetmedi mi? Çünkü belirli bir zamandan beri artık yazıya dayalı kültür önemini kaybediyor. “Bunun mikrofilmi var mı?” diye soruyorlar. O ne demek o? Yazınız yengen. Bu o demek.

Yağmur: Bu yazının ikinci plana itildiğinin bir göstergesi mi?
A. İlhan: Evet. Birinci planda audio-visual dediğimiz yeni teknik. O teknik ağır basıyor. Şimdi bir plak getiriyorlar, veriyorlar sana. O plağı takıyorsun. Hem görüntü hem ses çıkıyor. Bir klasik eseri bir saat içinde hatmedip bitiriyorsun. Şimdi öyle bir yere doğru gidiyor. Ondan dolayı alfabenin tartışıldığı bir mesele bu. Ben bunu ilk defa 1970’lerde yazmıştım sanıyorum. Ve o zamanda ilk defa televizyonla ilgilenen Türk yazarı benim. Benden önce kimse televizyonla ilgilenmiyordu. Ben bu işe kalkıştığım zaman “Ya sen deli misin?” dediler. Bir yazarın ne işi var televizyonda. Dedim ki: “Niye öyle söylüyorsunuz? Bir müddet sonra hepimiz orada olacağız.” Ve öyle de oluyor. Öyle de oldu. Bir televizyonun yapabileceği etkiyi kitapla asla yapamazsınız. Şimdi size komik bir şey söyleyeyim. Ben üç senedir TRT 2’de program yapıyorum. Belki biliyorsunuz. Salı akşamları konuşuyorum. Ve bu çok alaka görüyor. Mektuplar geliyor. Sokakta adamlar çeviriyor beni. Ben bundan memnunum. Bana söyledikleri bir laf var. Bugün konuştuğumuz şeyleri çok güzel özetliyor. Bana diyorlar ki: “Attilâ Bey, neden bu söylediklerinizi yazmıyorsunuz?” Halbuki ben yazdıklarımı söylüyorum. Okumuyorlar. Oradan beni dinliyorlar. Ve “bunları yazsa çok iyi olur” diyor da okumuyor. Ben onları yazmışım zaten.

Yağmur: Efendim, anlattıklarınızı özetlersek bugün televizyon, okumanın ve yazmanın karşısında bir tehlike olarak görülüyor. Bunun ortasını nasıl bulacağız? Televizyondan kopamayız. Okumadan, yazmadan da kopamayız. Bu tehlikeyi nasıl atlatacağız?
A. İlhan: Bunun çaresi şu: Her yeni gelen teknik, kendinden öncekini geriye itiyor. Tiyatro geldi operayı geriye itti. Sinema geldi, tiyatroyu geriye itti. Televizyon geldi, sinemayı geriye itti. Fakat dikkat ederseniz hiçbiri kaybolmadı. Geriye itildiler ama, devam ediyorlar. Tiyatro da var, sinema da var. Hepsi devam ediyor. Şimdi burada bütün mesele, yeni gelen teknikleri edebiyata intikal ettirebilmektir. Burada iki tez vardır. Bunlardan bir tanesi şudur: Sinema geldi. Sinema romandan neyi alıyor? Birisi diyor ki, “Sinema romandan konuyu ve tipleri alıyor. Ama üslubu alamıyor. Şu halde, sinemadan sonraki edebiyat sadece üslup olmalıdır. Tiplere, konuya o kadar önem vermemeliyiz.” Bir tez budur. Öteki tez bunun aksi. O da diyor ki: “Sinema ne getiriyor? Sinemanın getirdiği ve halkı etkileyen tarafı ne? Hareket, görüntü ve gerilim. Roman bunu almalıdır.” diyor. O tam tersini söylüyor. Yani birincisi diyor ki: “Madem bu bizden tipleri alıyor, konuyu alıyor. Biz de konusuz, tipsiz, sadece, kelime ustalığına dayalı romanlar yazmalıyız.” Hayır, böyle bir şey olamaz.

Yağmur: Tasvir ağırlıklı mı?
A. İlhan: Tasvir ağırlıklı da olabilir. Deneme gibi de olabilir. Öyle bir şeyler. Fransa’daki roman tipi tamamen bu teknik üzerinedir. Onlar bir şey anlatmazlar. Mesela ben çok iyi hatırlıyorum. “Şey” adında bir kitap çıktı. Dörtyüz sayfa şey’i anlatıyor. Bitiriyorsun. Hala neyi anlattığının farkında değilsiniz? Ne anlattı bu adam. O şey ne imiş, belli değil. Durmadan anlatıyor. Dörtyüz sayfa. Şimdi bir kısmı böyle bakıyorlar. Öteki kısım da: “Mademki sinema yeni bir şeyler getiriyor, televizyon daha yeni teknikler getiriyor. O zaman uygulanabildiği ölçüde bu teknikleri almalı ve uygulamalı.” diye düşünüyorlar. Ben kendi hesabıma bu ikinciyi benimseyen bir yazarım. Bu da Avrupa’da başlamıştır. 1920’lerden itibaren başlamıştır. O zamanlarda bunları uygulamaya çalışan yazarlar olmuştur. Onlar asıl 30’lardan sonra çıkarlar. Bunlardan bir tanesi Hemingway’ dir.Hemingway’in kitaplarında sinema olayı çok güzel görülür. Bir tanesi de Andre Margo’dur. Onun kitaplarında da bu çok güzel görülür. Bir tanesi İlya Erengof’tur. Onda da aynı güç hakimdir. Onları okuduğunuz zaman bir film görür gibi olursunuz. Türkiye’de de ben, bu işe başladım. İlk defa “Sokaktaki Adam” şimdi filmi yapılan. “Sokaktaki Adam”ın önsözüne yazmışım “Bu sinematografik bir romandır.” diye. O zaman, 50’lerde ve son derece kolay film oldu. O kadar ki çekenler dediler: “Zaman zaman senaryoyu bırakıp romandan çektik.” O kadar sinematik. Ben bu yolu daha akıllıca buluyorum. Çünkü öbür yol, kahramanları terketmek, olayı terketmek, işi sadece bir şeyi anlatmaya dökmektir. Bu, okuru soğutuyor kitaptan. Yani okur bir şey anlatılsın istiyor, insanları görmek istiyor. Çünkü biliyorsunuz edebiyatın tarifi budur. Roman nedir? Roman, insanlar arasındaki ve insanların kendi kendileri ile olan ilişkilerini estetik bir çerçeve içinde anlatan edebi eserdir. Şimdi insanlar olmazsa, insanlar arası ilişkiler olmazsa, insanın kendi kendisi ile ilişkisi olmazsa, ortada sadece laf kalıyor. O da roman olmuyor. Roman olmayınca da okumuyor adam. Onu okutabilmek için bunları muhafaza edeceksin. Ama bu yeni tekniği de kullanacaksın. Çünkü benim bir düşüncem vardır. Bunu ısrarla söylerim her zaman. Edebiyatta ve sanatta yenilik, tarifi bozarak olmaz. Tarifi bozunca o yenilik olmuyor, sakatlıyorsun. Çocuğun kolunu kesiyorsun. Bu yenilik değil. Bir tarif yapılmış orada. Onun unsurları var. O unsurlar onu roman yapıyor. Sen o unsurların birini çıkarıp “şimdi yenilik yaptık” diyorsun. Yok, sakatladın. O sakatlandı ve o ilgi görmez. Beğenilmez. Ama ben bir roman yazıyorum. Diyelim ki, sinematografik oluyor, ilgi de görüyor. Onda aradıklarını da buluyorlar. Ve işte sinema gibi bir montaj taşıdığı için “Yahu, bu roman iyi okunuyor ha!” diyor. Bundan geliyor fark. Ama, sinemaya uyan bir roman. Emile Zola roman yazdığı Paris’te bir sarayı anlattığı zaman onbeş sayfa sürüyor. Giriyorsun, orda bahçe var… bahçenin yanında kapı, kapının üstünde şu var. Uzun uzun anlatıyor adam. Şimdi sen onu okurken içini sıkıntılar basıyor. Neden bunu saklıyorsun? Sen görsel bir okursun. Yani sinema ve televizyon çağının okurusun. Böyle şeyler sana görüntü olarak önüne geliyor, üç saniyede, dört saniyede görüyorsun. Eyfel Kulesi’ni sana anlatmaya gerek yok! Ne olduğunu biliyorsun. Sen Eyfel Kulesi’ni her dakika görüyorsun. Ama o zaman, Eyfel Kulesi’ni görebilmek için Paris’e gitmek lazımdı. Paris’e gitmeyenler bunu bilmiyorlardı. Onun için de adam sayfalarca anlatıyor. Altında şu var, onun üstünde bu, onun üstünde de o. Gözünde canlandırabilmek için bu gerekiyordu. Fakat şimdi sen Eyfel Kulesi’ni çok etkileyici, çarpıcı üç mısrayla, üç kelimeyle anlatıp geçebilirsin. O yine gözünün önüne gelir. O eski üsluplar, o eski edebiyatlar, o eski palavralar. Ne kadar çoktu. Şimdi mesela, kız üzüldü diye kızın üzülme sahnesini anlatır. On sayfa kız üzülür. Ben Yaşar Kemal’i kızdırırım. “Bunu yazma!” derim. “Bir yaprak on sayfada yere düşüyor Yaşar.” derim. Çok kızıyor. Bu teknik 19. yüzyıl tekniği.

Yağmur: Olay ağırlıklı romanlarda psikolojik tahlillere girmek biraz zor oluyor. Buna rağmen sizin anlatmış olduğunuz yeni tarz romanlarda bu tahliller nasıl yapılacak?
A. İlhan: Yapılır. Onu ben yaparım. Mesela ben şöyle yapıyorum. Başkaları da öyle yapıyor. Dışardakiler de öyle yapıyorlar. Bütün mesele tasarrufla yapmaktır. Yani az kelimeyle az cümleyle. Şöyle söyleyeyim. Adam yalnız. Kendisini çok yalnız hissediyor. Hava kötü, hava bozmuş, ortada, ne yapacağını bilmiyor. Şimdi orada bu adamın yalnızlığını anlatmak için beş sayfa yazabilirsin. İşte şunu da hatırladı, bu da oldu, bunu da hatırladı falan. Çok muhtemel ki bunu okumazlar, bugünkü şartlar altında. Yalnız şimdi burada şöyle bir özellik var. Aklıma geldi. Benim şiirlerimde vardır. Orada ben demişim ki, “Kesik bir kol gibi yalnızlık” Şimdi “kesik bir kol gibi yalnızlık” dediğin zaman, artık başka ikinci bir şeye lüzum yok ki.

Yağmur: Kestirmeden, az ve öz bir şekilde ifade etmek, değil mi?
A. İlhan: Evet, öyle. Evet, böyle halledeceğim. Üç kelime, dört kelime. Sonra da öyle bir şekilde, öyle bir ifade ile vereceksin ki bunu, okur şıp diye alacak kafasına. Başka bir yerde şöyle bir şey söylemiştim: “Kadın o kadar farklı iki insan gibiydi ki, gözlerinden sanki bir başkası bakıyordu.” Bir cümle. Bir cümleyle oturtuyorsun. Bütün mesele bu kadar basit. Ama büyük bir ustalık istiyor. Büyük bir konsantrasyon ve iyi bir seçim istiyor. Herkesin anlayabileceği bir şey olmalı. Kimsenin anlayamayacağı bir şey saçmalarsan, o hiçbir işe yaramaz. Yani modern romanın getirdiği olay bu. Sinema ve televizyona karşı romanı böyle koruyabilirsin. Onun tekniğini kullanacaksın ona karşı. Yani “ondan kaçıp da kendimi kurtarayım” dersen, seni okumazlar.

Yağmur: Belki bunun bize, özlü ifade kullanmakta arayışa geçmek gibi bir yararı oluyor değil mi, efendim?
A. İlhan: Gayet tabii, gayet tabii yararı var. Üslubumuza çekidüzen verme ve ifadelerimizi daha veciz bir hale getirmek gibi. Tabii, tabii. Allah rahmet eylesin Kemal Tahir ağabey lafı biraz uzatır. Mesela iki kişi konuşmaya başlar, yetmiş sayfa sürerdi. En ince yerine kadar o konuşmayı yazardı. Şimdi ona gerek yok. Okura lazım olan, konuya, atmosfere lazım olan en can alıcı dört beş konuşmayı oraya koy, geç. Öbür türlü tadı kaçar. Eskiden bizim halkın arasında öyle bir üslup vardı. Şimdi “anlatı” dedikleri şey. O zaman o roman olmaz. Bir anlatma olayı, roman değil. Roman kendi içinde bir sentez. Romanın kendine göre kuralları var. O kurallara göre yürümek zorundasın. Bu kurallar da zaman içinde değişiyor. Durmadan değişiyor. Şimdi görsel roman dönemi. Şu anda ben bunu Türkiye’de ısrarla yapmaya çalışan birisiyim. Benim romanlarımı dikkatle okuyan birisi gözünün önünde kahramanları, olayları, yerleri, her şeyi neredeyse üç boyutlu olarak görür; eğer özel dikkat sarfederse…

Yağmur: Bizlere verdiğiniz bilgiler için teşekkür ederiz efendim.
A. İlhan: Ben teşekkür ederim.

YAĞMUR DERGİSİ

 

 

Atilla İlhan İle Yapılan Son Röportaj

Attilâ İlhan’la son söyleşimizde, Amerika’nın politikası üzerine konuşmuş ve Vietnam’da, Afganistan’da son olarak Irak’ta yaşananlarla ilgili, “Onların bilmediği bir şey var; Biz Asyalılar ölmeyi de biliriz” demişti. Atatürk’ün İslam’a ve türbana yaklaşımıyla ilgili de çocukluğundan çarpıcı anılar anlatmıştı.

“KADINLAR ÖRTÜNÜRDÜ GAZİ SAĞDI VE MÜDAHALE YOKTU”
Attilâ İlhan’la iki kez röportaj yapma şansım oldu. İlki 2003’ün Kasım ayındaydı. Şiir üzerine konuşmuştuk. Türkiye’de şiir kitaplarının neden satmadığını anlatmıştı: “Şair yok ki satsın” demiş, “Ezberlenemeyen şiir okunmaz” diye de eklemişti. Kendi şiirlerinin neden bu kadar çok okunduğunu şöyle açıklamıştı İlhan: “Benim şiirimin sırrını yıllardır söylüyorum. Çünkü benim şiirim Türk’tür. O sesi hemen tanıyorlar. Benim şiirim divandan gelen sestir, halk şiirinden gelen sestir.”
Bir sonraki söyleşimizse, 24 Ağustos’daydı. O gün, o sıralarda, Cumhuriyet’teki köşesinde yazdığı Atatürk’ün dış politikası, Sovyet ilişkilerini konuşmuştuk. Biraz zayıflamıştı ama dinçti. Belleği ise her zamanki gibi pırıl pırıldı; tarihlerler, yer adlarıyla hiç durmadan, yaklaşık iki saat boyunca, ben sordum o anlattı. Bir yerden sonra sohbet bugüne dönmüş ve Attilâ İlhan o kadar çok şey anlatmıştı ki, sonunda “Kızım bunları derginin neresine koyacaksın?” diye sormuştu. Kısmet bugüneymiş. İşte o röportaj…
“O zaman Paris’teki, bizdeki Mao hareketinin başındakiler, hepsi dönek. İşler başka türlü olur olmaz, öbür tarafa geçtiler. Demek ki bunlar sahibi komünist değillermiş. Bir kere o çıkıyor ortaya. Görevlerini bitirdiler, şimdi öbür tarafa gittiler, çünkü Türkiye’deki solcu tarihi içerisinde 60’tan sonraki kadar dönek yok. Bir kitap yazdım. İsmi Dönek Bereketi. Bütün bereketini orda gösterdi dönekler.
Yine jeopolitik bakarsan olaya, Birleşik Amerika 60’lardan itibaren Sovyetleri ele geçirmiştir. Onlar Sovyetler kalsın demokrasi olsun istiyorlar. Zavallı Gorbaçov çok samimiydi, çünkü sosyalizmin temelinde diktatörlük yok. Proletarya diktatörlüğü dedikleri şey Stalin’in temsil ettiğinden başka bir şey. Stalin onu “biri parti kuracak herkesin canına okuyacak” diye telaffuz etti. Öyle anladık. Demokrasi olacak, tüm partiler kurulacak, seçime girecek olan sadece pusula partileri olmayacak. Çünkü onların ideal Fransız komünü. Fransız kömününde her parti var, her millet var. Ama bu Stalin’in işine gelmiyor, çünkü o zaman biliyor ki Rusya’da Komünist Partiler içinde, onun partisinden güçlü olanlar Sosyalist revolüsyonerler ve nitekim ilk seçimi onlar kazanmışlardır ve çok kızmış, “Rusya daha yeteri kadar gelişmedi” demiş. Böyle baktığın zaman çok net görüyorsun. Rusya’da birkaç büyük alçak bulması gerekiyordu, buldu. Biri Yeltsin’dir. Böylece tehlike bölünmüş oldu ve birinci hedefe ulaşıldı. Fakat Amerikalıların bir özelliği var, -bunu her yer için kullanabilirim- bütün dünyayı kendileri gibi ahmak sanıyorlar. Halbuki öyle değil. Ruslar, on sene bile geçmedi, anladılar olayı, Yeltsin’i yolladılar, yerine taş gibi bir adam getirdiler (Vladimir Putin) şimdi adam toparlıyor ortalığı.

Amerika uzaktan öldürmeye çalışıyor
Amerika’nın bu konudaki yanılgılarının çok güzel örnekleri var. Biri Vietnam’dır. “Dağıtırım, yerim, uçururum” sanıyordu, kıçına baka baka gitti. Bugün de aynı şeyi Irak’ta yaşıyoruz. Bunun izahı şu: Asyalılarda ölebilme kabiliyeti var. Bunlarda (Amerikalılar) yok. Bizimkiler ölebiliyor. Rus olsun, Çinli olsun, Hintli olsun, Iraklı olsun, Türk olsun, giriyor ve feda edebiliyor kendisini. Bunlar usaktan nasıl öldürürüm diye arıyor. O zaman canına okular, rezil olursun.
Neticede, çevrecilik, cinsellik ve benzeri şeyler -ki şimdi Türk basını bunlarla dolu- aslında aydınların memleket meseleleri üzerine ciddi düşünmesini engellemek için icat edilmiş yan etkili şeyler. Sen cinselliğe düşersen arkadaş, rejimi düşünemezsin. İşte görüyorsun, gazeteci kızlarımız ne haldeler. Oğlanlarımız hep öyleydi zaten. Eğer Türk basını dünya olaylarını Amerikan ajanslarından izlemeye devam ederse, daha çok çuvallarız. Onların hepsi yönlendirilmiş haberler. Benim söylediklerimi sen şimdiye kadar nerede okudun? Hiçbir yerde okumadın. O zaman şunu yapmak lazım. Türkiye’nin önce hedefinde bir mutabakat olması lazım.

Örtünmeye yasak yoktu
Bizim hedefimiz Avrupa Birliği’ne girip oraya esir olmak mı, yoksa Mustafa Kemal’in Türkiye’sini yüce bir devlet haline getirip güçlü kılmak mı? Biz buna yemin ettik. Üstelik bize emanet edilmiştir. Bunu sık sık söylüyorum. Mustafa Kemal Paşa Cumhuriyet’i askere emanet etmemiştir, gençliğe emanet etmiştir. Baktığın zaman görüyorsun. Malı götürüyorlar. Niye bizim çocukluğumuzda bütün bu kavimler, bütün ırklar varken hepimiz can ciğer kuzu sarması yetiştik. Hiç kimseyle meselemiz yoktu.
Mustafa Kemal Paşa’nın hassas olduğu bir noktayı da söyleyeyim. Mustafa Kemal Paşa din aleyhtarı değildir. Mürteci diye bağırdıklarının dibini kurcalayın, hepsinin arkasından İngiltere çıkar. Ecnebiyle işbirliği yapanlara yükleniyordu. Mustafa Kemal Paşa Müslüman’a bir şey demezdi. Sana örneği kendi hayatımdan vereceğim. 1936 yılında ki Gazi sağdı, babam Konya’nın Ilgın ilçesine kaymakam tayin edildi. O zamana kadar İzmir’de avukatlık yapardı,ki biz tam manasıyla batılı büyüdük. Babam niye karar verdi bilmiyorum, -belki de biz adam olalım diye- biz evi barkı bıraktık Anadolu’ya gittik. Bu şok oldu benim için. Orada en çok şaştığımız şeylerden biri şuydu: Kardeşim 9 yaşında, ben 11 yaşındayım. Ilgın’da eve giderken, sokağın öbür ucundan bir hanım bizi gödü mü örtünürdü erkek geldi diye. Gazi sağdı ve Cumhuriyet Halk Fırkası laikti ve en küçük bir müdahale yoktu. Biliyorum, çünkü biz babama bunu anlattık, “Onlar yapar” dedi. Kaymakam oydu. Böyle bir yasak olsa, diyebilir miydi öyle adam? Biz yüksel tahsil yapana kadar Anadolu’da böyle bir şey yoktu.
Türkiye Cumhuriyeti, 1937’ye kadar laik değildi. 1937’nin önemi ne? Gazi hasta.Dibini kurcalamaya başladığında pislik çıkıyor.

Gazi İslam tarihi bilirdi
Gazi’nin söylediği Müslümanlık lafları var. Şimdi Mustafa Kemal Paşa bir fırka kurmaya karar veriyor. Diyor ki, “Fırkalar Garp medeniyetlerinde sınıf esası üzerine kurulurlar ve bu gayet tabii bir şeydir” Bu kadarı bile 141-142’ye aykırı. Devam ediyor: “Ama bizim memleketimizde bunu yapamayız, çünkü bizde sınıf yok. Zenginimiz de işçimiz de fakir.” Netice, halk kavramında mutabakat hasıl oluyor ve “Halk Fırkası diye bir şey yapalım” diyor. Tavsiye ettiği Halk Cephesi. Ondan sonra bir seyahate çıkıyor. Bazı yerlerde halkı camiye toplayıp konuşuyor. Bir fırka kuracağını söylüyor, inanılmaz sorular soruyor. Hepsine teker teker cevap veriyor. En çok din üzerine sorular soruyorlar. Verdiği cevaplara inanamazsın. Bir kere İslam tarihini çok iyi biliyor. Fevkalade saygılı bir dille cevap veriyor. Onların evetini aldıktan sonra partiyi kuruyor. Hatta bir hata yapıyor, hemen öteki partiler de olsun istiyor ama kurulan partiler gavurun oynattığı partiler oluyor. Buradan da başka bir şey çıkıyor: Batı’nın muhayyilesi yok. Sadece dini kullanalım, etnik ayrımcılığı kullanalım, bölelim. Saf. Hatta Amerikalılar için budala diyebilirim, çünkü Irak’ta kesinlikle böyle bir şey beklemiyorlardı.

Röportaj: Nuray Soysal
Tempo Dergisi
18 Ekim 2005 Sayı: 42/932

 

 

ATTİLA İLHAN’IN BİLİNMEYENLERİ..

Attila İlhan’la 2003 yılında yapılan bir röportaj büyük ustadan önemli ayrıntılar içeriyor.

Attila İlhan’la 2003 yılında yaptığımız bu röportaj büyük ustanın çok az kişinin bildiği özel dünyasından ayrıntılar içeriyor. Çekingen, sevecen ve çocuksu kişiliğiyle işte bir başka Attila ilhan portresi….

* İlk şiirinizi hatırlıyor musunuz?
Babam şiir yazardı hem de aruzla. Tam bir Divan şairiydi… Yenilikleri hiç ciddiye almaz, avam bulurdu. Annem Nedim’i ezbere bilirdi. Çünkü babam zifaf gecesi ona Nedim’i okumuş. İlk şiirimi ilkokul 3’te yazmıştım: ilkbahar. Çiçekler, kelebekler kafiyesini hatırlıyorum sadece. Babama gösterdim ‘Böyle şiir olmaz’ dedi. Beğenmezdi benim şiirlerimi.

* Üçüncü Şansın Şiiri’ni, Sisler Bulvarı’nı da mı?
Onları okumadı bile! Sadece Divan sesini kullandığım şiirlerimi okurdu. O da gizli gizli. O bana ben ona karışmazdık. Hapse girdim, mektepten kovuldum. Bana “Üzülme geçer” diye telgraf çekti. Çok az baba yapar bunu, o yüzden çok severim.

Nazım’ı taklit ettim

* Hiç babanızı taklit ettiniz mi?
Hayır. Sanırım buna kızıyordu o da. Başlarda halk şiiri yazdım. Sonra Anadolu’daki günlerimizde antolojiden Divan şiiri okudum. Aruza heves ettim, 200 gazel yazdım. Bir arada Nazım’ı taklit ettim. Ne kadar benzetirsem o kadar iyi olur sanıyordum. Böyle de 150 şiir yazdım. Sonra kendi sesimi buldum.

* Çok düzenli birisiniz. Her gün 10.00’da kafede olup, 12.00’de evinize gidiyorsunuz…
Küçük yaşta harekete girdiğimden. 16 yaşında hapse girdim ve TKP ile orada tanıştım. Orada öğrendim düzenli olmayı öğretti. Ben içki de içmedim. Sadece enfakrtüsten beri reçeteyle viski içiyorum. Cenabetin kokusunu da sevmem. Doktor ilaç diyor, bakalım! Sigara da kullanmam. Temiz çocuğum. Fransa’da mecburen şarap içtim. Talebe lokantasında bile sürahiyle şarap veriyorlar. “Su yok mu?” diye sordum, “Fransa’da suyu inekler içer!” demişlerdi. Biz de içtik ama 10 gün oteli bulamadım.

* Çok yakışıklıydınız. Hayranlarınız var mıydı?
Yakışıklı bulunmazdım. Çünkü o dönemde genç kızlarımız Holywood tipi erkeklerinin etkisindeydi. Fransa’da beni Alain Delon’a benzetirlerdi. Bizde pek makbul değildi.

* Hiç “Benim için bir şiir yaz” diyen kadın olmadı mı?
Olmaz mı, hele şöhret olunca daha da arttı. Ama şiir öyle yazılmaz.. Zaten şiir yazdığım kızların çoğu imkansız aşklardı. Yarıda kalmış… Ama adama biraz sürtünürsem belki beni de yazar şöhret olurum, diyenlere yazılmıyor. Ne ya ben reklam spotu muyum!

Vatan

Kaynak: HABER3

 

Attila İlhan’la Cafer Vayni’nin röportajı

Attilâ İlhan Türk düşünce ve sanat hayatının çok önemli simâlarından birisi olup toplumumuzda büyük bir etki gücüne sahip olmuştur. Değerli arkadaşımız, sosyolog Cafer Vayni, Attilâ İlhan ile 12 Ağustos 1997 tarihinde yaptığı ve bugüne kadar hiçbir yerde yayımlatmadığı röportajı Sanatalemi.Net okuyucuları için hazırladı ve bize gönderdi. Fikir, siyaset, sanat, edebiyat ve basın dünyamıza yeni açılımlar getireceğini umduğumuz röportajı sevinçle yayımlıyoruz. İnanıyoruz ki bu röportajı okuyanlar, Attilâ İlhan’ı daha iyi ve yakından tanıyacak, hakkında daha isabetli hükümler verecek ve düşünceleriyle ilgili olarak daha doğru değerlendirmeler yapacaklardır.

ATTİLÂ İLHAN’LA ZAMAN İÇİNDE BİR YOLCULUK
CAFER VAYNİ
(SOSYOLOG)

TAKDİM:
Attilâ İlhan Türk düşünce hayatının en önemli şahsiyetlerinden biriydi. Vefatıyla birlikte oluşacak boşluğun hiçbir biçimde doldurulacağını tahmin etmiyorum. Kuşkusuz, Türk düşünce hayatı hep var olacaktır ama burada Attilâ İlhan gibi çok yönlü bir entelektüel hiçbir zaman olmayacaktır.

Benim kendisiyle hukukum o sıralar İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde hazırladığım yüksek lisans tezimden dolayı başladı. Tez olarak Gerçek gazetesini ve dolayısıyla Türkiye Sosyalist Partisini çalışıyordum. Daha somut bir ifade ile 1945–1950 arası sol düşünce tez konumdu. Bu noktada bütün irtibat kaynaklarım beni Attilâ İlhan’a yönlendiriyordu. Başta Metin Erksan olmak üzere, Orhan ve Adil Müstecabi, Ali Gevgilili, Ümit Meriç gibi hocalarımız onunla konuşmam gerektiğini söylüyorlardı. Ama nasıl görüşecektim..!

Çünkü kendimi olaya hazırlamak için yer yer konuyu bazı gazeteci, yazar ve akademisyen genç arkadaşlara açtığımda tamamıyla ön yargılı bir biçimde “Attilâ İlhan’ın benimle görüşmeyeceğini” söylüyorlardı. Bu karmaşık düşüncelerle ve daha çok ta Metin Erksan’ın “Caferciğim benim gönderdiğimi söyle, beni söylersen seninle görüşür.” sözünün verdiği güvenle onu aradım. Tele sekreteri çıktı. Mesajımı bıraktım. Ve şunu düşünmeye başladım. Okuduğum ve dinlediğim kadarıyla Attilâ İlhan ciddi bir adamdı. Ciddi adamlar ciddi konularla karşılarına çıkıldığında bunu mutlaka önemserlerdi. Nitekim öyle oldu.

Bir akşam evde otururken telefonum çaldı. Ahizeyi kaldırdım ve “efendim” dedim. Telefonun diğer ucundaki şahıs; “Cafer Bey’le mi görüşüyorum efendim” deyince ben kimin aradığını sordum. Attilâ İlhan olduğunu söyleyince evde yalnız olmama rağmen bir generalin karşısında esas duruşa geçen erat gibi hal aldığımı hep hatırlarım. O anda devamlı tebessüm halindeki yüzü, akustik ve didaktik ses tonu evin her tarafına sinmişti sanki…

Ona ana hatlarıyla konumu ve açmazlarımı anlattm Atillâ İlhan beni dinledikten sonra tezde iyi yol aldığımı ve kendisinin de bana yardımcı olacağını, hazır olduğum zamanda görüşmek için telefonla irtibata geçmemi söyledi.
Aradan biraz zaman geçtikten sonra kendisini tekrar aradım. Konuyu söyledim. Ben o sıralar Bilecik’te bulunduğumdan dolayı görüşme zamanını da benim görüşlerim doğrultusunda belirledi. 12 Ağustos 1997 Cumartesi günü devamlı görüşmelerini yaptığı Taksim’deki, The Marmara Oteli’nin alt katında bulunan Divan Pastanesi’nde Saat 10.30’da buluşmayı kararlaştırdık. Ona, bana ne kadar zaman ayırabileceklerini sorduğumda -ki ona göre hazırlıklarımı yapacaktım- bir buçuk saat olarak belirledi.
12 Ağustos 1997’de tam saat 10.30’da Divan Pastanesi’nde idim. Attilâ İlhan benden önce gelmişti. Ya da daha önce başka görüşmeleri vardı. Oturdum. Hoş-beşten sonra konuya girdim ve soruları kendisine uzattım. Soruları okudu ve önemsedi. Tam bir buçuk saat sonra 12.00’de söze noktayı koydu. Bu çalışmamız o günkü sohbetimizin deşifre edilmiş halidir.

Kendisiyle ilgili ilk değerlendirmem zamanı fevkalade mükemmel kullandığıdır. Daha sonra televizyon programlarında da onun konuşmalarına bu açıdan baktım. Ne olursa olsun tanıdığım insanların içinde zamanı en iyi kullanan kişinin Attilâ İlhan olduğu kanaatine vardım.

Onda ikinci yakaladığım husus ise geçmişteki dostluklarına hep sadık kalma düşüncesi idi. Beni bu açıdan önemsemişti. Çünkü benim tezimde hayatındaki ilk ciddi basın tecrübesi olan Gerçek gazetesi, propagandisti olduğu Türkiye Sosyalist Partisi, Çok sevdiği ve saydığı ve hayatları da fevkalade dramatik bir biçimde sonlanan dostları Hasan TANRIKUT ve Esat Adil MÜSTECABİ vardı. Kendisinin de aktif rol almaya başladığı dönemle ilgili (1945–1950 arası) tarihe not düşürme çabası kanaatimce onu da heyecanlandırmıştı. Bu nedenle hep onun bizi götürdüğü yere, yani “zaman içinde yolculuğa” bu defa gitmesine ben vesile oldum. Bu yolculuğu da ilk defa kamuoyu ile şimdi paylaşıyorum.

Onunla daha sonra da birkaç defa görüştüm. Sonuncusu iki yıl evvel TÜYAP kitap fuarındaydı. Bu sohbetimizde de yer yer değindiğimiz “Saadet Hepimize Mahsustur” isimli yayınlanan ilk romanının kendisinde de bulunmadığını Milli Eğitim Bakanlığı’nın dergilerinden birisinde ifade ediyordu. Bir kaç eksikle bu roman bende vardı. Kendisine bunu söylediğim zaman, daha da dikkatle bana yöneldi ve getirmemi rica etti. Ben de söz vermeme rağmen hâlâ ona “Saadet Hepimize Mahsustur”unu iade edemedim. Ne bileyim, bedeninin cansızlaşacağını belki de hiç düşünmemiştim.
Ruhu şad olsun…

CAFER VAYNİ: Sohbetimize ilk önce sizin de aktif olarak içinde bulunduğunuz Gerçek gazetesi ile başlamak istiyorum. Gazete de N. A., Partizan çok değişik imzalar/müstearlar var. Bunları tanır mıydınız? Gazete ile ilgili bilgiler verebilir misiniz?

ATTİLÂ İLHAN: Partizan imzasıyla Asım’ın (Bezirci) yazıları yayınlanırdı. Müstearlar kimlerdi hatırlayamıyorum. Emin Tanrıkut, Hasan’ın (Tanrıkut) müstearıydı sanıyorum. Enver Ebci terzidir. İşçi partisine geldi. Çok iyi çalıştı. Gerçek Gazetesinin de işçi ve sendika muhabiri oldu. Gerçek macerasından sonra partide kaldı. Sonra da çok uzun yıllar Babı Ali’ de sendika muhabiri olarak çalıştı. İşçi çevresi Enver Ebci’yi tanır. Reşit Mentşoğlu gazetenin sahibi. Şükrü Kaya sendikacıydı.
Gerçek gazetesi son derece zor şartlar altında çıkan bir gazeteydi. Gazetenin mali külfetini Reşit Bey’le, (Menteşoğlu- Cemil MERİÇ’in kayın biraderi) Esat Adil Bey yüklenmişti. Reşit Bey daha fazlasını veriyordu. Çünkü Cadde Bostan plajının işletmecisiydi. Eşi de Sovyetler Birliği’nden aldığı bir kadındı herhalde. Ama tabi çok emin değilim. Biraz flu orası. Yalnız Reşit Bey’i çok iyi hatırlıyorum. Çok derli toplu bir adamdı. Sessizdi. Sadece Esat Bey’le konuşurdu. Reşit bey’i yönlendiren aslında, Esat Bey’di. Esat Bey aynı zamanda Türkiye Sosyalist Partisi’nin de başındaydı. Esat Bey’in yanı başında olan ve partide de onun arkasında olan Mustafa Börklüce idi. Mustafa Börklüce’nin Türkiye Komünist Hareketi içindeki ismi Sarı Mustafa’dır. Sarı Mustafa Türkiye Komünist Fırkası, Mustafa Suphi tarafından Rusya’da kurulurken onun yanında olan adamlardandır. Benim, O Karanlıkta Biz romanımı okursan orada onun ve partinin kuruluşu hakkında daha çok bilgi var. O roman aslında TKP’nin kuruluşunun hikâyesidir. O romanda, bu yeraltı dönemiyle ilgili hayli bilgi var.

Sarı Mustafa TKP’nin Kutuv’da (SSCB)de işçi Üniversitesinde eğitim görmüş militanlarındandı. İyi de Rusça bilirdi. Çünkü Sovyetlerde esir Osmanlı askeri olarak bulunurken Mustafa Suphi’ye iltihak etmiştir. Bu bakımdan sosyalizm hakkında
enteresan fikirleri olan bir adamdır. Esat Adil’in her zaman yanı başındaydı. Esat da onu ölünceye kadar himaye etmiştir. Çünkü Sarı Mustafa’nın bir işi yoktu. Hiç bir iş yapmazdı. O, solcuydu sadece.

Gazetede Sadık Alboran’da çalışırdı. Yanılmıyorsam Kanlıca’daydı. Kanlıca’dan gelirdi. Kanlıcada Alboran Restoran (şimdi) diye bir yer var. Belki, o restorandan onun izi izlenebilir. Sadık bey gazetenin ve partinin çalışanlarından birisiydi.

Orhan Müstecaplıoğlu vardı. Sağdır sanıyorum. Babıâli’de çalışıyordu. Esat Adil’in akrabasıydı. Daha çok grafik işlerini yapmakla görevliydi.

Bunlar parti adına gazeteyi çıkarmaya karar vermişler. Ben o sırada Avrupa’deki maceranın birinci safhasından Türkiye’ye dönmüş durumdaydım. Barışsever hareketi davası içerisindeydik. Babam o sıralar yanlış hatırlamıyorsam Burhaniye (Balıkesir) ilçesinde kaymakamdı. Ben bir süre Burhaniye’ye gittim. Burhaniye’de iken Barışsever hareketini tevkif ettiler, kapattılar. Birçokları tevkif edildiler. Ben kıl payı kurtuldum. Çünkü harekete girmek üzereydim. Burhaniye beni kurtardı. İstanbul’a dönüp geldikten sonra bir gün Pangaltı’daki Suna pastanesinde oturuyordum, Hasan Tanrıkut geldi. Bana, Gerçek’i çıkaracaklarını ve adama ihtiyacı olduklarını söyledi ve beni de oraya çağırdı. Ben de kalktım Hasan’la beraber gazeteye gittim. Gazete Vakit Yurdu’ndan çıkıyordu. Gazete için iki oda ve bir salon vermişlerdi. Ben gittim, orayı gördüm. Çok harap eski bir binaydı. Ve o küçük odada ilk defa Hasan Tanrıkut beni böyle benim gibi gazetede çalışmaya başlamak için gelmiş olan Asım Bezirci ile tanıştırdı. Asım’la orada tanıştım (1950’nin sonbaharı) Esat Bey’i zaten tanıyordum. Çünkü onlarla benim ilişkim bu olaydan önce başlamıştır.

Meşhur Tan olayı var. Tan olayından önce Türkiye’de hafif bir sola açılış hareketi başlamıştı. Bu hareket başladığı zaman Tan’ın yanında bir gazete daha çıktı: Yeni Dünya. Sabahattin Ali bu gazetenin gerisinde olanlardan birisiydi. O sıralarda Gün dergisi çıkıyordu. Ben Gün dergisine şiir göndermiştim. Benim gönderdiğim şiir dergide
çıkmıştı. Meğerse Gün dergisinin yazı işlerine Hasan Tanrıkut bakıyormuş. Şiiri de o yayınlamış. Böylelikle aramızda bir ülfet doğmuştu. Yani onlarla benim bir yakınlığım vardır.

Bilahare Gün dergisinde benim pek çok şiirim çıktı. Çünkü 4 Aralık olayından sonra bütün solcu neşriyat sustu. Herkes içeriye atılmıştı. Fakat aradan 4–5 ay geçtikten sonra -Esat Adil çok gözü kara bir adamdı- Gün dergisini yeniden çıkardılar ve o Gün dergisinde de ben yazdım. Çıktığı sürece.

İsmet Paşa’nın diktatörlüğü zamanında Türkiye’de sınıf esası üzerine neşriyat yapmak suçtu. 1946 yılında harp bitip de bizimkiler Batı ile beraber olmaya başlayınca demokrat olmak mecburiyetinde kaldılar. Çünkü Avrupa’ da faşist olarak İspanya, Portekiz ve Türkiye kalmıştı. Türkiye’yi Amerikalılar Atlantik Paktı’na almıyorlardı. Hâlbuki biz Ruslardan korktuğumuz için girmek istiyorduk oraya. Bunu sağlamak amacıyla sınıf esasına göre dermek kurulması izni çıktı. Bu izin çıkınca sendika ve sosyalist parti kurma imkânı da belirdi. O sıralarda Tan gazetesi demokratik bir neşriyat yapıyordu. Tan gazetesinin neşriyatını yapanların arasında Esat Bey’de vardı. Tan gazetesi o zaman bütün sosyalist sol’un birleştiği gazeteydi. Tan hareketi büyümeye başlayınca onun yanında Yeni Dünya da çıktı. Yeni Dünya Mustafa Suphi Bey’in Sovyetler Birliğinde çıkardığı gazetenin adıdır. Fakat bunlara fırsat vermedi CHP. Ama kanun yürürlükte. Kanun kalkmamış, Esat Bey de avukat olduğu için cesur bir adamdı. Bir kaç ay sonra Gün’ü tekrar çıkardı. Bir şey yapamıyorlar Gün’e. Çünkü kanun müsaade ediyor. Bu yüzden Gün’de neşriyat yaptık biz uzun süre. Gün çok uzun
süre çıkmıştı. Gerçek gibi kısa çıkmamıştı. Yani Gün aşağı yukarı 3–4 sene çıkan bir dergidir. Ve Gerçek’in siyasi platformu aslında Gün’de oluştu. Gün dergisi aynı
zamanda TSP’nin de fikir platformunu oluşturmuştur. Onun için Gün önemli bir dergidir.

İşte, beni Hasan alıp, Babıâli’ye götürüp orada Esat Bey’le karşılaştırınca, Esat Bey bana; “Attilâ bize yardım et, bizim çok adama ihtiyacımız var çünkü Gerçek gazetesini günlük çıkaracağız, bunu tutturacağımıza inanıyorum.” dedi. O zamanki aklıma rağmen -ki Fransa’dan henüz yeni gelmiştim- gazetenin şartlarını iyi görmedim. Para yok, insan yok, risk çok ama buna rağmen “peki” dedim. Bunun üzerine bir iş bölümü yapıldı. Herkese bir görev verildi. Ben yazı işlerinde görev aldım. Ben ve Asım yazı işlerinde çalışmaya başladık. Mahmut Erhan gibi hatırladığım bir adamdı yazı işleri müdürü. Mahmut Erhan sosyalist hareketten biri değildi. O profesyonel gazeteciydi. Gazeteci biri lâzımdı, yazı işlerini yönetecek diye. Herhalde işsizdi o sırada. O alınmıştı. O, yazı işleri müdürü olarak görünüyordu. Biz Asım’la birlikte gazetenin hemen hemen her işine koşturan kişiler halindeydik. Hasan Tanrıkut gazetede çalışıyordu. Bunun dışında Sadık Alboran yazılar verirdi, gelir-giderdi. Enver Ebcioğlu geldi sonradan. Orhan Müstecaplıoğlu grafikler ve resimler için gazeteye geldi. Bunlar esas kadroyu oluşturuyorlardı diyebilirim. Bunların dışında da fazla bir adamımız yoktu. Onun için çok değişik imzalar kullanılıyordu. Hep aynı imzalar görülmesin diye.

CAFER VAYNİ: Gazetede neşredilen Kadife Eldiven isimli roman bir zabıta romanı. Siyasi ve fikri bir gazetede böyle bir romana neden yer veriliyor?

ATTİLÂ İLHAN: Kadife Eldiven isimli zabıta romanı… O dönemde Tan gazetesi de böyle şeyler yayınlardı. Yani, okur böyle şeyleri sevdiği için gündelik gazeteler mutlaka böyle şeyler koyarlardı. Biz de o vesileyle koyduk. Bir de edebî roman gerekiyordu. Edebî roman o
sıralar kimsenin elinde bulunmuyordu. Yani birçoklarına soruldu. Yoktu. Benim elimde bir roman vardı. Fakat ben de söylemeye utanıyordum. Ben daha çok gencim o zamanlar. Esat Bey bana sonra dedi ki: “Sende roman yazıyorsun, biliyorum. Sende roman yok mu?” dedi. Ben de: “Saadet Hepimize Mahsustur diye bir romanım var, ben bunu bir hayli yazdım, fakat henüz bitmedi.” dedim. “Biz başlarız. Nasıl olsa günde ikişer sayfa roman verilecek. Sen o zamana kadar bitirirsin.” dedi ve paldır-küldür benim roman başladı orada tefrika edilmeye. O roman öyle koymuş olduk.

CAFER VAYNİ: İmzasız köşeleri kimler hazırlıyordu?

ATTİLÂ İLHAN: İmzasız köşeleri söylediğim kişiler hazırlıyordu.

CAFER VAYNİ: Gazetede yayımlanan ve mahkeme konusu olan yazılar da vardı sanırım. Bunlardan bahsedebilir misiniz?

ATTİLÂ İLHAN: Mahkeme konusu olan yazıları benim şimdi hatırlamam mümkün değil. Ben yalnız kendiminkini hatırlayabilirim. Benim üç yazım mahkeme konusu oldu. Bunlar da çeviriydi. Yani teliflerimden beni kıstıramadılar. Ben yırttım. Fakat çevirilerden yakaladılar. Mareşal Tito’nun bir yazısını çevirmiştim. (Gazetede çevirilerle bir kere ben uğraşıyordum. Fransızca’dan olanları ben yapmaya çalışıyordum. Yanlış hatırlamıyorsam Hasan Tanrıkut İngilizce’den yapmıştı. Asım’ın da biraz Fransızca’sı vardı. O da çat pat bir şeyler yapmıştı. Onun dışında fazla bir şey yoktu: Dışardan bize bir şey verilirse onları koyardık..) Ondan mahkemeye verildim ve beraat ettim. Asıl mahkemeye verilen ve yazıları suç olduğu düşünülen Asım Bezirci idi. Yani, Gerçek neşriyatının yükünü Asım çekmiştir. Nitekim gazete belli bir mesafe kat edinceye kadar savcılık bize hiç ses çıkarmadı. Biz şaşıyorduk buna. Fakat birdenbire günün birinde başladı celpnameler yağmaya. Hepimize geldi. En çokta Asım’a. Asım’ı ben o zamanlar çok uyarıyordum. “Asım sen çok heyecanlısın kendini kontrol edemiyorsun. Bunlar başına iş açacak senin.” diye. Takma isimle yazıyordu. Toplumcu diye. (Onda dosyalar olması lâzım. Onu Refika’ dan (karısından) bulacaksın. Onun bütün evrakı karısına intikal etti çünkü o da onu bir yayınevine verdi sanıyorum.) Neticede, bir gün Asım ilk sorguya gitti ve inanılmaz bir şey oldu. Asım’ı hemen tutukladılar. Bu bir nevi işaret oldu bize. Yani, başımıza iş gelecek diye.

CAFER VAYNİ: Gazete etkili miydi? Satış durumu nasıldı?

ATTİLÂ İLHAN: Gazete 20.000 basarak başladı. Normal dağıtımla dağıtılıyordu. İstanbul’da bir engele rastlamadık. Fakat Anadolu’ da rastladık. Gerçek basılıp Anadolu’ya gönderildiği zaman, Anadolu’da mahalli mülki amirler baskı yapıyorlardı satıcılara. Satılmasını önlemeye çalışıyorlardı. Yani, üzerinde bir baskı vardı gazetenin. Fakat biraz bu
baskıdan biraz da daha henüz Türkiye’de sosyalist gazeteyi tek başına yaşatacak kadar bir sosyalist okur potansiyeli olmadığından satış iyi değildi. Çok kötüydü diyebilirim. Hatta ilk haftanın sonunda gelen iade paketlerini görüne Asım’la biz çok demoralize
olmuştuk. Çok asabımız bozulmuştu. Yani almıyorlar gibi geldi bize. Acaba boşa mı
kürek çekiyoruz hissine bile kapıldık. Ama Reşit Bey gık demiyordu. Parayı bastırıyordu. Esat Bey direniyordu. Eğer son olaylar, yani tevkifat başlamasaydı gazete çıkacaktı. Her şeye rağmen gazete sürecekti. Fakat sonra başka sebeplerden kapattık. Onu da anlatırım yeri gelince. Anadolu’da engelleme, satış noktalarına yapılıyordu.
Fakat satış çok değildi. O zaman 20.000 satan gazete az sayılmaz. Çünkü çok satan Cumhuriyet 60–70 bin falandı. Birçok yerlere gittiğini, gelen mektuplardan hatırlıyorum. Gidiyordu, Fakat etkili olamadı. Bunu söylemem gerekiyor, dürüstlük icabı. Ayrıca muhtemelen de zarar ediyordu.

CAFER VAYNİ: Gazetede çalışanlardan maaş alan var/mıydı? Varsa kimlerdi?

ATTİLÂ İLHAN: Yazı işleri müdürü Mahmut Erhan maaş alıyordu. Onun dışında biz mukaveleli çalışmıyorduk. Ama Esat Bey haftada 10 lira verirdi bize. Bana ve Asım’a. Hasan ne alırdı bilmiyorum. 10’ar lira bize çok büyük para görünürdü. Yani maaş vermeye çalışıyorlardı.

CAFER VAYNİ: İşbölümü var mıydı?

ATTİLÂ İLHAN: Gazete de her gece birimiz nöbet tutardık. Çünkü o zaman gazeteler çok geç basılırdı. Şimdiki gibi değildi. Rotatif (makine) saat ikiye doğru dönerdi. Onun için mutlaka gece bültenlerinden son haberleri alacak birisinin nöbetçi kalması gerekiyordu. Gazetede, kâğıtların üstünde uyuyarak sabahlardık. Böyle bir işbölümü vardı.

CAFER VAYNİ: Gerçek gazetesinin Türk basın ve fikir tarihindeki yerinden biraz bahseder misiniz?

ATTİLA İLHAN: Gerçek’in Türk basın tarihinde yeri çok önemlidir. O zamanlar çıkan Tan, Yeni Dünya, Gün, Gerçek, Yığın, Sendika gibi gazete ve dergiler Türkiye’de İsmet Paşa döneminin sonlarında, yani faşizan dönemin sonlarında sosyalist solun bayrakları
olmuşlardır. Ve çok riskleri göze alarak çıkmışlardır Bu işlere girenlerin başı da beladan kurtulmamıştır. Ama çok önemli fonksiyonları vardır.

CAFER VAYNİ: Dünyayı nasıl algılıyordu? Yabancı yazılar nasıl temin ediliyordu?

ATTİLÂ İLHAN: Yabancı yazıların bir kısmını ben temin ediyordum. Fransa’daki arkadaşlarımdan. Bir de sosyalist dünyanın Türkiye’deki basın ataşeleri böyle bir sosyalist gazete çıkınca çok heyecanlandılar. Onlar bize bir sürü bülten gönderiyorlardı. Sovyetler, Yugoslavya gibi ülkeler. Onların içinden seçim yapıyorduk. Çok açık propaganda olanları yayınlamıyorduk. Derli toplu yazıları oralardan bulup yayınlıyorduk. Bir de Hasan’da ve bende daha önceki yıllardan kalma birikim vardı. Yabancı gazete ve dergiler. Oradan yazıyorduk.

CAFER VAYNİ: Peki, neden kapandı?

ATTİLÂ İLHAN: Neden kapandı? Kapanma meselesine geldik. Şöyle oldu kapanma işi. Gazete zarar ediyordu ve aslında bu yük doğrudan doğruya Reşit Bey’in üstüne biniyordu.
Fakat çok derli toplu bir adam olan Reşit Bey (Menteşoğlu), bunu mesele etmiyordu. Hele bizim yanımızda asla konuşmuyordu. Fakat tevkifat başlayınca, yani Asım tevkif edilince ortaya şöyle bir şey çıktı. Asım bir yazısından dolayı mahkemeye celb edilmiş birisiydi ve daha ilk sorgusundan soma tevkif edildi. Ondan soma yine bir takım kişiler var, hepsi sorguya gidecekler. Ufukta şunu gördük. Orada mahkemeye verilenlerin hepsi aslında Türkiye Sosyalist Partisi’nin çeşitli kademelerinde görevli kişiler. Yani, Menderes hükümeti partiyi hedef alıyor. Fakat partiyi doğrudan doğruya kapatmaya kalkışamayacağı için-çünkü henüz büyük demokrasi vaatleriyle gelmişler, geldikten birkaç ay önce bir parti kapatılırsa, millet ne diyecek bunu göze alamadıkları için- gazeteden yararlanarak, gazetedeki neşriyatla partinin önde gelen kişilerini içeri atacak. Bunları içeri atınca, parti kendiliğinden balon gibi sönecek. Böyle bir strateji takip ettiklerine karar verdik. O toplantıyı çok iyi hatırlıyorum. Hasan Tanrıkut yoktu. Çünkü Hasan, ya hastalanmıştı ya da çekilmişti o sıralar. Sarı Mustafa, Reşit Bey, Asım Bey ve zannedersem Salih Bey de vardı. Ve tartışıldı. Her şeye rağmen Esat Bey biz bunu göze alabiliriz, devam edelim diyordu. Buna karşın Reşit Bey, Sarı Mustafa ve ben partiyi kurtarmak için gazeteyi feda etmek mümkün diye düşündük. Çünkü gazete çok büyük mali yüktü. Sonunda Reşit Bey’i ve Esat Bey’i de batıracaktı, böyle giderse. Hâlbuki gazeteden vazgeçip partiye ağırlık verilirse parti kurtulacaktı. Gazeteyi bırakırsak, Gün’e devam edecektik. Çünkü Gün partinin organı olarak çıkabiliyordu. Böyle bir karar verildi. Ondan sonra gazeteyi kapattık. Yani, gazete partiyi kurtarmak için kapatıldı. Nitekim ondan sonra parti kaç sene yaşadı. Sonra yine kapattılar, Samet Ağaoğlu’nun provokasyonuyla.

CAFER VAYNİ: Şimdi TSP’ye yönelmek istiyorum. Sizin Türkiye Sosyalist Partisi’ndeki göreviniz neydi?

ATTİLA İLHAN: Benim TSP’ de ki konumum şuydu. Partinin üyesi ve vilayet komitesinde görevliydim. Çünkü sosyalist hareket içerisinde benim uzmanlık dalım, ajitasyon ve propagandadır. O konuda uzmandım ben.

CAFER VAYNİ: TSP’nin Türk siyasi tarihinde nasıl bir yeri vardır?

ATTİLÂ İLHAN: TSP’nin Türk siyasi tarihindeki yerini sana anlatabilmem olacak mı? Bilemiyorum. Çünkü önemli. Mutlaka O Karanlıkta Biz’i okuman gerekiyor bu şartlar altında. Çünkü Türkiye’de ki komünist hareketle çok yakından ilgisi var. Türkiye’de
sosyalist adıyla çıkan partilerin hepsi komünist partilerdir. Türkiye’de sosyalizm yoktur. Türkiye’de komünizm vardır. Fakat komünizm lanetlendiği için Türkiye’de hiçbir parti
kendine komünist diyemiyordu. Komünist partisi illegalde var sayılıyordu. Komünist Partisi’nin 1920’lerden beri gelen bir kadrosu vardı ve bunların en başında da Dr. Şefik Hüsnü DEMYER geliyordu.

1946’da sınıf esası üzerine parti ve sendika kurmak serbest olunca iddiaya göre Şefik Bey üzerinde bir baskı kuruldu/oluşturuldu. Fakat doktor çok ihtiyatlı olduğu için çıkmak
istemedi iddiaya göre. Bundan dolayı yakını olan Hüsamettin Özdoğu ve Sarı Mustafa (Suphi’nin adamı); Esat Bey’le birleştiler ve Türkiye Sosyalist Partisi’ni bir deneme partisi olarak kurdular. Ne olacak bakalım diye. Beklenen sosyalist partisinin hemen kapatılması ve herkesin içeri atılmasıydı. Bu olmadı. Parti yaşamaya başladı. Ve hatta yayına başladı. Sendikalar kurulmaya başlandı. Partinin sendikalarla ilişkisi başladı. Bunu görünce Dr. Şefik Bey de parti kurmaya karar verdi. TSP ile beraber bir şey yapacağına ayrı bir parti
kurdu. Ve böylelikle Türkiye’ de iki komünist parti görülmüş oldu ki bunların ikisinin de kökeni Türkiye Komünist Partisi’dir. Fakat iki parti arasında ihtilaf çıktı. Sonradan, öğrendik ki -biz, o zaman bilmiyorduk ve çok üzülüyorduk bunlar niye kapışıyorlar diye- TKP’nin bütün tarihinde bu tür bir eğilim var. Bir sürü parti var. 1930’larda hatta komintern Türkiye’de beş tane komünist partisi var diye kızmış ve lağvetmiş komünist partilerini. Bunları sonradan öğrendik. Bilmiyorduk. Bunlar Türkiye Sosyalist tarihinde ortaya çıkmış olan ilk Marksist partileridir. Sosyalist kabul etmiyor. Çünkü sosyalist deyince sağcı sosyalistler de olabilir. Bu iki partide Marxsis’ttir ve Sovyetler’le iyi ilişkilerden yanadırlar. Önemi buradadır. Çünkü o zaman bu düpedüz çılgınlıktı. Kahramanlıktı. Bunlar böyle partilerdir. Böyle çıktılar. Ve çok az yaşayabildiler aslında. Mahkemeye düştüler.
Fakat Esat Bey kendisi avukat olduğu ve hukukçuluğu çok iyi bildiği için
partinin tüzüğünü programını, neşriyatını ve faaliyetini o kadar kanunlara uygun
hazırlıyordu ki, her mahkemeye düşüşümüzde, beraat etti parti. O yüzden Şefik Bey’in partisi uzun sürmedi. Sosyalist partisi çok uzun süre devam etti. Samet Ağaoğlu’nun provokasyonuna kadar. Ondan da beraat etmiştir. Mahkûm edilmemiştir. Fakat sonra tekrar kurulamamıştır.

CAFER VAYNİ: 1951’de Esat Adil’e karşı oluşan muhalefette siz de muhalefet saflarındaydınız. Neden böyle bir ikilik ve çatışıma çıktı?

ATTİLÂ İLHAN: 1951’de Esat Bey’ e muhalefetimizin sebebi Emekçi partisinin (Şefik Hüsnü Bey’in) telkinleridir. Emekçi Partisi ısrarla diyordu ki asıl komünist partisi biziz. Bize gelmeniz lâzım. Bizden olmanız lâzım. Ben bunu çok aptalca buluyordum. Çünkü o sıralar ben Fransa’dan gelmiştim. Ben Fransa’da aynı zamanda Fransız Komünist Partisi’ne de üyeydim. Böyle bir sıfatım da vardı. Ben diyorum ki, böyle saçmalık olmaz. Bu iki parti mutlaka birleşmeli. Birleşmesi için de gereken teşebbüsü yapıyoruz zaten. Fakat iki
taraf da ‘Nuh diyor peygamber demiyor’. İhtilaf şu: ikisi de birleşmeye hayır demiyor fakat her ikisi de o kendisini lağvetsin, gelsin bana katılsın diyor. Biz ara formül olarak ikisi
de kendilerini lağvetsinler, birleşip yeni isimde, yeni bir parti çıksın ortaya alternatifini getirdik. Fakat bu tartışmalar sürerken sonuç alınamadan zaten ikisi de kapatıldı. Ve
herkes hapse girdi.

Ama Esat Bey’e karşı oluşan muhalefet daha sonra farklı bir muhalefet. Esat Bey’i yeteri kadar organizatör olmamakla daha ziyade bir burjuva politikacısı olmakla suçlayan bir muhalefet oluştu işçi kanadında. Bunda Asım BEZİRCİ çok ısrarlı oldu -Çünkü ben sonra tekrar Avrupa’ya gittim. O işin içinde olmadım- ve partinin son genel sekreteri Asım’dır. Yani devirdi Esat Adil’i.
O şundan ileri geldi. Esat Adil Bey’i tanıyanlar bilebilir ancak. Esat Adil Bey sahiden sosyalistti. Esat Adil Bey’in eğitimi Belçika’dadır. O Belçika Sosyalist Partisi’yle ilgilenmiş Vandervelde’nin etkisi altında kalmış, o hevesle gelmişti. Onun bir de arkadaşı vardı, o sonradan çok büyük bir politikacı oldu. Ben onu da tanırım. Sıtkı Yırcalı. Sıtkı Yırcalı’da sosyalisttir. Politika icabı Demokrat Parti’ye girdi ve başını belaya sokmadan birçok yerlere geldi. Esat Bey daha fikir namusu olan bir adamdı. Sosyalizmden feda etmedi. Fakat sosyalist kadro yok Türkiye’de. Mecburen komünistlerle çalışmak zorunda kaldı ve komünistlerle bir yerden sonra anlaşamadı. İhtilaf çıktı. Neticede de Asım onu devirdi. Bu bir gerçek.

CAFER VAYNİ: Türkiye Sosyalist Partisi gibi bir parti sosyalist ve komünist siyasi tarihimizde görmezden geliniyor gibi geliyor bana. Bunun sebepleri sizce nelerdir?

ATTİLÂ İLHAN: TSP’nin görünmezden gelinmesi çok doğal. Çünkü Türkiye 1939’dan sonra İkinci Dünya savaşı kâbusuna girdi ve faşizan oldu. Zaten o zaman sosyalizmden bahsetmek bile mümkün değildi. Savaş bitince soğuk savaşla birlikte daha da büyük bir bela haline geldi sosyalizm. 1960 darbesi olduğu zaman bizleri sürmeye hazırlanıyordu demokratlar. İlk sürgünlerde gitmişlerdi. Bunu da ben Bıçağın Ucu romanımda anlattım. Yani, Demokrat Parti hemen soğuk savaşın çarkına girdi ve hemen sosyalistleri kendine hedef aldı. Ondan sonra o da büyük baskılara girişti. İş o hale gelmiştir ki, 1960’larda yapılmış şiir antolojilerinde sosyalist şairlerin isimleri yoktur. Onları bile
almaktan korkuyorlardı. Biz o zaman yazılarımızı diğer dergilerde yayınlayamazdık. Basmazlardı. Korkarlardı. Onun için kimsenin bahsetmemesi çok normal, 1960’lardan
sonra bu işlerden bahsedilmeye başlandı biraz.

CAFER VAYNİ: Partinin Rusya ile ilişki nasıldı? Başka bir deyişle TSP Rusya’ya nasıl bakıyordu.

ATTİLÂ İLHAN: Rusya ile ilişkiler çok önemli bir soru. Çünkü Rusya ile ilişkiler çok önemliydi ve Emekçi Partisi, TSP’yi dünya politik hareketinde Sovyetlere daha az bağımlı olmakla suçluyordu. Yani, Sovyetlere çok itaatkâr bir parti değil. Bu da onun aleyhindedir gibi koyuyordu meseleyi. Eğer Türkiye için bir sosyalizm, kendine mahsus şartlarda yapılması lâzımdır tezine bunu söylüyorlardıysa doğru. Çünkü TSP, Türkiye’nin
sosyalizmini savunuyordu ki ben hala onu savunuyorum. Benim çizgim odur. Yani Türkiye komünist ve sosyalist olabilir, ama bunu kendi yapar yani oradan, buradan model almaz. Böyle bir eğilimimiz vardı. Ama Sovyetlerle ilişkimiz neydi?

Orada Laz İsmail vardı. TKP’nin eskilerinden. Orada TKP’nin genel sekreteri tarzındaydı. Aynı zamanda da Moskova Radyosu’nun Türkçe spikeriydi. Erdem Yoldaş diye konuşurdu. Bir konuşmasında Gerçek’in ve TSP’nin aleyhinde konuştu. Bu konuşmanın üzerine Esat Adil de iki başyazı yazdı. Moskova Radyosu’na cevap diye. Ve çok sert yazılardı onlar. Üç gün sonra Tass Ajansı’ndan iki muhabir geldi. Yanlış anlaşılma var ‘herhalde’ diye geldiler. “Çok da kötü niyetle bakmıyoruz size” diye geldiler. Muhtemelen onları Sovyet Gizli Servisi’nden diye düşünüyorum ben. O konuşmada beni ve Rusları en çok etkileyen Sarı Mustafa’nın tavrı oldu. Sarı Mustafa sustu, sustu; bir noktada kafasının tası attı ve Ruslarla, Rusça konuşmaya başladı. Onlara ne dediğini de bir türlü anlamadık. Ruslar aptala döndü. Çünkü Rusça konuşan birisinin karşılarına çıkacağını hesaplamadılar. Sarı Mustafa adam akıllı onları benzetti orda. Sonra parti kapatılınca bu olay partinin Ruslarla teması şeklinde yorumlandı ve birden partiyi mahkûm etmeye çalıştı hükümet. Fakat bunu kanıtlayamadılar. Çünkü öyle bir şey yoktu. Tek kuruş alınmadı. Hepsini bilemem ama Ruslara karşı bakışımız eleştirildi biraz. Tam bir sadakat bakışı yoktu bizde. Allah için bende hiç olmadı zaten. Eleştirebiliyorduk. Ama Marksist eleştiri yapıyorduk. Nitekim benim sonraki
kitaplarımda da bu çok açıktır. Sağa intikal edip de eleştirmek yanlış. Metodun doğruysa eleştirirsin. O zamanlar o tavır içindeydim, kendi hesabıma. Ama diğer arkadaşlarımda bu kadar fazla değildi. Esat Bey zaten demokrat bir adamdı. Totaliter bir yapısı yoktu. Zaten ondan eleştiriliyordu. Hoşgörülü bir adamdı.

CAFER VAYNİ: Hasan TANRIKUT’a gelmek istiyorum. Siz de bazı yazılarınızda ondan bahsediyorsunuz.1940–1950 yılları arasında çok aktif birisi. O dönemin İnsani Vatanperverlik, Gün, Gerçek, Hamle, Küllük… gibi birçok dergi ve gazetenin en önemli elemanı ve sizin yakın arkadaşınız. Tanrıkut’la tanışıklığınız ne zaman başladı?

ATTİLÂ İLHAN: Hasan Tanrıkut’la tanışmamız benim Gün dergisinde onun yayınladığı ilk şiirim olan “Ağıt”la başladı. Ağıt diye bir şiirimi bastılar. 1946–47 yıllarında. Sanırım. Yahut ta Tan zamanındaki Gün’de ama sosyalist bir dergide yayınlanan ilk şiirimdi. Ondan evvelki de yine sosyalist bir dergi olan Yeni Edebiyat’ta 1941’de çıktı. Bu, Gün’de çıkan şiirdir. Onu Hasan Tanrıkut yayınlamıştı ve beni çok merak edermiş. Sonra Gün’e ben bir sürü şiir gönderdim. Onları Hasan çok iddialı, çok cafcaflı şekillerde bastı. Ve o
sıralarda da amcamın ve babamın bir komplosuna gelerek ben CHP’nin sanat armağanını kazandım. Çünkü ben o kafamla CHP’nin armağanına katılacak bir adam değilim. Bunlar beni kandırdılar. Amcam edebiyat öğretmeniydi. Şiiri çok beğendi ve önce bana “Sen bu şiirle katıl armağana” dedi. Ben dedim ki; “Ben o heriflere katılır mıyım? Onlar beni 16 yaşımda hapsettiler. Okuldan kovdular. Bu heriflerden nefret ediyorum. Ben bunlara katılmam” dedim. Babamla, amcam kendi aralarında konuşmuşlar. Amcam o zamanlar Fındıklı’daydı. Fındıklı’dan İstanbul’a gelirken bana dedi ki; “Attilâ ben o şiiri çok sevdim daktilo et de bana ver” dedi. “Ne yapacaksınız?” dedim. “Öğrencilerime okutacağım” dedi. Ben onu anlamadım ve verdim. Kışa doğru Ankara’dan bir mektup geldi bana, “Şiiriniz armağan kazanmıştır, asarız keseriz…” Böyle bir zarf. Birden bu çıktı. Bu çıkınca ben hemen reddetmeyi düşündüm. O zamanlar temasım olan solcu arkadaş Ömer Faruk Toprak Bey, “Deli misin dedi. 1500 lira o zamanlar inanılmaz bir para. Al o parayı, sen yazdığından sorumlusun. Senin yazdığında kötü bir şey yok ki” dedi. Doğru, böyle bir patlamam oldu. Bu patlama olunca Gün hemen ertesi hafta bunu ilan etti. Çünkü, Attilâ İlhan o zamana kadar solcu cenahta meçhuldü. Kimse bilmiyordu Attilâ İlhan’ı. Yalnız Gün biliyordu. “Arkadaşımız Attilâ ilhan kazanmıştır” diye açıkladı olayı.

Ondan sonra Hasan’la solcu öğrenci arkadaşlar vasıtasıyla tanıştık. Çünkü, solcu öğrenci arkadaşlar arasında Edebiyat Fakültesi’nde onun öğrencileri vardı. Hasan Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü’nde Hilmi Ziya ÜLKEN’in asistanıydı. Hasan demiş ki, bu arkadaşı tanımak istiyorum. Ve tanıştık. Bir de meydana çıktı ki, Hasan Osmanbey’ de oturuyor. Biz de bütün gün Suna Pastanesi’ndeyiz, Osmanbey’le burun burunayız neredeyse. Bunun üzerine Hasan başladı pastaneye gelmeye. Belli bir grup oluştu. Hasan da hepimizin hocası, hepimizden büyük o. Bilgisi de bizden fazla tabii o zaman. Böylelikle bir yakınlık doğdu. Ve bu yakınlık çok uzun sürdü Hasan’la aramızda. O kadar dost arkadaş olduk ki biz, Hasan askere giderken, ben Hasan’ın evinde kaldım. Ev boştu. Evi bana emanet etti. Kendisi askere gitti. Elinde işi vardı. Bir çocuğa özel ders veriyordu. O işi de bana devretti. O dersi de ben verdim. O paraları ben kazandım. Ve Hasan’a para yolladım. Yani çok yakındık Hasan’la.

Ne zaman aramızdaki diyalog gevşedi? Şimdi Gerçek çıkarken bir kopukluk oldu. Hasan yetişme tarzı itibarıyla, bizim kadar tabandan militan yetişmiş birisi değildi.
Hasan bir fikir adamıydı daha çok ve bir paşazadeydi. Bunun dedesi paşa. Girit’ten gelmiş bir paşa. O bir paşa ailesinin torunudur. O yüzden biraz rahatına düşkün ve
çekingendi. Gazetede tevkifat olayı başlayınca Hasan çekildi. Korktu. O arada gevşeme oldu aramızda. Tevkifattan sonra yine arkadaşlığa devam ettik. Fakat ben Fransa’ya gittim.

Gittiğimde kopuyordu, geldiğimde ise tekrar bağlanıyordu arkadaşlığımız. En son ben ikinci seyahatten geldiğim zaman, korkunç bir şeyle karşılaştım:
Bizim Sosyalist Partisi davasına, ben Fransa’ da olduğum için, beni tanık olarak sokamamışlardı. Samet AĞAOĞLU’nun yaptığı pravakosyondan sonra. Beni direkt sanık
yapamamışlar. Çünkü benim faaliyetim yokmuş, onun için ben tanık olarak sokulmuşum. Burada olmadığım için de gıyabi tevkif çıkmış hakkımda. Zaten Jöntürk hareketi dolayısıyla gitmiştim. Nâzım’ı kurtarma hareketlerine girdim ben. Ondan da, tevkif kararı vardı. Ben Türkiye’ye dönünce görür-görmez beni tutukladılar, içeri attılar
Ama bir müddet sona yer gösterdik beni serbest bıraktılar. Gıyaben dışardan yargılanmama karar verdiler. O sırada Esat Bey’den bana haber geldi. Dedi ki, “Bizim TSP’ nin mahkûmiyet kararı var. Yargıtay bozmuş. Yeniden yargılama yapılacak, bu bozuklukta sen çok önemli bir rol oynayacaksın. Aman mahkemeye gel.” Tarihi tam
hatırlamıyorum. Yalnız, Hasan’ın başından o sıralar Kıbrıs olayı geçmiş. Kıbrıs’a gitti. Orada hocalık yaptı. Oradan İtalya’ya gitti. İtalya dönüşünde burada yakaladılar onu. Ve
sorguya aldılar. Sorguya dayanamadı ve ondan sonra Hasan aklını kaybetti. Kıbrıs’tan ziyade burada çok eziyet etmişler. Aklı başında değildi çıktığında Hasan’ın. Son
karşılaşmamızda aklı başında değildi.
Mahkemede sorun şuydu: Hasan mahkemeyle ilgili sanıklığında Rus Tass Ajans muhabirlerinin gazeteye geldiklerini söylemiş. Aslında söylememesi gerekiyordu. O, bunu bana atfen söylemiş. Çünkü o yoktu toplantıda. Bunun üzerine de temyiz bozuyor kararı. Diyor ki; “Burada HasanTanrıkut’un bu ifadesi üzerine mahkûmiyet kararı verilmiş. Halbuki asıl şahit olan Attilâ İlhan dinlenmemiş. Bunu da dinleyin.” diye söylüyorlar
Benim mahkemeye gitmem hakikaten çok önemli. Ben tabii hemen gittim mahkeme günü. Esat Bey; “Sen doğrudan doğruya gerçeği söyle. Çünkü çekinecek bir tarafımız
yok. Hasan biraz ürkmüş. Ürktüğünden bunları söylemiş herhalde dedi. Şimdi Hasan’ın ifadesi de artık geçerli olmaz. Çünkü aklı eski durumda değil.” dedi. Mahkemeyi beklerken Hasan çıktı geldi. Boynuma sarıldı. Ben de onun. Biz oturduk konuşuyoruz Hasan’da hiç deli hâl görmüyorum ben. Konuşurken, konuşurken Hasan yavaş yavaş
beni endişelendiren şeyler söylemeye başladı. Meselâ, “Benim de geçen zaman zarfında, ahval-i şahsiyem tespit edildi.” dedi. “Ne gibi” dedim? Meğerse Giritli olan paşa dedesi
Girit’e, Rusya’dan gelmiş. Ve sonradan Türk olmuş. Dolayısıyla Hasan Rus’muş. “Ben Rus olduğuma göre düşündüm. Sovyet konsolosluğuna başvurdum. Beni tanıyın ve bana
Sovyet pasaportu verin dedim.” dedi. Hasan’da bir şahsiyet çatlaması başlamış.
Böyle bir şey yok çünkü. Bunu tamamen kafadan yazmış. Arkasından, “Biliyorsun benim tezi Ziyaettin Fahri Fındıkoğlu reddettiydi. Komünist tez bu diye. Sovyetler birliğinde yakında bu tez yayınlanacak” dedi. Anladım ki Hasan kaymış. Mahkeme başladı. Beni çağırdılar ben girdim. Hâkim sordu, ben de durumu sana anlattığım gibi anlattım. “Ama Hasan Tanrıkut
başka türlü söyledi” dedi. “Hasan Tanrıkut başka söylediyse kendisi yazmış, çünkü olayı benden duydu, ben de ona size anlattığım gibi anlattım” dedim. “Belki de emniyette baskı
yaptılar ona” dedim. Hasan Tanrıkut’u çağırın dedi hâkim. “Hasan Tanrıkut” diye iki defa bağırdılar. Gelmedi. Esat Bey kalktı dedi ki: “Dışarıda, alsınlar getirsinler.” Hasan’ı getirdiler. Hasan protesto ederek geldi. “Bana Hasan Tanrıkut diyorsun. Benim adım Hasan Tanrıkut değildir. Benim adım İvan İvanoviç bilmem ne.” bir Rus ismi söylüyor. Böyle bir durum. Tabi hâkim hemen anladı durumu. Buna iki-üç soru sorduktan sonra meseleyi bağladı ve benim ifademle parti beraat etti. Hasan’ı ondan soma bir daha doğru dürüst görmedim. Çünkü ben ondan sonra İzmir’e yerleştim. 10 sene kadar kaldım. Sonra Ankara’ya gittim ve 7–8 sene Ankara’ da kaldım. O yine buralardaydı. Sokaklarda dolaşan, yarı meczup bir insandı. İki tane mektup yazdı bana. Hangi Batı isimli kitabımı okumuş. Biri onunla ilgili. Ankara’ya yazdı. Eski günlerden bahsediyor. Orada dikkat ettim Hasan Tanrıkut imzasını kullanmıyor. Hasan Ruşen imzasını kullanıyor ki, Doğan Ruşenay imzası da onundur.

CAFER VAYNİ: Tanrıkut nasıl bir insandı?

ATTİLÂ İLHAN: Kendi hesabıma Hasan’ı çok önemserim. Çok ciddi bir adamdır. Ve o da bir İnönü kurbanıdır. İnönü döneminin kurban partililerindendir. Yani solcularındandır. Mehmet Ali Aybar, Mihri Belli, Hasan Tanrıkut, Adnan Cemgil, Behice Boran, Niyazi Berkes… Bunların hepsi üniversiteden atıldı, atanı da söyleyeyim. Dehşete düşeceksin. Hasan Ali Yücel’dir. Herkesin solcu sandığı Hasan Ali Yücel atmıştır. Bir telefon emriyle. Ondan sonra Hasan’ı görmedim. Ölüm haberini gazetede okudum. Ben bir kaç şeyin üstünde ısrarla duruyorum. Hasan’ın bir piyesi vardı: Deli Dumrul. O, piyesin ben birçok bölümünü Hasan’ın ağzından dinledim. Yok. Kayıp. Çok yazık. Felsefi bir piyesti. Sonra tezi Hasan’ın, “Türk Tarihinde Sosyal Tabakalaşma”. Yani, bizim Orta Asya’dan itibaren
sınıflı toplum haline dönüşmemizi inceleyen çok ciddi, güzel bir tezdi. Kayıp.

CAFER VAYNİ: Evli ve bir evlatlığı olduğu söyleniyor. Kiminle evliydi, ne zaman ayrıldılar?

ATTİLÂ İLHAN: Tanrıkut bir defa yakışıklı bir adamdı. Boylu, poslu, yakışıklı, mavi gözlü fevkalade güzel Rumca bilir. Rum kızlarına kur yapardı. Çapkındı. Halk çocuğu değildi. Meselâ Hasan’ı hapse düşmek dehşete düşürüyordu. Fevkalade zengin bir kütüphanesi vardı. O zamana göre. Ben de yararlanırdım evde. Onu tanıdığım sıralarda, evlendiği
karısı onu bırakmıştı. Hasan bunun acısını çekiyordu o sıralar.

O kadını tanımadım. Ama onun hakkında çok şey dinledim Hasan’dan. Karısının kendisinden uzaklaşmasını ve bu sebepten (sosyalistliğinden) dolayı onu bırakmış olmasını Hasan uzun süre hazmedemedi. Çok tedirgin oldu bundan. Yani mutsuz etti
Hasan’ı kadın. Onun için ben kızarım o kadına, tanımadan, bilmeden. Ama o da rahatını seçmiş anlaşılan. Çünkü Hasan’la rahat edemeyecekti. Belli, o yüzden gitti kadın.
Çünkü Hasan’ın kendisi burjuva çevresindendir. Osmanbey’de oturuyordu. Kırağı Apartmanı’nda. Kale gibi bir apartmandı. En az 200 metrekarelik bir dairede oturuyorlardı. Fevkalade rahattılar. Durumları iyi idi. Ne Anadolu’yu bilirdi, ne de başka
şeyi. Askerlik, meselâ gözünde son derece büyürdü. Ankara’ya askere gittiği sırada ben onu teselli ediyordum. “Korkma bir şey olmaz” diye. Askerde de onu levazıma verdiler.

Büyük bir şans. Çünkü levazım mektebi İstanbul’daydı. Ve İstanbul’da yaptı askerliği. Biraz kalem efendisiydi. Daha çok masa başı adamıydı. Halkla insanla çok sık teması
yoktu. Partide de meselâ, işçilerle teması zayıftı. Konuşma yaptığı zaman ilginç kılamazdı konuşmayı, o kadar bilgili adam. Çünkü bir hoca gibi konuşurdu. İşçilerin bunu anlaması mümkün değildi. Bazen konuştuktan sonra partide, “Attilâ yoldaş gelsin anlatsın” derdi. Ben tercüman oluyordum. O, terminolojiye uygun konuşuyordu.
Karşımızdakiler ise tramvay, tütün işçileriydiler. Böyle bir entelektüel yanı vardı.

CAFER VAYNİ: Size katkısı ne düzeyde oldu?

ATTİLÂ İLHAN: Ben kendi hesabıma Hasan’la çok iyi olmuşumdur. Bana katkısı çoktur. Çünkü şairler Türkiye’de kendilerine aynı zamanda çok ciddi bir bilimsel platform gerektiğinin farkından değillerdi. Bizim şairlerimiz şiiri, şairleri ve edebiyatı bilirler. Sanıyorum ki Türkiye’de ciddi ciddi ilk defa tarih, sosyoloji, felsefe ve bunların üzerinde estetik sentez çabasına giren ben varımdır. Ben de bunu tamamen Hasan’a borçluyum. Bana bu formasyonu veren Hasan’dır. “Doğru dürüst bir solcu olmak istiyorsan, hele doğru dürüst bir solcu sanatçı olmak istiyorsan tarih, sosyoloji, iktisat, felsefe bilmek zorundasın. Estetik zaten bilmek zorundasın” deyince ben bu işi çok ciddiye aldım. Çünkü bizde şairlerin düşünmesi pek adetten değildir. Şairler sadece söyler. O yüzden Hasan’ın bende çok büyük etkisi ve yararı olmuştur. Bundan dolayı ona çok minnettarımdır. Onun için de hatırasını yaşatmaya uğraşıyorum. Her zaman çok sevmişimdir Hasan’ı.

CAFER VAYNİ: Hangi dergilerde yazdı. Müstearları var mıydı?

ATTİLÂ İLHAN: Hasan çok dergide yazmıştır. Kaynak dergisinde yazıları çıkmıştır. Çok da dergi çıkartmıştır. Hamle, İnsan, Gün…gibi. Batılılaşma konusu bizim aramızda çok önemliydi. Hangi Batı’yı yazdım ben. Hemen mektubu geldi. Tanzimatçı ve Gazi’nin Batılılaşması. Bu ikisini ayırmak lâzım. Bizde birleşiyor. Tanzimatçı Batılılaşma demek Batının köpeği olmak demek. Şimdi aynı durum oluyor. Gazi’nin yaptığı o değil. Gazi Türk tarihinin ana hatları diye kitap hazırlatmış. İçerisinde Batı’dan bahsetmiyor. Üstünde bile durmuyor Batının. Bu bakımdan çok büyük fark var aydınlarla bizim aramızda. Bu Hasan’la tartıştığımız konulardır o zamanlar. Hasan’ın kafasını bunlar kurcalıyordu. Çünkü Hasan’ın felsefeye de çok yatkın bir kafası vardır. İyi de bir felsefeciydi. Diyalektiğin ne olduğunu
bana biraz olsun Türkiye’de anlatan o oldu. Başka hiç kimse anlatamadı. Bir de Hasan Hilmi Ziya Bey’in materyalist döneminden çok iyi yararlanmıştır. Hilmi Ziya sonra
materyalizmden uzaklaşınca çok kızdı ona Hasan. Onu asla affedemedi.

CAFER VAYNİ: Yabancı dil biliyor muydu?

ATTİLÂ İLHAN: Hasan kesinlikle İngilizce anlıyordu.
Rumcayı su gibi konuşuyor, biliyordu.

CAFER VAYNİ: Tanrıkut’un fikri cephesini anlatır mısınız?

ATTİLÂ İLHAN: Fikri cephesini biraz anlattım. Hasan aslında materyalist değil, yapısı itibarıyla ruhen metafiziğe yatkın bir adamdı. Yani, soyut felsefi spekülasyona kafası çok yatkındı. Meselâ Kaynak’ta çıkan bir yazısı vardı. “Aklın sınırları” diye bir yazıydı. Beni çok etkilemişti. Aklın sınırları üzerine düşünüyordu. Marksist birisi bunu
düşünmez. Ama çok sistemli bir sentez taraftarıydı. Ve aynı şekilde şunu da çok rahatlıkla söyleyebilirim. Benim sentez çabamın gerisinde yine Hasan’ın rolü vardır. Yani; “Bir sanatçının, fikir adamının, aydının mutlaka metoda sahip olması ve o metotta deneysel bir sentez yapması lâzımdır.” Bu tamamen onun düşüncesidir. Ve ben bunu
uygulayan biriyim. Herkes bilir benim sosyalist ve Marksist olduğumu. Ama benim fikirlerim ve tezlerim öteki sosyalist ve Marksistlere benzemez. Neden? Çünkü ben
metodu kendime göre kullanırım. Tartışmaya da hazırımdır gereken insanlarla. Bu tez Hasan’ın da teziydi. Yani, bunu biz tabiri caizse aramızda beraber oluşturduk konuşurken. Çünkü karşımızda şöyle bir şey vardı: O zamanki komünistlerden Jidanov diye bir herif vardı. Rusya da Komünist Parti’nin önemli bir yerinde. Onun bir sanat anlayışı vardı ki;

o sanat anlayışı “Parti ne derse doğrusu odur” idi. Biz buna itiraz ediyorduk. Doğru olan metottu. Ben metodu alır uygularım. Ben bunu yanlış uygularsam, bana söylersin tartışırız. Ama ben metodu senin gibi uygulamıyorum diye beni hapse atamazsın. Rusya’da atıyorlardı insanları hapse. Buna biz karşı çıkıyorduk. Böyle bir özgürlükçü yanı vardı Hasan’ın da.

CAFER VAYNİ: Tanrıkut’la ilgili olarak sizden başka, kimlerden bilgi, belge vs. edinebilirim?

ATTİLÂ İLHAN: Benden başka artık onu hiç kimsenin tanıdığını sanmıyorum. Birkaç arkadaşı vardı. Aslan Kaynardağ öğrencisidir. Ona gidip sorabilirsin. Zeki Pakyürek diye bir çocuk vardı öğrencisiydi. Ama nerede şimdi bilmiyorum. Bir de emin değilim ama
Sosyal Yayınları’nın sahibi Enver Aytekin vardı. Belki o da sana bazı isimler söyleyebilir. Bunlardan belki bir şeyler çıkar. Bunun dışında Hasan için
söyleyebileceğim en önemli şey şudur: Türkiye’de Hasan yalnız sosyalizmin değil, hür düşünüşün de misali. Hür düşünmek istiyordu adam. Feda ettiler.

CAFER VAYNİ: Esat Adil’le ilgili başka söyleyecekleriniz var mı efendim?

ATTİLÂ İLHAN: Esat Bey’le tanışıklığımız aynı yerlerden başlıyor. İnsan olarak fevkalade iyi bir insandı. Çok yumuşak, hoşgörülü. Çok ta büyük dramlar vardır hayatında. Eşi delirmişti. Tımarhanedeydi. Oğlunun da bir dramı oldu sanıyorum. Sonra yalnız başına yaşıyordu. Buna rağmen Esat Adil, Sarı Mustafa’nın yaşlılığında ölünceye kadar ona yardımcı oldu. Partinin içinde başı sıkışan herkese yardım etmeye çalışırdı. Hafif bir duyma zoru vardı kulağında. O yüzden de alçak sesle konuşurdu. Meselâ iyi bir hatip değildi. Partide
konuşurken, sesini arkadakiler duyamazlardı. Böyle bir insandı. Sosyalizmi biliyordu. Fakat ağır basan yönü sosyalistlikten çok demokratlığıydı. Yani, Türkiye’deki faşist yönetime karşı demokrasiyi savunuyorlardı aslında. Tezlerine ve gazetelerine bakarsan daha çok bunu görürsün.

CAFER VAYNİ: Hürriyeti savunuyorlar.

ATTİLÂ İLHAN: O zaman biz hürriyet davasındaydık. Çünkü Türkiye’de hürriyet yoktu. Önce hürriyet olacak ki, sonra sosyalizmi savunabilirsin. Bu zaman yazdığım şiirlerde hep hürriyet diye bağırmışım. Bir şiir yazıyorum. İçinde “işçilerin otomatik çekiçleri” diye bir yer geçiyor. Yaşar Nabi Nayır basmıyor şiiri. Hâle bak. “İşçiler” geçiyor diye basmıyor. Bu derece büyük bir baskı var üstümüzde. O yüzden, o zaman hep beraber hürriyeti savunuyorlardı. Hürriyet geldikten sonra sosyalizmi savunuyorlardı. Sosyalist düşünceleri de söylediğim gibi ikinci Enternasyonale daha yakındı. Üçüncü Entenasyonele değil. Bu yüzdende aramızda hır çıkıyordu bazen. O daha özgürlükçü bir sosyalistti. O zaman Stalin dönemi düşünülürse, komünistler çok totaliterdiler. Fikir durumu buydu.
1950’den sonra pek yazdığını sanmıyorum Esat Bey’in. Daha çok dava ve
hapishanelerle uğraştı. Yazdıkları da daha ziyade fikri değil, geçinmek için olmuştur. Çünkü küstü. Hayata küstü. Müstearı, Adiloğlu idi. Ateistliğini bilmiyorum. Hiç konuşmadım.

CAFER VAYNİ: Hasan Tanrıkut ateist miydi?

ATTİLÂ İLHAN: Tanrıkut’un ateist olması gerektiğini düşünüyorum. Bu konuda açık bir konuşmamız olmadı. Yalnız onun da, benim de şöyle bir tanrımız vardı. Ki o tavrı ben hâlâ korurum. Yani, sen inanmayabilirsin, ama başkalarının inancına saygı göstermek
zorundasın. Bizim düşüncemiz buydu. Bize göre sosyalizmin içindedir bu. Rusya’daki yanılgı budur. Sonra, ben aynı şeyleri çok açık olarak yazdım. Bu yanlıştır böyle bir şey
olmaz. Sen inanmayabilirsin. Ama herkesi böyle göremezsin. O, onun bireysel sorunu. Sana ne.

CAFER VAYNİ: Esat Adil’i başka kimlere sorabilirim?

ATTİLA İLHAN: Esat Bey’le ilgili Orhan’dan (Müstecabi) bilgi edinebilirsin. Sadık Alboran’dan edinebilirsin. Mahmut Erhan’dan sağsa edinebilirsin diyemeyeceğim. Çünkü Mahmut Erhan’la yakınlığı yoktu. O profesyonel gazeteci olarak gelmişti Gerçek’e. Sonradan da onun milli istihbaratla çalıştığı gibi bir laf çıktı. Yani gazetenin içinde milli istihbaratın
casusuymuş gibi bir laf çıktı.

CAFER VAYNİ: 1946’da Esat Adil, Rusya ile ilişkisi var diye suçlanıyor. Siz buna ne dersiniz?

ATTİLÂ İLHAN: Rusya’yla ilişkisi bu söylediğim gazetecilerden dolayı.

CAFER VAYNİ: Esat Adil’in vefatıyla ilgili neler söylersiniz?

ATTİLÂ İLHAN: Esat Adil’in ölümünde ben burada değildim. Sonradan duydum. Metin Erksan onu bilir. Hatta benim için yazdığı yazıda da bahsediyor Esat Adil çok iyi bir adamdı, arşivi şunun-bunun elinde kaldı diye. Metin biraz daha iyi biliyor. Galiba o zaman, aynı taraflarda (Cihangir) oturuyorlardı. O daha iyi biliyor.

CAFER VAYNİ: O sıralarda Nurullah Ataç’la polemiğiniz sun’i miydi?

ATTİLÂ İLHAN: Nurullah Ataç’la Gerçek’teki polemiğim çok ciddidir. Mesele şuydu. Ben CHP sanat armağanını kazanırken, biliyorsun kendi arzumla bu yarışmaya katılmış değilim. Aile beni katmış ve ben armağanı kazanmış oldum. “CHP’nin şairi” diye bir adam çıktı ortaya. Hasan sayesinde anlaşıldı ki CHP’nin falan değil. Derhal CHP de bunu gördü. O zaman bana Faruk demişti ki, CHP’nin dergilerine gönder şiirlerini çünkü para da veriyorlar. Hepimiz parasızız çünkü. Ben Ülkü dergisine ve İstanbul dergisine birer şiir gönderdim. Çıktı. Fakat sonradan Hasan’ın Gün’de açıklaması çıkar çıkmaz ondan sonraki şiirlerimin hiçbirini koymadılar. Çok yıllar sonra, 1970’li yıllarda, ben İzmir’ de gazetecilik yaparken -Demokrat İzmir gazetesinin genel yayın müdürüyken- Behçet Kemal Çağlar İzmir’e gazeteyi ziyarete gelmiş. Orada benim o işi yaptığımı bilmiyormuş. Beni tanıyınca, “Yahu ben sizi kaç seneden beri tanımak istiyorum.” dedi. Ve bir olay anlattı. Anlattığı olay şu: Meğerse beni o zaman ikinci seçen jüride o da varmış. Jüride namzet şiirleri okuyan Behçet Bey’miş. Bana o işin nasıl yürüdüğünü ve benim o armağanı nasıl kazandığımı anlattı. Çünkü o armağanın bir özelliği vardı. İsimle katılınmıyordu. Rumuzla katılınıyordu, ismin etkisinde kalınmasın diye. Amcam da beni hangi rumuzla katmış haberim bile yok. Oradan şiirleri okuyorlar
Benim “Gavur Dağlarından Rivayet” şiirlerimin “Cabbaroğlu Mehmet” isimli olanıdır. “Senin şiirin geldi önüme.” dedi. Vakit epey ilerlemiş. Okumaya başladığımda jürideki herkes -yorgun ve bir kısmı yaşlı- uyukluyordu. Ben senin şiirini okurken Nurullah Ataç şöyle bir kaldırdı kafasını. Dedi ki, bir daha oku, baştan oku ve herkesi dürttü. Bu şiir enteresan bir şiir. Millet dinledi şiiri. Ataç benim şiir üzerinde yapışıp kalmış. Ve “Bu şiir birinci olmalı” diye tutturmuş. Hâlbuki aynı armağana katılmış başka şairler var ve onlar tanınan kişiler. Ben, daha o sıralar lisede okuyorum. Komünistlikten kovulmuş zar zor okuyan bir çocuktum. Bunların içerisinde Fazıl Hüsnü Dağlarca, Cahit Sıtkı Tarancı var. Sonradan öğrendim ki, ortalıkta ne kadar şair varsa hepsi katılmış. Birincinin armağanı olan 2000 lirayı almak için. Şimdi ondan sonra büyük tartışma çıkmış. Şiir tarzından Fazıl’ı, Cahit’i tanıyorlar. Diyorlar ki, “Cahit varken, bu tanımadığımız bir herif. Bunu biz birinci nasıl yaparız.” Tartışma kıyamet, Bu tartışma sürerken o kadar şiddetle ve şirretle (şirret bir adamdı Ataç çok) tepinmiş ki mecbur olmuşlar beni ikinci ilan etmeye, birinci yapamamışlar. Üçüncü de Fazıl’ı yapmışlar ve böylece sonuçlanmış. Ve ilân edildikten çok kısa süre sonra da ben kitap yayınladım. Benim kitabım çıkar çıkmaz ilk övücü yazıyı da Ataç yazdı. Şimdi beni çok öven ve tutan bir adam bu. Ben çıkıyorum. Onun yazdığı yazılara tepeden aşağı giydiriyorum. Kafasının tası attı. Ondan sonra biz uzunca bir süre tartıştık birbirimizle. Müthiş hakaretler ederdik birbirimize. Çünkü duygusal bir adamdı Ataç. Mantıklı değildi. Onun için çok ciddi bir tartışmadır o. Yani, hayal kırıklığına uğramıştı bende. “Ben bu adamda neler buldum. Komünist çıktı alçak.” Buna kızıyordu.

CAFER VAYNİ: Propagandist bir tarzınız var gibi geldi bana. Sizce de öyle misiniz?

ATTİLÂ İLHAN: Benim uzmanlık dalım söylediğim gibi propaganda ve ajitasyon.

CAFER VAYNİ: Saadet Hepimize Mahsustur romanında Atilla İlhan kendisini mi anlatıyor?

ATTİLÂ İLHAN: Saadet Hepimize Mahsustur da kendimi anlatmıyorum. Saadet Hepimize Mahsustur benim ilk romanım değildir. Dördüncü veya beşinci romanımdır. Benim ilk yayınlanan romanım Sokaktaki Adam onuncu romanındır. On tane yazdım ben daha evvel. Beğenmedim. Saadet Hepimize Mahsustur’u da nitekim beğenmedim, yarıda bıraktım. O nedenle neşretmedim. Bu daha çok o zamanlar okuduğum Emile Zola ve Balzac’ın etkisindedir. Yani, 19. asrın roman tekniğiyle yazılmak istermiş bir romandır. Tabi önemli yanı şu. O yaşlarda bir adamın -20’li yaşlardayım- bu kadar kapsamlı bir konuyu yazmaya kalkışması ilginç. Orada iki-üç aile alınmıştır. Her birinin kendi ilişkileri, birbiri arasındaki ilişkileri tartışılır. Kendimi anlatmadım. Saadet Hepimize Mahsustur’da.

Ben hiç bir romanımda kendimi anlatmadım. O, ilk kitapları yayınlamamamın sebebi bu. İlk romanda insanlar kendilerini anlatırlar. Kendimi anlatan bir roman
yazmak istemiyordum. Onun için ilk romanları harcadım ben. Bunda acaba ben mi varım? diye. Ama buna, insanlar o kadar alışmışlar ki, Sokaktaki Adam çıktığı zaman onun kahramanını ben sandılar. Ve bana gelirlerdi. Abi ya hadi gel, seninle sabaha
kadar içelim derlerdi. Hâlbuki ben içki içmiyorum. Yani o yüzden, o yanılgı oldu. Yalnız, ben yazdığım kahramanların havasına girerim. Ve çok somut yazarım. İnsanlar
çok somut olarak ortaya çıkarlar. Mesela O Karanlıkta Biz’i okursan göreceksin. Orada Ahmet Ziya diye bir komünist lider tipi var. Birçoğu onu ben sanmışlar. O da ben
değilim. Çok detaylı ve gözünün önüne gelebilecek bir biçimde anlatıyorum. O zaman sanıyorlar, diyorlar ki bu olsa olsa kendisi. Hayır, değil. Kendim hiç bir romanımda yokum aslında, olduğum gibi. Sanıyorum hepsini cevaplandırdık.

CAFER VAYNİ: Evet efendim.

ATTİLÂ İLHAN: Takıldığın yer olursa telefon et. Esat Adil’le ilgili Enver Aytekin de konuşabilir. Balıkesir’de bir arkadaş onun Belçika’ya gitmeden evvel, Balıkesir’de dergilerde çıkan yazılarını topluyor. Onun adı İbrahim Oluklu ve orada Milli Eğitim Müdürlüğü’nde bulabilirsin. Balıkesir’deki üniversitede de hocalık yapıyor. Tezde hayli ilerlemişsin Çok iyi.

CAFER VAYNİ: Çok teşekkür ederim efendim.

ATİLLÂ İLHAN’IN BİYOGRAFİSİ
ATTİLÂ İLHAN’IN BİYOGRAFİSİ

15 Haziran 1925’te Menemen’de doğdu. İlk ve orta eğitiminin büyük bir bölümünü İzmir ve babasının işi dolayısıyla gittikleri farklı bölgelerde tamamladı. İzmir Atatürk Lisesi birinci sınıfındayken mektuplaştığı bir kıza yazdığı Nâzım Hikmet şiirleriyle yakalanmasıyla 1941 Şubat’ında, 16 yaşındayken tutuklandı ve okuldan uzaklaştırıldı. Üç hafta gözetim altında kaldı. İki ay hapiste yattı. Türkiye’nin hiçbir yerinde okuyamayacağına dair bir belge verilince, eğitim hayatına ara vermek zorunda kaldı. Danıştay kararıyla, 1944 yılında okuma hakkını tekrar kazandı ve İstanbul Işık Lisesi’ne yazıldı. Lise son sınıftayken amcasının kendisinden habersiz katıldığı CHP Şiir Armağanı’nda “Cebbaroğlu Mehemmed” şiiriyle ikincilik ödülünü pek çok ünlü şairi geride bırakarak aldı. 1946’ta mezun oldu. İstanbul Hukuk Fakültesi’ne kaydoldu. Üniversite hayatının başarılı geçen yıllarında Yığın ve Gün gibi dergilerde ilk şiirleri yayınlanmaya başladı. 1948’de ilk şiir kitabı Duvar’ı kendi imkanlarıyla yayınladı.

1949 yılında, üniversite ikinci sınıftayken Nâzım Hikmet’i kurtarma hareketine katılmak üzere ilk defa Paris’e gitti. Bu harekette aktif rol oynadı. Fransız toplumu ve orada bulunduğu çevreye ilişkin gözlemleri daha sonraki eserlerinde yer alan bir çok karakter ve olaya temel oluşturmuştur. Türkiye’ye geri dönüşünde sıklıkla başı polisle derde girdi. Sansaryan Han’daki sorgulamalar ölüm, tehlike, gerilim temalarının işlendiği eserlerinde önemli rol oynamıştır. Bir kaç kez gözaltına alındı.
1951 yılında Gerçek gazetesinde bir yazısından dolayı hakkına soruşturma başlayınca Paris’e tekrar gitti. Fransa’daki bu dönem Attilâ İlhan’ın Fransızca’yı ve Marksizmi öğrendiği yıllardır. 1950’li yılları İstanbul – İzmir – Paris üçgeni içerisinde geçiren Attilâ İlhan, bu dönemde ismini yavaş yavaş Türkiye çapında duyurmaya başladı. Yurda döndükten sonra, Hukuk Fakültesi’ne devam etti. Ancak son sınıfta gazeteciliğe başlamasıyla beraber öğrenimini yarıda bıraktı. Sinemayla olan ilişkisi, yine bu dönemde, 1953’te Vatan gazetesinde sinema eleştirileri yazmasıyla başlar.

1957’de gittiği Erzincan’da askerliğini yaptıktan sonra, tekrar İstanbul’a dönüş yapan Attilâ İlhan sinema çalışmalarına ağırlık verdi. 15’e yakın senaryoya Ali Kaptanoğlu adıyla imza attı. Sinemada aradığını bulamayınca, 1960’ta Paris’e geri döndü. Sosyalizmin geldiği aşamaları ve televizyonculuğu incelediği bu dönem, babasının ölmesiyle birlikte yazarın İzmir dönemini başlattı. Sekiz yıl İzmir’de kaldığı dönemde, Demokrat İzmir gazetesinin başyazarlığını ve genel yayın yönetmenliğini yürüttü. Aynı yıllarda, şiir kitabı olarak Yasak Sevişmek ve Aynanın İçindekiler serisinden Bıçağın Ucu yayınlandı. 1968’te evlendi, 15 yıl evli kaldı.
1973’te Bilgi Yayınevi’nin danışmanlığını üstlenerek Ankara’ya taşındı. Sırtlan Payı ve Yaraya Tuz Basmak ‘ı Ankara’da yazdı. 81’e kadar Ankara’da kalan yazar Fena Halde Leman adlı romanını tamamladıktan sonra İstanbul’a yerleşti. İstanbul’da gazetecilik serüveni Milliyet ve Gelişim Yayınları ile devam etti. Bir süre Güneş gazetesinde yazan Attilâ İlhan, 1993-1996 yılları arasında Meydan gazetesinde yazmaya devam etti. 1996’dan 2005’e kadar Cumhuriyet gazetesindeki köşesinde yazdı. 1970’lerde Türkiye’de televizyon yayınlarının başlaması ve geniş kitlelere ulaşmasıyla beraber Attilâ İlhan da senaryo yazmaya geri dönüş yaptı. Sekiz Sütuna Manşet, Kartallar Yüksek Uçar ve Yarın Artık Bugündür halk tarafından beğeniyle izlenilen diziler oldu. Attilâ İlhan, 10 Ekim 2005 tarihinde geçirdiği bir kalp krizi sonucu hayatını kaybetmişti.

VAYNİ, Cafer

Toplumbilimci. 5 Mart 1968, Gülyalı / Ordu doğumlu. İlk ve ortaokulu Gülyalı’da okudu. Ordu Lisesi (1985), İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü (1994) mezunu. Aynı yıl Prof. Dr. Ümit Meriç nezaretinde yüksek lisans çalışmalarına başladı. 1998 yılında Türkiye Sosyalist Partisi ve yayın organları Gerçek ile Gün gazetelerini ele aldığı tezi ile yüksek lisansını tamamladı. Halen İstanbul’da sosyoloji öğretmenliği yapmaktadır. Genç Sosyologlar Derneği, Türkiye Yazarlar Birliği üyesidir. Yazı çalışmalarına 1992’de, Yeni Düşünce gazetesinde başladı. Sonraki yıllarda dizi yazı, röportaj, makale ve denemeleri Yeni Şafak, Zaman, Gündüz ve Muhalif gazeteleri ile; Avaz, Sandal, Kültür Dünyası, Türk Edebiyatı, Genç Erenler, Alperen, Genç Arkadaş, Ülkü Ocağı, Ülkü Ocakları, Ülke ve Çerçeve dergilerinde yayımlandı. Kültür Dünyası dergisinin 1997 yılı açtığı yarışmada deneme dalında mansiyon aldı.

2003 yılında Prof. Dr. Ümit Meriç ve Dr. Ayşenur Kurtoğlu ile birlikte İstanbul Büyükşehir Belediyesi adına Kentli Yaşam Kılavuzu’nu hazırladı.Bu kılavuzda yazdıkları İstanbullu olmanın 34 altın kuralı, İstanbul Televizyonu’nun test yayını aşamasında uzun süre yayımlanarak “kentli olmak yönünde” önemli katkı sağladı.

Kaynak:www.sanatalemi.net

 

Attila İlhan: İşimiz kafa karıştırmak

“Kimi Sevsem Sensin” ve “Attila İlhan’a mektuplar”la ortalığı karıştıran İlhan’la NTVMSNBC’ye özel bir söyleşi yaptık.

“Başka şiir kitabı yayınlamayacağım, ona karar verdim. Bundan sonra şiir yazarsam kitabın yeni baskılarına koyacağım. Çünkü bir insanın otuz tane şiir kitabı olması güzel bir şey değil gibi geliyor bana. Benim 12 kitap oldu. Allah bereket versin, yeter. Burada bağlansın diye düşünüp “bütün bir ömrün özeti” dedim. Yoksa veda etmek gibi dramatik şeyleri sevmem ben.”

M.S. Polat- Vaktiyle, “bilinç aydını – inanç aydını” ayrımı yapardınız. Yaşanılan son gelişmelerden sonra da devam ediyor mu bu ayrım? “Bilinç aydını” kaldı mı memlekette?

Attila İlhan- Biz de bilinç aydını olamıyordu ki zaten. En bilinç aydını olması gerekenler solculardı. Onların da hali ortada. Bizim solcuların kimi Çin solcusudur, kimi Arnavut solcusudur. Bu ne demek? Adamlar bunlara inanıyor demek. Dolayısıyla, onlar da inanç aydınıdır. İnanç aydınlığından kurtulamadığımız için bütün bu dramları yaşıyoruz zaten. İnek solculuğu yaparsan, doğruluğunu yanlışlığını sorgulamadan bir şeye inanıp peşinden gidersen olacağı budur. Bir başka ülkedeki liberalliği burada uygulamaya kalkmanın da bundan farkı yoktur. Yani o da inek liberalliğidir. Türkiye’nin şartları içerisinde bir metodu uygulayıp hangisini yapmamız gerektiğini tartışarak bulmalıyız doğru yolu.

M.S. Polat- Sosyalizm, Türk solcularından çektiği kadar kimseden çekmedi galiba…

Attila İlhan- İş öyle bir hale geldi ki, ben şimdi onlara “korucu” diyorum. Dağlardan, kırlardan çiçek topluyorlar, ormanları sağlam tutmaya çalışıyorlar. Sosyalizmin her şeyden önce sınıfsal bir şey olduğunu akıllarına getirmiyorlar, kalkıp çevrecilik yaparak kendilerini kandırıyorlar. Utanmadan bir de nükleer enerjiye karşı çıkıyorlar. Nükleer enerjiye karşı çıkmakla, Gütenberg’in matbaasına karşı çıkmak arasında ne fark var Allah aşkına? Bunlar solculuğun filan farkında değiller ki; kim eşek, bunlar semer…


“BAĞIMSIZ AYDIN YOK

M.S. Polat- Türkiye’de aydın olmak, hep belli rantların paylaşımcısı olmak anlamına geldi bugüne kadar. Mabeyin Kalemi de öyleydi, Tercüme Odası da. Sağcısı da pay aldı hükümetlerden, solcusu da. Katılıyor musunuz bu görüşe, katılıyorsanız neye bağlıyorsunuz?

Attila İlhan- İntisapla yürüyor bu işler. Osmanlı’da da böyleydi, Cumhuriyet’te de sürdü. “İsmet Paşa’nın adamı, Celal Bayar’ın adamı” ne demek, ona intisap etmiş adam demek. O iktidardaysa, ona intisap eden adam da gayet rahattır. İktidardan düştüğünde ise o da düşer iktidardan. Bundan kurtulmadıkça ne bağımsız aydın çıkar ortaya, ne de çağdaş olabiliriz. Adam ben bağımsız aydınım diyor, dibini bir kurcalıyorsun, bilmem nerede, kiminle bağlantısı çıkıyor ortaya.

M.S. Polat- İslâmcı aydınların ortaya çıkışı, geleneksel Batıcı aydınların kendilerine biraz çeki düzen vermelerine yol açtı galiba. Galiba bir de aydın – halk kopukluğunu daha net bir biçimde serdi gözler önüne. Nasıl değerlendiriyorsunuz bu durumu?

Attila İlhan- İslâmcı aydınları küçümseyerek en büyük hatayı yaptı Batıcılar. Onları cahil, bilgisiz, hiç bir şey okumaz – yazmaz zannettiler. Halbuki, bugün onların bilgi kapasitesi, Batıcı sayılanlardan çok daha yüksek. Bu açıkça görülüyor. Edebiyatta da öyle. Benim kitaplarımda yazdığım şeyleri, İslâmcı bir aydınla daha rahat konuşuyoruz. İslâmcı aydınların bir başka dramı var. O çok belli. İslâmi kesim, bütün bilgi birikimine rağmen, henüz ümmet dönemi koşullarını aşabilmiş değil. Halbuki biz millet olmuşuz. Millet olduğun zaman mantık değişiyor. Bizim İslâmcıların bilhassa kadına bakışında bu mantık değişmiyor. Çocuk yapıp yemek pişirecek kadınlar arıyorlar hâlâ. Halbuki, İslâmcı kadın bunu istemiyor. O mücadele etmek, mesleğinde bir yerlere gelmek istiyor. “Sen erkek kadavrasına baktın” diye tıp fakültesinde okuyan sevgilisinden ayrılan İslâmcı erkekler biliyorum ben. O zaman niye okutuyorsun bu kadını?

“KADIN ŞAİR SAYISINDA TUHAF BİR ARTIŞ VAR”

M.S. Polat- Şuâra taifesi, nicelik olarak sürekli bir artış kaydediyor. Aynı artış, nitelikte de mevcut mu? Yaşayanlar arasında “ustalık” katına ulaştığını düşündüğünüz şairler var mı?

Attila İlhan- Şiirde çok üzgünüm, kalabalığı yakalamış, Türk halkını yakalamış bir şair göremiyorum. Böyle bir isim yok. Yalnız kadın şair sayısında tuhaf bir artış görüyorum. 40’larda, 50’lerde böyle bir şey yoktu. Şimdi artık her tarafta bir kadın şaire rastlamak mümkün. Aralarında yetenekliler de var.

M.S. Polat- Bu moda olarak algılanmıyor mu bu?

Attila İlhan- Bir kısmı moda olarak başlıyor işe. Devrik cümle yazınca mısra oldu sananlar var elbette. Ama aralarında yetenekli olanlar da var.

Hikâyede bir düşme var. Bu postmodernizm çocukların kafasını karıştırdı. Şimdi, postmodernist hikâye diye aslında hikâye yazmamaları lazım geldiğini düşünüyorlar. O zaman da ortaya inanılmaz aşureler çıkıyor. Ne bulurlarsa içine koyuyorlar. Bununla okur bulabilmeleri çok zor. Medyanın iteklemesiyle bir şeyler çıkabilir ama medya dürtüsüyle çıkan okur da sağlam okur değildir. Roman da ise sabırlı insanlar var. Romanda beni özellikle iki alan sevindirdi. İlki polisiye. Polisiye yoktu Türk edebiyatında. Şimdi var ve fena da gitmiyor, yetenekli çocuklar mevcut. Diğeri ise science-fiction yani bilim kurgu. Bu da iyi. Ama roman gibi roman dersek eğer, Mehmet Eroğlu ile Orhan Pamuk var. Orhan, bana sorarsan eğer, “Cevdet Bey ve Oğulları” çizgisini geliştirerek götürseydi, şimdi edebiyat tarihinde çok mûhkem bir yerde olurdu. Halbuki şimdi değil. Geleceğinden pek emin değilim. O da sanırım bunun sıkıntısını yaşıyor. Mehmet Eroğlu’nun son kitabını tam olarak okuyamadım. Onun da artık eski çizgisini zenginleştirmesi gerekiyor. Ama elimizi kalbimize koyup konuşalım: Yaşar Kemal’in, Orhan Kemal’in, Samim Kocagöz’ün, İlhan Tarus’un ortaya çıktıkları dönemdeki zenginlik var mı? Yok ne yazık ki. Belki isim daha fazla şimdi ama herkes aynı tür şeyler yazıyor. Bu tam bir fakirlik, eskisi zenginlikti.

“BEYAZ TÜRKLER’İN YAŞADIĞI YERLERDE YAŞAYAMIYORUM”

M.S. Polat- İzmirli’siniz ama en İstanbullu şairden daha ziyade İstanbul şairisiniz. Nedir İstanbul’la aranızdaki ilişki? “Ulan istanbul ben senin oğlun değil miyim” dediğiniz oluyor mu hâlâ, yoksa barıştınız mı kendisiyle?

Attila İlhan- İstanbul’un bazı yerleriyle barışığım, bazı yerleriyle değilim. “Beyaz Türkler”in yaşadığı yerlerde yaşayamıyorum ben. Çünkü orada bize Hintli muamelesi yapıyorlar. Ama Emirgan’a gittiğim zaman çok rahatım. Beşiktaş pazarında da gayet iyiyim söz gelişi.

M.S. Polat- Medyanın edebiyatçıları, edebiyatçıların medyayı kullanma biçimi hakkında neler düşünüyorsunuz? Batı türü bir pazarlama mantığının ürünü mü bu?

Attila İlhan- Bunu aslında medya yarattı. Medya ciddi konulardan kaçmanın yolunu burada buluyor. Türkiye’yi birinci dereceden etkileyen önemli konular var. O konuların üzerine gidilmesi lazım. Ama giderse hükümetle arasını bozacak. Bunun çaresini, incir çekirdeğini doldurmayan şeyleri ortaya çıkarıp büyütmekte buluyor. Sayfan çoksa, bunu da gayet rahat yapabilirsin. Edebiyatçıları da mankenler gibi kullanıyorlar. Buna teşne olan edebiyatçılar her zaman çıkar zaten. Çünkü medya vasıtasıyla ortada görünmek de bir hastalık.

“BEN İSTENMEYEN ADAMIM HEMEN HER DEVİRDE”

M.S. Polat- Kitaplardan söz edelim biraz da. “Hemen her devirde istenmeyen bir adam” olduğunu söylüyorsunuz. Gerçekten böyle bir tavır alındı mı size karşı? Alındıysa şayet, sebebi neydi bunun? Yoksa, “hemen her devirde” aydınlar tarafından istenmeyen bir adam olduğunuzu mu ifade etmek istiyorsunuz?

Attila İlhan– Şimdi, ben önce komünist, daha sonra da şair ve yazar oldum. Marksizm önce gelince, doğal olarak bir metod sahibi oluyorsun. Bu metod, dünyada durduğunuz yeri de, dünyaya bakışınızı da belirliyor. Önce şair ve yazar olup, sonra Marsizm’e soyunanlarda böyle bir metod kavrayışı yoktur. Zaten ben de bu nedenle, öteden beri Türkiye’de asıl sorunun aydınların yabancılaşması olduğunu anlatıp duruyorum. Türk aydını oldum olası bir Batı projeksiyonu içerisindedir. Böyle bir şeye yani bir “Batı medeniyeti” olduğuna da inanır. Halbuki orada “Batı medeniyeti” diye bir şey yok. İngiltere var, Almanya var, Fransa var. Herkesin kendi kültürü, kendi medeniyeti var. Bunu gördüğün zaman, “Batı’ya Batı’da yaşayanlar inanmıyor da biz niye inanıyoruz?” diye soruyorsun ister istemez. Bu da adamları rahatsız ediyor. Mustafa Kemal’de Batıcılık diye bir şey yok, “çağdaşlık” diye bir şey var. Durmadan “muasırlık”tan bahsediyor adam. İşleri karıştıran İsmet Paşa. Onunla birlikte yeniden tanzimatçılığa dönüyoruz biz. Tanzımatçıların hepsi Batıcı çünkü. Batıcı aydınlar bunun için hiç sevmez beni. E, ben solcuları da eleştirdim, “siz solculuğu bilmiyorsunuz” dedim. Onlar da kızdı bana. Herkesin ayağına bastım ben, herkesin rahatını kaçırdım. Onun için sevmezler beni. Ben son üç aydır yine inanılmaz şeyler yazıp söylüyorum. Biri çıkıp, “Yahu bu adam yanılıyor, yalan söylüyor, bu işler böyle değil” dese ya. Bunu söyleyemiyorlar. Hiç unutmam, bir gün bir arkadaş, “Sürekli kafa karıştırıyorsun, vazgeç artık” dedi. Bizim asıl işimizin kafa karıştırmak olduğunu çoktan unutmuş adam…

“HALK SEVER BENİ”

M.S. Polat- “Hemen her devirde istenmeyen bir adam” olduğunuzu söylüyorsunuz ama madalyonun bir de arka yüzü var. Çünkü, bir yandan da, “hemen her devirde el üstünde tutuldunuz.” Şiir kitapları, romanlar, tv dizileri, “Hangi…” serisi. Son günlerde de yine gündemin baş köşesindesiniz. Bir çelişki mi bu, yoksa başka bir şeyin göstergesi mi?

Attila İlhan- Halk sever beni. Ama Türkiye’de aydın kesim içerisinde etkili olan kişiler, kesinlikle benden hoşlanmazlar, bana karşıdırlar. İşte “Attilâ İlhan’a Mektuplar” kitabının patırdı çıkarmasının sebebi de budur. Bana yazdıklarının ortaya çıkmasıyla çok mahcup oldular. Çünkü her yerde çok başka türlü konuşuyorlar. Ama halk başından beri benim yanımdadır. Ben mesala bu şiir kitabını çıkarırken alâka göreceğini düşünüyordum ama on günde on bin satacağını sanmıyordum.

M.S. Polat- Ama Ertuğrul Özkök’ten Doğan Hızlan’a kadar herkes söz etti kitaptan…

Attila İlhan- Peki de bu neden böyle oldu? Son zamanlarda benim yazdığım yazıların bir kısmı, bazı “Beyaz Türkler”i de sarsıyor anlaşılan. Bakıyorlar, okuyorlar, “Yahu herif doğru söylüyor galiba” demeye başlıyorlar. Çünkü insanların ofsaytta oldukları, sürekli yanlış şeyleri savundukları ortaya çıkıyor.
“BAŞKA ŞİİR KİTABI YOK”

M.S. Polat- 76 yaşındayken, bu kadar çok kişinin “şair” olduğu bir ülkede, üstelik bir şiir kitabıyla gündemi belirlemek nasıl bir duygu, neler hissediyorsunuz?

Attila İlhan- Doğrusunu istersen bende böyle bir taraf yoktur. Ben bir kitabı bitirdikten sonra ona olan alâkam hemen ikinci plana düşer. Akibeti hakkında bir fikrim var. Biliyorum ki bu kitap çıkar, belirli bir sürede biter ve yenisi basılır. Ama böylesine sansasyon yapıp ortalığı yıkacağı aklımın ucundan bile geçmemişti. Bununla birlikte, bu kadar iyi iş yapmış olması da benim düşüncemi değiştirmiyor. Çünkü, ben o ara yeni yazmakta olduğumla uğraşıyorum, o beni daha çok ilgilendiriyor.

M.S. Polat- “Kimi Sevsem, Sensin” kitabının böyle bir yaygınlık kazanmasını neye bağlıyorsunuz?

Attila İlhan- Benim son zamanlarda gördüğüm bir şeyi doğruluyor bu: Bizim halkımız 35 – 40 yıldır başında boza bişiren politikacıların, sanatçıların, medyanın söylediklerinden bıkmış vaziyette. Başka şeyler söyleyen insanlar arıyor ve ben onlardan biriyim.

M.S. Polat- Kitabın kapağında “Bütün bir ömrün özeti” olduğuna dair bir uyarı var. Bir veda anlamı mı taşıyor bu uyarı?

Attila İlhan- Veda değil. Başka şiir kitabı yayınlamayacağım, ona karar verdim. Bundan sonra şiir yazarsam kitabın yeni baskılarına koyacağım. Çünkü bir insanın otuz tane şiir kitabı olması güzel bir şey değil gibi geliyor bana. Benim 12 kitap oldu. Allah bereket versin, yeter. Burada bağlansın diye düşünüp “bütün bir ömrün özeti” dedim. Yoksa veda etmek gibi dramatik şeyleri sevmem ben.

“BENİM HAYAT TARZIM SOLCUDUR”

M.S. Polat- “Sevmek için geç, ölmek için erken” şiiri de bir hayıflanma ihtiva ediyor sanki. Çünkü hep öyle değil midir, sevmeye hep biraz geç kalırız, her ölüm de esasen erken ölümdür…

Attila İlhan- O özel olarak benimle ilgili değil, genel olarak bütün insanlarla ilgili bir şey. Ben onların hislerine tercüman olmak istedim. Modern hayat öyle bir şekilde gelişti ki, insanlar hem daha uzun yaşıyorlar, hem daha çok hayatın içinde kalıyorlar. Halbuki öyle bir yaşa geliyorsun ki, bazı şeyler artık mümkün değil. Ne sevebiliyorsun, ne ölebilyorsun yani. Onu anlatmaya çalışıyorum. Daha ziyade 50 yaşından sonra erkeklerin içine düşebilecekleri bir durum bu. Bunun içinde fizik iktidarsızlıktan tut da, ruhi iktidarsızlığa kadar veyahut imkânsızlığa kadar bir sürü sebep var. Üstelik etrafta o kadar güzel kızlar dolaşıyor ki… Bunlarla ilişki hayali kurulabilir belki ama somut bir şey yaşanamaz. Yaşamaya kalktığın zaman, paradan başka bir şey düşünmeyen birtakım kızlar bulabilirsin ancak. O da aşk değildir zaten.

M.S. Polat- Keyifli bir yaşlılık geçirdiğinizi söyleyebilir misiniz? 1941’de hapishaneye atılan liseli genç, 2001’de her türlü itibarın merkezinde...

Attila İlhan- Benim için o önemli değil. Biliyorsun, benim formasyonum solculuk. Ben başından itibaren aynı istikamette yaşamışımdır. Hayat tarzım da solcudur. Para kazandığım zaman şöyle bir sıkıntıyla karşılaşıyorum, harcama kabiliyetim yok. Alışmamışım. Onun için o tarafı beni çok ilgilendirmiyor. Keyif şu bence: Nereye gitsem beni tanıyorlar artık. Bu ilginin nedenini, beni sevenler değil, sevmeyenler merak etmeli asıl. Bunun cevabını düşünseler, yanlış yapmaktan kurtulacaklar belki de. Çünkü benim başından beri bütün kerâmetim, Türk halkının bileşkesini yakalayabilmekte. Ben bu halkın çocuğuyum.

M.S. Polat- Ve üstelik diğerleri gibi şımarmıyorsunuz da. Sizin yakaladığınız başarının onda birini yakalayanların mangalda kül bırakmadığı bir devirde, hayli de sakinsiniz…

Attila İlhan- Bunda birkaç şey rol oynuyor. Bir kere çok küçük yaşta, önce cezaevine girerek, sonra da Anadolu’da yaşayarak halkla içli-dışlı oldum ben. Tesadüfen de büyük sefaletin olduğu savaş yıllarına rastladı bu. Buradan Adana’ya trenle iki gün iki gecede gidiyorsun, altı kişilik kompartımanlarda 12 kişinin oturduğunu görüyorsun. Bu insanların içinde bulunmak, inanılmaz şeyler katıyor sana. Bunları gördükten sonra halkını başka türlü tanıyorsun. Bir şehirlinin bakış açısı olmuyor bu. Çünkü şehirlinin halka bakışı, kapıcıya bakışından ibarettir. Gerçek manada halkı görmez. Bu bir tek subaylarda vardır. Çünkü bizim ordumuz halk ordusudur. Kendisinde bu halkı adam etmek gibi bir misyon vehmetmeyenler, her zaman halka yakın olmuştur benim kanaatimce. Kendinde bu türden misyon vehmedenleri de halk bir güzel doğrultur zaten. Çünkü ben Türk halkının sağduyusuna dehşetli inanırım. 700 sene gık demediği bir hanedana, bir ay içerisinde karşı çıkmıştır. Bana 68 kuşağından insanların gelip “Bu halkla hiçbir halt olmaz” dedikleri zamanlar oldu. Onlara cevabım hep aynı olmuştur: “Kemal Paşa hangi halkla yaptı?” Kemal Paşa bu halkla Milli Mücadele yapabildiyse, kabahati kendinde arayacaksın.

NTV

Bir gönderi yayınlayabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir. Giriş