İnsanlık öğrenir mi? – Tarık Mete Aytekin

0 Yorum

İNSANLIK ÖĞRENİR Mİ?

1923 yılında insanlar, devasa bir savaşı atlatmış ve ikinci bir savaşa doğru yelken açmıştı. Avrupa’da, savaşın galipleri de mağlupları kadar yorgundu. Savaşın dumanları daha yeni dağılmış, insanlar hayatta kalmak ve yaşamlarını yeniden kurmak için mücadele ederken, galipler, 4 yıllık savaşta çektikleri çileyi haklı çıkaracak kadar büyük ganimetler elde etmek için birbirinin boğazına sarılmıştı. Mağlup Almanya, galipler tarafından aşağılanacak, tarihinin gördüğü en büyük çöküşü gördükten sonra intikam arzusu ile toparlanacak ve Avrupa’yı bir kez daha ateşe verecekti. Dağılan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun mirasçıları, tam anlamıyla bir enkaz devralmış, borçlar, diktatörler ve enflasyon adı altında bir doğum sancısı yaşıyordu.

Rusya ise, üç yüz yıllık monarşinin görkemli çöküşüne tanık olmuş, kanlı bir devrim atlatmış ve yine kanlı bir yükselişe geçmişti.  Doğuda, Japonların güneşi, hırs dolu gözler ve aç ağızlarla Batılıların sömürgelerini ve Çini izlerken, yükselişinin planlarını yapmakla meşguldü. Atlantik okyanusunun diğer kıyısındaki Amerika Birleşik Devletleri ise, savaşın kaymağını yiyen taraftı. Dört yıl boyunca iki tarafa da silah satarak zenginleşmiş, savaşa mümkün olan en son anda katılarak alabileceği en az zararı alıp galip olmuş, hem galipleri hem mağlupları borca bağlamış ve dünyanın en büyük ekonomisi haline gelmişti. ‘Kükreyen Yirmiler’ olarak adlandırdıkları bu dönemde, muazzam bir açlıkla önüne geleni tüketmiş, zenginlik içinde yüzmüş ve dünyanın kalanını da yönlendirmişlerdi. Tarihin gördüğü en büyük ekonomik buhranın onları kapıda beklediğinden habersiz, refahlarının ve güçlerinin tadını çıkarıyorlardı.

Ülkemiz ise, yepyeni bir sabaha uyanmıştı. Birkaç yıl öncesine kadar, Trablusgarp’ta atılan ilk kurşundan Lozan’da atılan son imzaya kadar, on yıl boyunca hiç durmadan harp etmiş, binlerce çocuğunu cephelerde kaybetmiş, aşağılanmış, sömürülmüş, bitap düşmüş bir ülkeydik. Tüm bu koşullara rağmen, bu ülke, mavi gözlü bir liderin önderliğinde bir kez daha ayağa kalkmış, bizi zincire vurmak isteyen açgözlü sömürgecilere meydan okumuş, hatta kazanmıştı. Kurtuluş mücadelesinin zaferle sonuçlanmasının ardından, özgürlüğünü tüm dünyaya duyurup cumhuriyeti kurmuştu. Ülke yorgundu, fakat coşkuluydu.

Kimileri bu yeni cumhuriyeti sevgiyle karşıladı. Özgürlüğün tadını alan vatandaşlar, cumhuriyetin ilkelerini kalbine kazıdı ve yepyeni yarınların inşasına başladı. Kimileri ise gözlerini Karadeniz’in kuzey kıyılarına dikti ve bambaşka fikirlerin, ideallerin hayalini kurdu. Kimileri daha ilk günden bu yeni düzenden nefret etti, köklerine dönmeyi, bir sultanı tahtta görmeyi arzuladı. Kimileri ise, tattıkları özgürlüğü Asya’nın göbeğindeki kardeşlerimiz ile paylaşmak, çok daha derinlerdeki köklerimize dönmek istedi.

Anlayacağınız, o günlerde her diyarda ayrı bir hayat yaşanıyor, her kafada başka bir düşünce dönüyor, her ağızdan farklı bir ses çıkıyordu.

‘Tarih tekerrürden ibarettir’ lafını eminim ki hepiniz duymuşsunuzdur. Genellikle bazı çok bilmiş insanların, çok bilmişliklerini süslemek için kullandığı bir sözdür bu. Tarihçilerin de sinirlerine dokunan bir sözdür aynı zamanda. Çünkü tarihteki birebir aynı koşulları yaratmak siz de taktir edersiniz ki imkansızdır. ‘Tarih tekerrürden ibarettir’ sözü bu yüzden, yaşanılan eşsiz durumları kavramamıza, onların değerini anlamamıza ve onlardan öğrenmemize engel olan bir sözdür aslında. 

Tarihçilerin hiç hoşlanmadığı bu ‘tarih tekerrürden ibarettir’ sözüne katılarak onlara hakaret etmeyeceğim tabii ki de. Bunun yerine, ‘insan tekerrür eder’ diye bir söz kullanmak istiyorum. Neden mi? Yüz yıl önce yaşadığımız tartışmaların çoğunun bugün farklı kimlikler altında, bazen farklı coğrafyalarda halen daha yaşandığını görebilirsiniz. Paul Stephenson’ın Yeni Roma adlı eserinin bir bölümünde, 1500 yıl öncesinde bile dini tartışmaların bugünkü Anadolu’yu nasıl kasıp kavurduğunu okumuştum. O dönemde, İsa’nın doğası, Tanrı ile olan akrabalık bağı yoğun tartışmalara sebep olan bir konuydu. Bu tartışma hayatın her alanına o kadar zerk etmişti ki, fırından ekmek almaya gittiğinizde fırıncı size İsa’nın yaratılışını sorar, cevabınız onun görüşleri ile uyuşmazsa size ekmek satmayabilirmiş. Tartışmalar öyle bir boyuta varmış ki yeni mezhepler türemiş, kanlı kavgalar çıkmış, hatta büyük imparator Ioustinianos bütün saltanatı boyunca mezhepler arasındaki bu yırtığı dikmeye çalışsa da başaramadan hayata gözlerini yummuştu. Bugün de benzer dini tartışmalar, aynı coğrafyada yer alan ülkemizde de hayatımızı etkilemektedir. Romalılar, uzun yıllar hüküm sürdükleri ve onlarca ayaklandırmayı bastırdıkları Mısır ve Suriye’nin halkları hakkında, onların karmakarışık geleneklere sıkı sıkıya bağlı olduklarını, bu geleneklerin gerekliliklerini yerine getirme konusunda en ufak bir sıkıntı çıkması durumunda çok büyük olayların çıkabileceğini ve bu halkların her fırsatta isyan çıkarmaya hazır, kaotik topluluklar olduğunu yazmıştır. Aynı sözler, bugün aynı topraklarda yaşayan insanlar için pekâlâ söylenebilir. Bugünkü yaşlıların, benim gibi gençler hakkındaki şikayetlerini saya saya bitiremeyiz. Yazının icat edildiği döneme kadar gittiğimizde, Sümerlilerin tabletlere yeni nesillerin tembel ve geleneklerden kopuk olduğuna dair şikayetler kazıdığını görürüz. 

Eminim ki biraz uğraşırsak, anlattıklarıma benzeyen onlarca örnek daha bulabiliriz ve eğer uğraşırsak, geçmişte yaşanan onlarca tartışmanın bugün hala daha aynı şekilde veya farklı kılıflara uydurularak devam ettiğini, hala aynı konularda şikayet ettiğimizi göreceğiz. Peki, hiç ilerlemedik mi? Tabii ki de teknolojik, ekonomik, kültürel ve demografik ve benzeri pek çok açıdan ilerlediğimizi söyleyebiliriz. Ancak binlerce yıl süren insanlık tarihinin hala aynı sorular ile cebelleştiğini görünce, bu ilerlemeyi sorgulamamak da mümkün değil.

İnanın bana, neden bu durumda olduğumuzu, neden bu bin bir tane döngüden bir türlü çıkamadığımızı sürekli sorguluyorum. Gerçekten de insanlar neden bir türlü öğrenemiyor? Bu sorunun cevabını bulmak için, önce insanın nasıl öğrendiğini sorgulamak gerekir diye düşündüm. Bana göre, insanın en iyi öğretmeni hatalarıdır. Bir insana kitaplar dolusu bilgi aktarabilir, saatler boyunca ders verebilirsiniz ama o hiçbir şey öğrenmeyebilir. İnsan kendisi o konuyu deneyimlemediği veya deneyimi zihninde gerçekleştiremediği sürece, tam anlamıyla öğrenmiş olmayacaktır. Hatalar ise, deneyimin en acı, en gerçekçi yoludur. Bu yüzden de en acı verici fakat en güçlü öğrenme, hatalar yoluyla olur. ‘Ders, sen öğrenene kadar tekrar eder’ diye meşhur bir Budist sözü vardır, eminim çoğunuz duymuşsunuzdur. Bu söz, sıkıştıkları konular hakkında benden tavsiye isteyen arkadaşlarıma çok sık söylediğim için onları gıcık etse de en sevdiğim sözlerden biridir. Çünkü bu söz, insanın hatalarından öğrenmesi gerektiğini ve hatalarından öğrenmedikçe, aynı hataları tekrarlamaya mahkûm olduğunu ima eder.

Gençler hakkında atıp tutan yaşlılar gibi konuşmak istemesem de ben de yeni nesillerin geçmişteki insanların hatalarından pek de öğrenemediğini düşünüyorum. Çağlar boyunca aynı tartışmalara girip, aynı davranışları sergilememizin başka bir açıklamasını bulamıyorum. Her yeni nesil, başkalarının hatalarından öğrenmek yerine kendisi hata yapıyor ve bunun bedelini kendisi ödemeyip gelecek nesillere ödetiyor diye düşünüyorum. Bugün bizler, geçmiş nesillerin pek çok hatasının bedelini ödeyeceğiz. Muhtemelen hiçbir şey öğrenmeyip gelecek nesillere çözmeleri için bir dünya dolusu problem bırakacağız. Geçmişte ne tartışıldıysa yine onu tartışacak, atalarımız nasıl davrandıysa yine öyle davranacağız ve bizim çocuklarımız da aynısını tekrarlayacak. Bunun son derece pesimist bir bakış açısı olduğunu söyleyebilirsiniz, hatta bir haklılık payı da olduğunu inkâr edemem. Ancak ben bu durumu pesimistten ziyade realist olarak görüyorum.

Beklenti, gerçekçi verilere oturtulmuş bir tahmin gibidir, sağlam temelleri olur. Umut ise, olağanüstü bir durumu arzulamaktır. En azından bu iki kavramın kıyası konusunda benim düşüncelerim bu yönde. Az önce anlattığım sebeplerden ötürü, ben önümüzdeki yüzyılda insanın yine tekerrür etmesini, yine benzer uğraşlarla meşgul olmasını ve aynı hataları tekrarlamasını bekliyorum. Hatalarımızdan öğrenmemizi, eski tartışmaları bir kenara bırakmayı ve geçmişin bize bıraktığı şeylerin kıymetini görmeyi ise, umut ediyorum. Dilerim bu yüzyılda, insanlar nihayet öğrenecekler.

Bir gönderi yayınlayabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir. Giriş