“Milli Takıma Giren Oyuncuların Kazanma Hedefleri Olmuyor”

0 Yorum

Basketbol denildiğinde akla gelen ilk şeylerden biridir eski Yugoslavya. Yani bugünkü Hırvatistan ve Sırbistan. Yugoslav oyuncuların gerek fiziki özellikleri gerek disiplinleridir onları ekol yapan. Bizde Hırvat basketbol antrenörü Faruk Kulenovic’e eski Yugoslav basketbolundan Türk basketboluna kadar birçok önemli noktalar hakkında sorular yönelttik. Umarım siz okuyucular için de keyif verici bir okuma olur. İyi okumalar efendim.

Röportaj: Seda Özdemir

 

SEDA ÖZDEMİR (SÖ): Eski Yugoslavya’yı oluşturan Hırvatistan ve Sırbistan birer basketbol ekolü. Bu ülkelerin ekol olmalarının sebebi nedir?

FARUK KULENOVİC(FK): Basketbol 1950 ile 1960 yılları arasında küçük bir spordu ama milli takımımız her zaman başarılıydı. Bu spor dalıyla ilgilenen insanlar azdı, çok önem verilmiyordu. Basketbol oyuncularının hepsi başka işler de yapıyorlardı çünkü hiç kimse bundan para kazanamıyordu. Profesyonel olarak oynayanlar bile bundan tam olarak para kazanamıyordu. Ayrıca çok küçük bir grubun ilgisi vardı ama milli takımımız hep başarılıydı. Sonra bu oyunculardan bir tanesi (Drazan Petrovic) FIBA’da asistan oldu ve işler değişmeye başladı. Bunun sonucunda ”Neden biz bunun üzerinde daha çok durmuyoruz, neden daha da güçlendirmiyoruz?” diyerek yola çıkıldı. Drazan Petrovic dünya basketbolu için çok önemli bir isimdi o yıllarda. Eski Yugoslavya’yı belli bir yere getiren isimdir kendisi. Amerika’da “Hall a Fame” yani “Önemli Starlar” diye bir şey var. Hırvatistan’dan üç tane isim oraya girmişti. Yani, basketbolda önemli başarılar gösteriyorduk; ama kimse bizimle ilgilenmiyordu. Sonra bu sporu daha büyük hale getirebilmek için ne yapabileceğimizi düşünmeye başladık. Bu sırada 1970’de bir karar alındı ve dünya basketbol şampiyonasının Yugoslavya’da yapılmasına karar verildi. Yugoslavya şampiyon oldu bu turnuvada. Tüm maçlar televizyonlarda, dünyada yayınlanıyordu. Bu şampiyonluktan sonra bütün evlerin duvarlarında pota görmeye başladık. Bütün Yugoslavya büyük bir ilgiyle karşıladı. Hemen akabinde en popüler spor oldu ülkede. Yugoslavya’nın birçok parçasında -biliyorsunuz daha sonra dağıldı- futbolun da ötesine geçti. Bu ilgi ve alaka, büyümeyi ve gelişmeyi beraberinde getirdi. Basketbol federasyonumuzun kararıyla genç oyuncularımızı kendi yeteneklerimize çevirdik. Dolayısıyla Yugoslavya ekolü olduk.

 

SÖ: 90’lı yıllarda, Hırvat ekolü ile ABD ekolünün kapışması ile basketbol, kolej ekolünden star basketboluna dayalı bir hale geldi. Siz hangi tarzı savunuyorsunuz?

FK: Kolej basketbolu daha iyiydi, daha popülerdi. Kulüp sistemi değil, okul basketbolu vardı. 2 bine yakın takım vardı bu yarışın içinde ve 6 haftalık bir sezondu. Antrenmanlar yapılırdı. Birer antrenman maçından sonra gerçek maçlara çıkılırdı. Eski Yugoslavya’da yılın belli zamanlarında milli takım ile kolej takımı kamp gibi bir etkinlik düzenler ve her sene Amerika’daki basketbolcular ile maç yaparlardı oradaki ekolü anlamak için. Dünyada ve Avrupa’da hiçbir ülke bunu yapmadı. Bu durum adaptasyonu sağlıyordu; çünkü onlar çok iyilerdi. Bu bin yıllık bir gelenektir. Dünyada bu geleneği sadece Yugoslavya gerçekleştirdi. Amerika’yla kontakt halinde olup çok maç yapmak ve bu çalışmaları önemsemek; birinci soruya da aslında bir cevaptır. Yani hangi spor dalı olursa olsun iyisini yapmak istiyorsan daha çok çalışmalısın. Eski Yugoslavya da bunun için çok çabaladı. Sadece belirli bir seviyeye gelmeyi hedefleyerek çalışırsan, o seviyede kalıyorsun her zaman ve ilerleyemiyorsun. Hırvatistan onun ötesini hedefledi ve Amerika’yla her sene yaptıkları maçlarla kendilerini geliştirdiler. 70’li yıllardan 90’lı yıllara kadar yirmi yıl boyunca sadece milli takım değil, birçok kulüp de gitti ve onlarla maç yaptı. Benim çalıştırdığım kulüpler de çok kez Amerika’ya gitti. Kulübü geliştirmek için onlarla maçlar yaptık. Bu kontak sayesinde bizim koçlarımızı eğitmek için bir sürü Amerikan oyuncu gelmeye başladı. FIBA akademide direktörlük yaptım beş yıl, 85’ten 90’a kadar. Sonra zaten savaş başladı. Bu beş sene içinde organizasyonların içinde oldum. Amerika’dan 80 tane koç getirdim. Hem sporcularla, çocuklarla çalışmak hem de var olan koçlara eğitim verebilmek için. O zamanlarda daha kolay yapabiliyordum konumum gereği. Başka kulüplerde koç olduğum zamanlarda da defalarca Amerikalı koç getirdim oyuncuların gelişmesi için. Bu bizim için bir değişim oldu. Üniversitelerde koçlar için ciddi bir eğitim verme konusu ele alınmaya başladı. Yani “Bunların iyi eğitilmesi lazım.” diye bir bakış açısı oluştu üniversitelerimizde.

 

“TÜRKİYE’DE KOÇ OLMAK ÇOK KOLAY”

Mesela Türkiye’yle karşılaştıracak olursam, bizde 1.ligte koç olmak için o akademiyi bitirmek lazım. Türkiye’de ise 2-3 günlük bir seminerle hemen koç da olabiliyorsun ve 1.lige de çıkabiliyorsun. 40 yüksekokulu geçtim, 4 ay kadar NBA’in antrenmanları içinde oldum, 3-4 tane akademinin, üniversitenin içinde oturup bu sistemi izledim. Antrenmanları, seminerleri hepsini izledim. Video, internet, iletişim yoktu o zamanlar, kameraya alıyorlardı bütün antrenmanları. Video bile daha sonra geldi, film gibi bir şey alıyorlardı. 76’da geri döndüm ve Yugoslavya’nın içinde birçok parçada seminerler vermeye başladım o dört aylık süreç üzerinden. 30 kiloluk bavullarla bütün Yugoslavya’yı -bavulda Amerika’dan getirdiğim kitap ve filmler vardı- gezdim ve seminerler verdim. Kolej basketbolu yani NCAA kurallı bir şey, çok uzun yıllardır gelenek. Spesifik kuralları olan sadece 6 haftalık bir kapışma. Bu geleneksel bir şey. 75’e kadar biz bu maçlarda kazanamadık, hep Amerika kazandı. Ne eski Yugoslavya ne de Avrupa kazanabildi. Sadece Amerika’nın kazanabildiği bir şey oldu. Bu kaybettiğimiz maçtan sonra, 75’ten sonra zaten biraz önce anlattığım hikaye başladı ve Hırvatistan bu yenilgiden sonra müthiş bir çalışmanın içine girdi. Ardından şöyle bir karar alındı, bu bizim basketbol tarihimizde çok önemli ve başarımızı sağlayan şeylerden birisidir: Normalde Avrupa’da haftada 2-3 kez antrenman yaparlarken biz her gün antrenman koşulu koyduk. “Bir takım, bir kulüp her gün çalışmalıdır” mantığı oturdu ve çok çalıştık. 1.ligte olan takımların birçoğu günde iki kere bile antrenman yapıyordu. Yani kolej timlerinin iki katı üç katı çalıştık ve bir daha hiç kaybetmedik. Yugoslavya ve İsveç ırkı boy ve tip olarak basketbol için en uygun ırktır. Özellikle Hırvatistan. 30 yıl içinde o günden bu güne kadar ortalama 70 kişi NBA’de oynadı. Türkiye’de bir oyuncu NBA’e gittiğindeyse kıyamet kopuyor. Bu kadar yıl içinde 5 ya da 6 oyuncu girebildi NBA’e. Bu sayılara bakarak ne kadar oyuncu yetiştirip basketbola kattığımızı anlayabilirsiniz. Türkiye’de de giden birçok oyuncu zaten Hırvat kökenli. Türkiye’de doğup büyümüş kişiler değil yani. Eğitime verilen önem de etkili bunda. Sadece fiziksel olarak antrenmanlara katılmak yeterli değil. Oradan o kadar koç getirmek, buradan bu kadar oyuncu götürmek,  hep önemli şeylerdir. Zeka, ırk ve çok çalışmanın birleşimi de bir diğer etkendir.

 

SÖ: Drazan Petroviç gibi efsane bir oyuncu ile çalıştınız. Petroviç nasıl bir oyuncuydu? Onu efsane yapan özellikler nelerdir?

FK: Onun ilk hocasıydım. 14 yaşından 17 yaşına kadar 3 yıl çalıştık. Bir yaz programından sonra Schivenik’de, 1.ligte koç oldum. 16 yaşındaydı Petroviç o dönem. İsteğinden, azminden dolayı her maçta 40 dakika oynama hakkı verdim ve o aldı yürüdü. Milyonda bir çıkacak bir yetenekti. 40 yıl içinde 7-8 ülkede o kadar çok yetenekli insanın koçluğunu yaptım -ki 3 tane milli takım, 15 tane farklı kulüp- bir sürü yetenekli insan gördüm. Petroviç’in bir farkı bilgisayar insan gibi bir şeydi. Örneğin bir maçta kötü bir performans sergiliyor ve sonrasında bunu analiz ediyoruz. 15-16 yaşlarında bir çocuğa ”Bu iyiydi, bu iyi değildi.” diyorum. Petroviç söylediğim hatalarını bir daha hiçbir maçta tekrarlamadı. Genellikle insanlar, şahane bir oyuncu olsa bile aynı hataları çok kez tekrar edebilir. Petroviç ise bilgisayar gibiydi. O eleştirileri alıyor ve bir daha asla tekrar etmiyor. 14-15-16 yaşlarında bir insan için bunları algılayıp hatalarını bir daha tekrar etmemek çok zordur, bu da onun en büyük özelliğiydi. Diğer bir özelliği ise inanılmaz bir şekilde işçi gibi çalışıyordu. 14 yaşında onun geleceği noktanın NBA olduğunu çok iyi biliyordum. Bu yaşta gidemezsin tabii ki, onun adımlar vardır. 25 yaşına geldiğinde de oradaydı zaten tahmin ettiğim gibi. Çok erken bir yaş bu da zaten.

 

SÖ: Milli takımımız basketbolda inişli-çıkışlı bir performans sergiliyor. Bunun sebebi nedir?

FK: Biz kulüplere hiçbir zaman yabancı oyuncu almıyorduk. Basketbol federasyonumuzun böyle bir kararı vardı. Bu da başarılı olmamız açısından çok önemli. Kendi ülkemizin oyuncularıyla bu başarıyı sağladık. Eğer genç oyuncularına lige çıkma fırsatı tanımazsan, hiçbir zaman uzun soluklu ve tempolu başarıya ulaşamazsın. Yabancı oyuncuyla alınan başarı ülkenin bir başarısı olmaz, derleme toplama bir başarı olur. Avrupa’da da Türkiye’de de yapılan şey budur. Kulüp olarak Avrupa şampiyonu olduğunda asistan koçları, koçları, oyuncuları, fizyoterapisti, masörü hepsi yabancıydı. Koçları da eski Yugoslavya’dan getirmişlerdi. Sen hiçbir zaman kendi ülkenden kendi yeteneğini çıkaramazsın ki böyle bir durumda. Tanjevic de Yugoslavdı. On yıl buradaki milli takımla çalıştı. Türkiye Tanjevic ile dünya şampiyonasında ikinci oldu 2010 yılında. Şu anda ise 15.-16. sırada devam ediyorlar. Türkiye’deki federasyona, potansiyele ve sayıya baktığımızda federasyon aslında sınırlar koyabilir: “Bir takım için en fazla üç tane yabancı oyuncu alabilirsin.” gibi. Böyle bir sınırlama koysa Türkiye’deki gençlerin hem iyi basketbolcu olarak yetişmesi hem de bundan kazanç elde edilmesi sağlanabilir. Bunun böyle olması gerektiğini federasyon, kulüpler, herkes biliyor. Buna rağmen 12 kişi içinde 6-7 tane yabancı -ki bunların sirkülasyonu çok oluyor adaptasyon sürecinde- var. Gelen yabancı giden yabancı.

 

“GENÇLERİN ÖNÜ AÇIK DEĞİL”

Türk oyuncular da aralara serpiştiriliyor. O da kendileri bir şekilde sıyrıldıysa. Gençlerin önü bu anlamda açık değil, federasyon desteği yok. Açık olsa bu kadar insandan mükemmel bir takım illa ki çıkar. 7 tane farklı ülkede çalıştım. Yetenek karşılaştırması yaptığım zaman tüm bu çalıştığım yerlerde, hepsi aynı aslında. Mesela şu an Türkiye’deki çocuklara baktığımda bariz bir yetenek farkı görmüyorum. Demek ki bu çalışmaya ve federasyonun bunu desteklemesine bağlı. Yoldan geçen herkes 2-3 günlük kısa bir süreçten geçtikten sonra koç olabiliyor. Yani eğitim yok. Anatomi, psikoloji, sosyoloji, yabancı dil bütün bunlardan geçmen lazım aslında koç olarak. Türkiye’de yapılan en önemli şeylerden bir tanesi taktik. NBA’e bakıp ”Ben oyuncuyu buraya koyayım, sağa koyayım, sola koyayım.” deniyor. Taktik denilen şey sporun da basketbolun da çok küçük parçası. Diğer parçalarla tamamlanmadığında hiçbir şey ifade etmiyor. Eğer bütün bu bilgilere, vücudun nasıl çalışması gerektiği, güç, hız bilgisine sahip değilsen taktik bilgileri havada kalıyor. Antrenman sistemi çok farklı bir şeydir, hepsini içinde barındırması gerekir. Türkiye’deki koçların bunun hakkında bir bilgisi olmadığını gördüm çok üzücü bir şekilde. Federasyonda 6 sene danışmanlık yaptım, o dönemde şöyle bir program yaptık Turgay Demirel zamanında. Bu FIBA döneminde, farklı farklı ülkelerde aldığı ve verdiği eğitimleri içeren 150 tane bir program var. Turgay Demirel, bu programları bizim var olan koçlarımız içlerinden en iyilerini toplayıp, CD-kitap toplayıp bir akademi açmayı planladı. Ama FIBA seçimlerinde başkan değişince bu proje de kaldı. Başka bir anlayışla akademi oluşacaktı o da yarım kaldı.

 

SÖ: Basketbol milli takımımız 2010 dünya basketbol şampiyonasından bu yana büyük başarılar elde edemiyor. Bunun sebebi nedir?

FK: Bunun 2-3 tane sebebi var. En önemli sebebi; bu insanlar zaten büyük kulüplerde paranın içinde yüzüyorlar. Dolayısıyla milli takımda bir hedef yok, paraya da ihtiyacı yok. Baktığımızda bu sadece Türkiye için değil, birçok takım için geçerli. Hırvatistan’da da bu var. Büyük kulüplerde para içinde yüzen oyuncuların milli takıma girdikten sonra para kazanma hedefleri olmuyor. Çünkü koçlar da böyle bir hırsın içinde değiller ve gençleri bunun için yüreklendirmiyorlar. Ayriyeten yeterince maç tecrübeleri yok bu oyuncuların. Büyük takımlarda da birçoğu dışarıda oturuyor. Çok fazla maç yapıp tecrübe edinmediği için milli takıma geçtiğinde deneyimsiz kalıyorlar. Oysa ki katılınan bir maç yüz antrenmana bedeldir. Türkiye milli takımı 2010 dünya şampiyonasında ikinci olduğunda inanılmaz güzel bir takımdı. Milli takım için bir hayli genç oyuncular vardı. Tanjevic’e şunu söyledim: ”Elinde genç bir takım var. Daha birçok maçta madalyaları toplayabilirsin.” Zaten dünya ikincisi olmak çok büyük bir başarı Türkiye için. Tanjevic’ten sonra bu hazır takımı alıp devam ettirecek başka kimse olmadığı için takım dağıldı, ki senelerce Tanjevic için dünya kadar kötü şey de söylediler. Gazeteler, yazarlar, “Tanjevic yabancı”, şöyle böyle dediler. Dünya ikinciliğini yakaladı ve Tanjevic gittiğinde ve bir daha hiç madalya alamadı o takım.

 

SÖ: Eurolig şampiyonu olan Fenerbahçe, parkede Türk oyuncularını kullanmadan şampiyon oldu. Türk oyuncular da kadroda bulunsalardı bu başarı gelmez miydi?

FK: Hayır kazanamazlardı. Fenerbahçe’nin şu anki koçu Yunanistan, İspanya, İtalya, eski Yugoslavya’da kulüp maçlarında hepsinde kazanmıştır. Gittiği ülkelerde bir yıl sonra şampiyon oldu. Türkiye’ye geldiğinde ise 3 yıla ihtiyacı oldu. Bir kombin yaptı, baktı ki olmuyor ondan sonra 12 tane yabancı almak zorunda kaldı ve bu şekilde şampiyon oldu. Türkiye’deki o mantaliteyi değiştiremeyeceğini anladığı için, üçüncü yılda ancak bu şekilde başarı sağlanabildi. Bu önemli bir örnek.

 

SÖ: Türkiye’de yıldız ya da yıldız adayı olarak gördüğünüz oyuncular var mı? Örneğin; Cedi Osman ve Faruk Korkmaz’ın yıldız oyuncu potansiyeli var mı?

FK: Son 10-15 sene federasyonun genç milli takımı için olan programı inanılmaz iyiydi. Eski Yugoslavyalı bir antrenör genç takım için koşturuyordu ve birçok Türk koç bu programın içindeydi. 5-6 tane farklı kategoride bir sürü genç takımlar vardı. Avrupa’da son 10 yılda ilk 3 sıradaydı. Mükemmel genç oyuncular vardı. Bu mükemmel dediğimiz gençler farklı farklı kulüplere gittiler, kulüplerde de çok sayıda yabancı olduğu için hiçbir zaman kendini geliştirecek, önünü açıp yeteneklerini kullanacakları bir şansları olmadı. Dolayısıyla Avrupa’da ilk üçe giren bu gençler eridiler, gittiler. NBA bütün bunları takip etti, beğendi, istedi. Eğer maçlarda oynayabilip kendilerini gösterebilseydiler NBA bunları kesinlikle alacaktı. Ama maçlara çıkıp kendilerini gösteremedikleri ve kulüplerde çok sayıda yabancı olduğu için NBA onları görüp alamadı. Yol açmak, destek vermek federasyonun işi. Sistemsel hatalar var. Kenarda oturtarak o oyuncuları gösteremeyiz.

 

SÖ: 1993-1994 sezonunda, baş antrenörlüğünü yaptığınız Fenerbahçe, normal sezonu 30 maçta 24 galibiyet ile 3. olarak tamamladı. Yarı finalde Efes Pilsen ile karşılaştınız. Seri 1-1 olduktan sonra, olaylı 2. maçı 89-80 kaybettiniz. Bu mağlubiyette hakem kararlarının etkili olduğunu düşünüyor musunuz?

FK: Objektif konuşacağım. Ben Fenerbahçe’ye nasıl geldim, ilk önce ondan bahsedeyim. Fenerbahçe’nin oldukça spesifik bir kararı var, o da birinci olmak. Birinci oldun oldun, olamadın gidiyorsun. Tamamen bununla alakalı bir bakış açısı var. Şu 4-5 senede bu fikirleri bayağı bir değişti aslında. Gelen koçlar bir yıllık imzalamıyor kontratları, 2-3 yıllık imzalıyorlar kendilerini koruma amaçlı. Az önce bahsettiğim kişi yani Obradoviç, ilk iki yıl birinci olamadı, ancak üçüncü yılında birinci oldu. Kontratı da tekrar yenilendi. Ben katılmadan önce 1992-1993 yıllarında Almanya ALBA Berlin takımında koçluk yapıyordum. Fenerbahçe Türkiye şampiyonuydu o dönem. International Europe Cup maçında karşılaştı ALBA Berlin ile Fenerbahçe. Ben Alba Berlin’deyken orada iki tane yabancı oynatma hakları vardı. İki yabancı da Yugoslavyalı’ydı. Türkiye’de de aynı kural vardı. 26 farkla Fenerbahçe’yi yendik. Abdi İpekçi yoktu o zamanlar. Almanlar bembeyaz oldular, terlemeye başladılar. Çünkü Fenerbahçe stadyumu full ve kıyamet kopuyordu. Bütün Almanlar korkuyorlardı ve biz iki Yugoslav oyuncuyla beraber espri yapıp gülüyorduk korktukları için. Çünkü onlar birçok kez Türkiye’de oynamışlardı ve tecrübeleri vardı. Fenerbahçe’yi 26 farkla bayağı mahvettik. Maç bitti, Almanya’ya döndük, normal devam ediyoruz. Berlin’le kontratım bitti yeni bir kontrat yapacağız. 1993-94 yılında ise Fenerbahçe zaten başka bir koçla kontrat yapmıştı ve başlamıştı maçlara. Sezonun ortasında geldim ben. Oyuncu seçemedim, hazırlanamadım. Hiçbir hazırlığım olmadan var olan bir takımla sezonun ortasında başladım. Zaten 10 maç yapmışlardı. 10 maçtan sonra Fenerbahçe koçu değiştirmeye karar verdi. O dönem Mustafa Koç başkandı. Eski bir emekli koç Almanya’da yaşıyordu ve Mustafa Koç ondan, benimle konuşmasını rica etmiş. Sonra bir koçun beni çok beğendiğini, takip ettiğini ve Fenerbahçe’nin yenilgilerinden sonra beni düşündüklerinden bahsetti. Yugoslavya ekolünden gelen bir antrenör olmam da etkiliydi tabii. Ben de Almanya federasyonunda pozisyon görüşmeleri yapıyordum. Oradaki 3-4 yıllık başarıdan sonra federasyona geçme olasılığım çok yüksekti. O arada bu teklif geldi. 1980’de Türkiye’ye maç için geldiğimde benim için bambaşka bir dünya vardı. Düşünmemiştim Türkiye’ye gelmeyi. Büyük kulüp, büyük para, büyük iş “Haydi git.” dediler bana. 1993’te bu teklifi alırken kafamda 1980’deki Türkiye vardı. O yüzden istememiştim. Onlar da ”Git Türkiye’ye bak, görüş. İşine gelmiyorsa geri dönersin.” dediler. Antrenmanları, spor salonlarını görmek istedim. 80’lerde her yer çok kötüydü ama şimdilerde her yer çok şık, çok temiz. Kulübün olduğu yerde de herkes İngilizce konuşuyordu, çok şaşırmıştım. Bir sürü insanın içine girdim kulüpte. Çoğu benden gençti, iyilerdi ve bu da benim hoşuma gitti. Antrenmana baktım, çok komikti. 45 dakikalık bir antrenman yapmışlardı. “Şimdi mi başlıyor?” diye sorduğumda bana ”Hayır, bitirdik.” dediler. Abdi İpekçi’ye gittiğimizde ise 10 bin tane insan vardı, şok olmuştum. O maçta beğendim, “Bu takımla bir şey yapabilirim.” dedim.

 

“FENERBAHÇE POTANSİYELİNİN ÜSTÜNDE BİR TALEPTE BULUNDU”

Hedeflerini, amaçlarını, ne istediklerini konuştuk. Türkiye şampiyonu olmak istediklerini söylediler. Taleplere baktığımda bunun benim için bir risk olduğunu fark ettim. Ellerinde olmayan, potansiyelin üstünde bir şey istiyorlar. Türkiye’nin şampiyonluk almadığı maçlardan bile bahsettiler. Ama risk alacağımı bilerek başlamak istedim. Efes’i takip ediyordum ve kaliteli bir takım olduğunu biliyordum. Kafamda “Onlarla kafa kafaya gelebilir bu takım.” diye bir hesap vardı. Eğer ben takımı sezon başında alsaydım kesinlikle yenerdim, çünkü Efes’in taktiğini, her şeyini çok iyi takip ettim. Antrenmanlara başladım. Milli takım dışarıdaydı, 7 günlük bir ara vardı bundan dolayı. Harun Erdenay, Levent Topsakal, Ömer Büyükaycan; bu isimler milli takımla beraber yurt dışına çıkmışlardı. Biz de öbürleriyle çalışmaya başladık. Geri geldiler ve bir toplantı yaptım gelenlerle beraber. Oturduk, toplantı yapıyoruz. Kimi masaya ayaklarını uzattı. ”Milli takım programını bitirdiniz, yarın 11’de antrenmanınız var.” dedim. Onlar da “Yeni geldik milli takım turnesinden, daha geç gelsek olur mu?” dediler. Çok mu yorgun olduklarını sordum, ”Evet” diye cevap verdiler. ”Güzel, yarın sabah küçük bir antrenmanla başlarız. Ter atarsınız, saunaya girersiniz yorgunluğunuz geçer.” dedim. Giderlerken ”Pardon çocuklar size bir sorum var.” dedim. Arkalarını döndüler. ”Evde babanızla oturup konuşurken ayaklarınızı masanın üzerine koyarak mı konuşuyorsunuz?” diye sordum. Kıpkırmızı oldular, ”Hayır” dediler. ”Sadece merak ettiğim bir soruydu, gidebilirsiniz.” dedim. Kim hoca, kim oyuncu ayırt etmek lazım. Çalışmalara başladığımızda gördüm ki fiziksel kondisyonları çok kötüydü. Yugoslavya’dan kondisyonla ilgili destek olması için birini getirdim ve o da bunu teyit etti. Onlar da bundan memnun kaldılar ve geliştiklerini fark ettiler. Bunlar çok kısa süre içinde olan şeyler, birkaç aylık bir süreç. Akabinde zaten Efes’le maça çıktık. 5 maç yaptık. Bir tanesini kazandık, dört tanesini kaybettik. Bunların hepsi peş peşe olan maçlar. Sadece birkaç ay fizik ve kondisyon takviyesi yapabildim ve hemen ardından peş peşe 5 maça çıktık. Var olan bir takımla çıkabildim. 12 puan öndeyken son 2 dakika 20 saniye içinde kaybettik. Efes’le 2 maç yaptık. Efes’i takip edersen, onu yenmen çok mümkün. 8 farkla kaybettiğimiz maçta şöyle bir şey yaşadık: Son bir dakikada ciddi agresif ve faul altı oynadılar. O bizim için sürpriz oldu ve öyle kaybettik maçı. Son maçta ise time out oldu ve hepsini topladım. ”Geçen maçta faul altı oynadılar, şimdi de agresif ve faul altı oynayacaklar. Bunların hepsine hazırlıklı olun.” diye uyardım oyuncuları. Çok iyi, hiç kaybetmeyecek oyuncular buna rağmen topu kaybetti, tutamadı. 3 defa ikili atsaydılar yine kazanacaktık, ama 3 defa üçlü attılar. Almanya’da oluşturduğum sistem ve sadece 2 Yugoslavyalı oyuncuyla Efes’i dümdüz ederdik mesela. Ancak benim hiçbir şekilde hazırlanma ve alt yapı oluşturma fırsatım olmadı.

 

SÖ: Peki buna rağmen yarı devrede gelmeyi neden kabul ettiniz? Böyle bir şey olacağını sezemediniz mi?

FK: Efes Pilsen’de şöyle bir şey var (Bu Real Madrid’de ve Barcelona’da da var). Hakemle bir anlaşmaları mevcut. Burada legale çevirerek para veriyorlar. Beş tane gol hakkı var. Bu beş golün beş hakkı da Efes’in. Bir tanesi bile bana geçmez, böyle bir şey var.  Ama ben “Hakem öyle yaptı böyle yaptı.” demek istemiyorum. Şunu çok iyi biliyorum: O iki oyuncum olsaydı buna rağmen yenerdim ya da altyapıyı çalıştırabilseydim buna rağmen yenerdim. Bu yüzden hakemi öne sürmek istemiyorum. Ama Efes’in böyle bir yapısının olduğunu biliyorum. Tabii bunu Türkiye’ye geldiğimde öğrendim. Çünkü Almanya’da olsun, kendi ülkemde olsun böyle bir şey yok. Biliyorsunuz Tanjevic 10 yıl milli takım çalıştırdı, eski Yugoslavya’da dünya ikinciliği sağladı. Efes’le olan maçı izliyorum. Şampiyonluğu Efes kazandı, hakem yine Efes’ten yana. Tanjevic bana sordu, ”İzledin mi? Gördün mü ne olduğunu?” dedi. Şaşırdık ikimizde. Sonradan hakemle nasıl çalıştıklarını şöyle buldum: Darüşşafaka’yı çalıştırırken koordinatör bir çocuk vardı, Yakup. Darüşşafaka’da genç programı çalıştırırdı ve çok iyi bir takımı vardı. Efes’le yapılan maçlarda yine toplar Efes’te. A takımı anlayabilirim, büyük paralar büyük takımlar… Ama aynı sistem genç takımda da var ilginç bir şekilde. Hakemle nasıl bir anlaşma olduğunu ve bunun ne kadar eski bir sistem olduğunu bana Yakup anlattı. O zaman anladım ben de. Yakup şimdi milli takımın asistanlığını yapıyor, o zamanlar Darüşşafaka’da benim asistanlığımı yapıyordu. Senin soruna cevap verecek olursam; Hayır, yine de bu şartlar içinde kazanabilmeliydik. Yönetim hakemin bizi kandırdığını söyledi zaten. Dışarda çok büyük bir kavga oldu. Yönetimler de kavga ettiler çünkü çok bariz bir şey vardı ortada. Hilton’da hakemle, federasyonla, kulüp yöneticileriyle çok büyük bir toplantı yapıldı bunun akabinde. Sezon da bitti zaten. Efes’te bir tane efsane bir Yugoslav oyuncu vardı. Gerçekten takım oluşturamadığım için benim elimde sadece Levent Topsakal vardı. Takımda yapılması gereken bazı değişiklikler sundum ve “Önümüzdeki sene alayını dümdüz ederiz.” dedim. Türk koçları, ilişkiler çok büyük bir stres altındaydı. Bütün gazete yazarları geldi ertesi gün. Antrenman bile yapmadan gazetelerde benimle ilgili negatif şeyler yazıyordu. Bu sonradan çözdüğüm bir şey. Menajerlerin para veren, oyuncu alan, oyuncu veren, bundan para kazanan ağı var. Buna basketbolda mafya deniliyor. Aslında bunun böyle olmasının asıl sebebi o ağın içinde birbirlerini beslemeleri. O pastanın içine girebilmek çok zor. Sadece iyi bir koç olduğun için, iyi bir oyuncu olduğun için giremiyorsun. Fenerbahçe o zamanlar beni dinlememeyi seçti ve bir Türk koçla devam etmeye karar verdi, zaten baştan da öyleydi. Ama artık son 5- 10 senedir o ağın dışına çıktı. Birinci problem bu. Çok iyi Türk koçları var. Ama iyi olan koçlar o ağın içinde değilse hiç şansları yok. Menajerler bu oyuncuları alma satma işlerinde 150 bin Euro’luk bir satış yapıyorlar. 50 bin Euro’yu menajer alıyor, yani hepsi kulübe gitmiyor. 7-8 sene öncesinde Beşiktaş’ta antrenör Murat Didin vardı, her sezonda 6-7 tane oyuncu değiştirirdi. Kulüp her yeni oyuncu aldığında paranın %10’unu menajere verir. Sezonda 6 kere oyuncu değiştirmiştir. E menajer kim? Antrenör’ün oğlu. Bunlar zaten reel olarak bilinen şeyler.

 

SÖ: İngilizce Basketbol Okulu’nun diğer basketbol okullarından ya da kurslarından farkı nedir? Bu okulda nasıl bir eğitim sistemi uyguluyorsunuz? Katılım şartları nelerdir?

FK: Türkiye’ye gelmek ve bir takımla çalışmak aklımdan geçiyordu. Enka okulu sahibi Şarık Tara görmek istedi benim kim olduğumu. O da eski basketbol oyuncusu, biliyorsunuz. Federasyon başkanını aradı Şarık Bey. Tabii ki o da beni çok iyi tanıyor. ”İyi bir spor kompleksimiz var, havuzumuz var, alanımız var. Bizim kendi okulumuzda da kulüpleşmeye gideceğiz.” dedi. Sonrasında da zaten yine başka bir kulübe Şarık Bey destek verdi. Eski Yugoslavalı olduğu için zaten İngilizce bile konuşmadık. ”Koçluk yaparken hangi şartlarda, ne kadara anlaşıyorsun?” deyince ortalama bir koç rakamı söyledim. Ne zaman başlamam gerektiğini sorduğumda hemen başlayabileceğimi söyledi. ”Ee, okulu tatili ama…” dedim. ”Ne zaman istersen gelebilirsin. Ağustos gibi gelebilirsin.” dedi. ”Ben Türkçe bilmiyorum. Okulda nasıl olacak?” dedim. ”Bu mükemmel bir şey, zaten İngilizce konuş.” dedi. 6 yıl federasyondayken oradaki görevim zaten çocuklarla çalışan koçların eğitimiydi. Benim gençlerle çalışma sürem çok azdı. Hep A takımına geçtim ve uzun yıllar başka ülkelerde A takımlarda çalıştım. Çok başka bir dünya çocuklarla çalışmak. Enka’ya geldiğimde bu çocuklar için hem sporu hem basketbolu nasıl birleştirebileceğim üzerine düşündüm ve bir program yaptım. Antrenman süreleri yaş grubuna göre değişiyordu. Genelde 1 saat çalıştırılırlar ama ben 1.30 saati gerekli görüyorum. Eğer küçüklerse 1 saat 15 dakikaya indiriyorum. Bu süre içinde de sadece İngilizce konuşuyorum. Her söylediğimi uygulamalı olarak gösteriyorum. Sadece o kadarını bile bir hafta anlayabilir ve söyleyebilir duruma geliyorlar (1 hafta 2 antrenmana denk geliyor). Çünkü orada bir tekrar var. Sonra onun üstüne bir sürü cümle ve kelime ekleniyor. Yani sevdikleri bir şey üzerinden yani spor üzerinden İngilizceyi de öğreniyorlar. Gerektiği yerlerde kullanacak Türkçem var ama bunu sadece gerektiği zaman kullanıyorum. Çocuklarla başlangıç seviyesindeki şeyler üzerinden konuşurum ve bana İngilizce cevap vermelerini isterim.

Bir gönderi yayınlayabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir. Giriş