Pınar Selek: “Masalını kaybeden insan, hayallerini de kaybeder”

0 Yorum

“Ben hayallerime tutunmak için masallarımı suladım hep. Çocukluğumdan beri zaten sürekli masal uyduruyordum, önce kızkardeşime, sonra tanıdığım herkese anlatmak için… Fırsatını bulup bir kısmını yazmak çok mutlu etti beni. Bir yandan da edebiyatla küçük de olsa bağımı sürdürmemi sağladı. Bilimsel analiz dilinin havasız bıraktığı edebiyat aşkım bu sayede nefes alabildi biraz. Yol Geçen Hanı’nı bu yüzden pek çok insan büyüklere masal olarak okumuş. Hoşuma gitti…  Masal güzel şey.”

Sosyolog ve yazar Pınar Selek, bugüne kadar azınlıklar, transseksüeller, sokak çocukları ve seks işçileri gibi ayrımcılığa uğrayan gruplar hakkında çok sayıda çalışma yaptı. Ancak 1998 yılında PKK üzerine yürüttüğü araştırması nedeniyle, terör suçu şüphesiyle göz altına alındı ve söz konusu dönemde propaganda yapmak iddiasıyla tutuklandı. Pek çokları bilmez bu süreçte filistin askısı, elektroşok ve kafatasına elektrik verilmek suretiyle ağır işkencelere maruz kaldı. Hatta 2010 yılında Berlin’deki Überleben İşkence Kurbanları İçin Tedavi Merkezi tarafından gördüğü işkencenin etkilerini doğrulayan bir rapor bile hazırlandı.

16 yıldır yargılanıyor

Selek, Mimar Sinan Üniversitesi Sosyoloji bölümünü birincilikle bitirdi. Ardından aynı üniversitede sosyoloji üzerine yüksek lisans yaptı. Fransa’da bulunan Sophiantipolis UDEL Üniversitesi’nde ekonomi-politik dersleri gördü. 2013’te, Fransa’nın en prestijli eğitim kurumlarından biri olan Lyon’daki Ecole Normale Supérieure tarafından fahri doktora unvanına layık görüldü. Çok değil, bir yıl sonra da ‘Türkiye’deki Muhalif Hareketlerin Birbirleriyle Etkileşimi’ başlıklı teziyle, Strasbourg Üniversitesi’nden siyaset bilimi doktoru unvanını aldı. Feminist ve anti-militarist olan Selek, yetişkinler için kaleme aldığı Barışamadık, Sürüne Sürüne Erkek Olmak, Maskeler Süvariler Gacılar, Yolgeçen Hanı‘nın yanı sıra çocuklar için Yeşil Kız ve Su Damlası isimli iki kitap çıkardı. Belge Yayınları tarafından yayına hazırlanan Ya Basta!-Artık Yeter! isimli kitabın çevirisini yaptı. Bunca güzel işte imzası bulunsa da Türkiye onu, 9 Temmuz 1998’de Mısır Çarşısı’nda meydana gelen ve 7 kişinin öldüğü, 127 kişinin yaralandığı patlamayla tanıdı.

Mısır Çarşısı’na bomba koyduğu iddiasıyla 2.5 yıl tutuklu kalan ve bilirkişinin verdiği ‘patlamaya tüp gazının yol açtığı’ raporu üzerine tahliye edilen Selek, Bakırköy Kadın Tutukevi’nden çıkarken gazetecilere ‘‘Bana iyi misiniz diye soracaksanız, iyiyim diyemem. Çünkü çok acı çekiyorum” demişti. Selek’e şimdilerde nasıl olduğunu sorduk, bakın bize neler neler anlattı.

Bakırköy Kadın Tutukevi’nden çıkarken sokak çocukları ve translar seni büyük bir coşkuyla karşıladılar. Sence, Türkiye’de “hırçınlıkları” ile basına yansıyan bu kesimlerin sana bu kadar yakın durmalarının sebebi ne olabilir?

Ortak yaşanmışlıklar. Dostluk. Sokağın insanı sürekli sınayan dehşeti içinde filizlenince bir dostluk, onu kimse koparamıyor galiba. Bir de, o dönem polisin tuzla buz ettiği sanat atölyemizin içinden geçtik hep birlikte. Bir düşün içinden geçmek gibi. Sanatın mucizevi enerjisinin yarattığı, bizim parmaklarımız, sesimiz, bedenimiz aracılığıyla yarattığı bir düşü paylaştık biz sokakta. Bu düş, zaten kurulmuş bağları aşk kadar güçlendirdi. Dostluk, sevgi, kalbimizde güp güp kımıldayan bir kuşa dönüştü.

O gün gazetecilere ‘‘Bana iyi misiniz diye soracaksanız, iyiyim diyemem. Kendim için seviniyorum diyemem. Çünkü, içeride şu anda yaşanan şeyler, çok acı şeyler. Çok acı çekiyorum. Hem içerisi için hem de şu anda Türkiye’de bulunan ve şiddete yönelen her şey için” demiştin. Şimdi iyi misin peki?

İyiyim. Daha güçlüyüm çünkü. Geçen süre içinde acı çekmenin mutsuz olmak anlamına gelmediğini öğrendim. Sevginin eridiği yerde çoğalıyor mutsuzluk. Ben içimdeki sevgi sayesinde mutluyum. Tabii bu insanı duyarlı kılıyor, üzülüyorsun, acı çekiyorsun. Dünyamız acı makinesi. Şiddet her geçen gün daha da meşrulaşıyor. Buna rağmen şiddete karşı mücadele etmek için daha çok araçla, yöntemle, deneyimle tanıştım. Yani, direnmeye, yeni yollar açmaya, düşünmeye, soru sormaya çalışıyorum. Bu beni ayakta tutuyor.

Araştırmacılara, akademisyenlere, aydınlara gözdağı vermenin sembolü haline geldin, hayatından önemli bir bölüm çalındı, hedef gösterildin ama yüzündeki gülümsemeyi hiç kaybetmedin. Koşulların değişmesine rağmen çalışmalarına devam ettin. Bu gücü nereden alıyorsun?

Bilmiyorum. Pek çok insan gibi ben de gücü bir yerlerden devşirip zorluklarla başa çıkmayı öğreniyorum. Kendimi kocaman tablonun bir parçası olarak gördüğüm için, bana vuran şiddet aygıtının diğer tahakküm aygıtlarıyla bağını kuruyorum ve isyanımı örgütlüyorum. Bu şiddetin beni belirlemesine, dilimi acılaştırmasına, mağdur psikolojisinin içinde boğmasına izin vermiyorum. Çocukken Diderot’nun “Kötülerle değil, kötülükle mücadele etmeliyiz” sözünü defterlerime karalardım. Hala bana yön veriyor. İsyanını kötülere, insanlara karşı değil, kötülüklere karşı yönelttiğinde iyilikten besleniyor, mücadelende mutsuz olmuyorsun. Önceki gün Charlie Hebdo’ya olan saldırıdan sonra şunu yazdım: “Arkadaşlarımızı öldürdüler ama cesaretimizi ve sevme kapasitemizi değil”.

Hiç yalnız hissetin mi kendini?

Tam da bu yüzden, daha ilk günden beri hiç yalnız hissetmedim kendimi. Şu ya da bu şekilde değdiğim herkes 16 yıl boyunca taşımak zorunda olduğum ağırlığı benimle fazlasıyla paylaştılar. Mücadelemde, çalışmalarım, araştırmalarım sürecinde birbirinden çok farklı kesimlerle buluştuğum için, hiç yan yana gelemeyecek insanlar bu dayanışma etrafında buluştular. Bu buluşma zamanla çok büyülü bir süreç yarattı. Hele yurtdışında olduğumdan beri enternasyonal bir nitelik kazanan dayanışma halkaları, muhalefet alanında yeni bir dinamik yaratıyor. Pek çok insan, sürekli bana teşekkür ediyor. Çünkü dayanışma başlı başına bir yol: hiç akla gelmeyecek buluşmalara, yeni projelere yol açıyor, insanların hayatını değiştiriyor.

Başarılarla dolu bir biyografiye sahipsin. Neden büyük ölçekli şirketlerde çalışıp, büyük paralar kazanmak yerine ayrımcılığa uğrayan gruplarla uğraşmayı tercih ettin?

Ben mutlu olmak istiyorum. Hep öyle istedim. Mutlu bir dünyada, güzel şeyler yaşamak. Dolayısıyla seçtiğim bölüm, okuduğum okul, yaptığım çalışmalar hep buna yönelik. Başarı değil mutluluk. Yani sosyolojiyi para kazanmak, rütbe kazanmak, bir şey olmak için değil, kendimi, dünyayı anlamak için seçtim. Biraz düşünmeye başlayınca gördüm ki mutluluğun önündeki en büyük engellerden biri tahakküm ilişkileri. Dolayısıyla bunların işleyişini anlamak için okula gittim, bunları değiştirmek için sokaklara çıktım. Aslında normal olan bu, öyle değil mi?

Elbette öyle… Peki, bir dönem sokaklarda, evi olmayanlarla birlikte sabahladın. Bu bir tercihti, şimdi başka bir ülkede zorunlu olarak yaşıyorsun. Hiç kendini yersiz yurtsuz hissettiğin oldu mu?

Evet. Ve hayır. Ama arada bir oturacağım, kendime geleceğim, Lévinas’ın tabiriyle, bir mültecinin topraklarındaymış gibi, evime geri çekildiğim bir yer yok daha. Hiç bir şehirde gizli kahvehanelerini, özel mekanlarını, çıkmaz sokaklarını, sır köşelerini adım adım bilecek kadar kalmadım maalesef. Bu beni çok dağıtıyor. Bu deneyim bana gösterdi ki yersiz yurtsuzluğun da bir yeri var. Göçebelerin, geçtikleri yollara ayak izlerini, dallara bağladıkları küçük bezlerini bıraktıkları gibi, ben de mekanlar arası göç ederken, kendi ritmimi yaratmaya ihtiyaç duyuyorum. Mesele yaşanan mekanları fiziksel olarak bilmek değil sadece, kendi varlığını o mekandaki dinamiklere yabancı hissetmemek, ev hissi. Hangi tahtaya basacağını, hangi sokağın çıkmaz olduğunu bilmek direniş gücünü arttırıyor. Ama zaman bağları kuruyor. Daha önce tanımadığın hayatların içinde söz söylüyor, eğleniyor, ağlıyor, sevişiyor, bağlar kuruyorum. Sanırım zamanla, hangi rüzgarları arkama alacağımı yavaş yavaş öğreniyorum. Hatta diyebilirim ki, bu dünyada, misafirmiş gibi değil, kendi evindeymiş gibi, sere-serpe yayılıyorum artık. Bir farkla: Kendini güvende hissetme duygusunu kaybedince, sana şimdiye kadar güvenlik sağlayan sembollerden, bağlardan, kalıplardan, alışkanlıklardan da uzaklaşıyorsun. Ve bu uzaklık, seni boşlukta bırakıyor ama düşüncenin ufukları, görmenin sınırları da genişliyor.

Mısır Çarşısı patlamasıyla ilgili davadan 16 yıldır yargılanıyorsun. Üç kez beraat ettin, bir kez de ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırıldın. 5 Aralık’ta görülen duruşmada beraatine karar verildi. Bizlere bile “artık yeter” dedirten bir süreç yaşadın. Bundan sonrasında nasıl bir hukuki süreç seni bekliyor?

Üç kez değil, dört kez beraat ettim son duruşmayla birlikte. Sonra, her zamanki gibi savcı itiraz etti ve dosya Yargıtay Genel Kurulu’na gönderildi. Şimdi onların kararını bekleyeceğiz.

Geçen yıl hükümete karşı, tarihe geçen bir direniş yaşadık. Gezi Direnişi feminist bir eylem değildi ama feminist kadınların etkin olduğu bir süreçti. Bu kadar çok kadının geceleri, sokakları, meydanları, parkı, barikatları erkeklere bırakmamasının nedenleri sence neydi?

Gezi direnişi, Türkiye’de otuz yıldır doğup gelişen yeni toplumsal hareketlerin açtığı yoldan ilerledi. Yani gökyüzünden düşmedi. Bu da otuz yıldır sosyal mücadeleler sahnesinde, eylem, örgütlenme repertuarındaki ve düşünsel alandaki yenilenmeye dayanıyor. Feminist hareket bu yeni repertuarın ortaya çıkmasında belirleyici bir rolü var. 80’li yıllarda eski muhalefet repertuarını alt üst eden, diğer hareketlere yol açan feminist harekettir. Bu temelde gelişen yeni hareketler bugün ortaya çıkan daha esnek yapılara yol açtılar. Kadınlar uzun süredir bu yapılarda çok belirleyici bir yere sahipler. Bu da, bütün sıkıntılarına rağmen feminist hareketin gücüyle ilgili.

Sence yeni Gezi direnişlerinin olmasını beklemek mi, yoksa bu dinamik kitlenin muhalefeti farklı alanlarda daha örgütlü bir yapı ile yürüterek ilerletmesini beklemek mi daha doğru olur?

Hükümet gücünü uluslararası kurduğu ekonomik, askeri ilişkilerden alıyor. Ama buna karşı daha örgütlü bir yapı derken neyi anliyoruz? Bu örgütlü yapıların, özgürlük alanı yaratama konusundaki sınırlarını gördü insanlar. Türkiye sosyal mücadeleler alanında ciddi bir arayış gözlemliyorum bu konuda. Dediğim gibi bu arayış geçmiş deneyimlerin bir sonucu. Tabii katı yapılar kadar hızlı ilerlenmiyor bu durumda ama daha sahici adımlar atılıyor. Unutmayın, 68 hareketinden sonra De Gaulles referanduma gidip yüksek bir başarı kazanmıştı ve bu başarı hareketi hızla söndürmüştü. Yine de 68 etkilerini bugün de hissettiğimiz gerçek bir sosyal devrim olarak kaldı. Hızlı sonuçlar beklememeliyiz, mücadelenin pek çok kanalı ve gündemi var. Varolan haksızlıkları durdurmak için başka araçlar lazım, başka bir dünya kurmak için daha başka…

2015’in daha ilk saatlerinde AKP iktidarından cinsiyetçi açıklamalar gelmeye başladı. AKP’nin kadın, LGBTİ ve azınlıklarla ilgili politikalarını nasıl buluyorsun? Ülkemizde azınlık ve kimlik odaklı hareketlerin bu noktada Avrupa’dan farklılaşan tarafları neler?

Çok farklı bulmuyorum. Farklı olan toplumsal hareketlerin kazanımları sayesinde yaratılan alanların genişliği sadece. Yoksa Avrupa’da da, Amerika’da da yeni muhafazakarlık çok tehlikeli boyutlar alıyor. Mesela Fransa’da yaşıyorum, ırkçı, kadın düşmanı, homofobik, aşırı sağcı parti ülkenin üç büyük partisinden biri haline geldi. Liselerdeki toplumsal cinsiyet derslerine karşı elli bin kişilik yürüyüşler yaptılar. Hangi ülkeye mercek tutsan benzer sahnelerle karşılaşıyorsun. Çünkü ekonomiyi, siyaseti yeniden yapılandıran neo liberalizm, toplumsal ölçekte yeni muhafazakarlığa dayandığı için, bu alanda çok ciddi bir gerileme var. İşte bu yüzden uluslararası dayanışma her zamankinden daha çok önemli.

Yetişkinlerin yanı sıra çocuklar için de kitaplar yazdın. Tahakküm ilişkilerine ve özgürlük arayışlarına kafa yorarken çocuk kitabı yazmaya nasıl karar verdin?

Masalını kaybeden insan hayallerini de kaybeder… Ben hayallerime tutunmak için masallarımı suladım hep. Çocukluğumdan beri zaten sürekli masal uyduruyordum, önce kızkardeşime, sonra tanıdığım herkese anlatmak için… Fırsatını bulup bir kısmını yazmak çok mutlu etti beni. Bir yandan da edebiyatla küçük de olsa bağımı sürdürmemi sağladı. Bilimsel analiz dilinin havasız bıraktığı edebiyat aşkım bu sayede nefes alabildi biraz. Yol Geçen Hanı’nı bu yüzden pek çok insan büyüklere masal olarak okumuş. Hoşuma gitti… Masal güzel şey.

Şu sıralar neler yapıyorsun? Vaktini nasıl geçiriyorsun?

Vakitle başım dertte. Yazıyorum, araştırıyorum, haksızlıklara karşı çıkıyorum. Dünyayı seven, çevresine karşı duyarlı olan insanlar için, dünyanın her yerinde yapılacak çok şey var. Yoksulluk, ırkçılık, ataerkillik her yerde, farklı biçimlerde kötülük üretiyor. Bu kötülüklere karşı mücadele etmek ise her geçen gün daha zorlaşıyor. Bir yandan üniversitede, Ecole Normale Superieur’de araştırmacı olarak çalışıyorum, ders veriyorum, bir yandan da elimden geldiğince özgürlük çabalarına güç vermeye çalışıyorum. Tabii ki öncelikle feminist hareket içindeyim. İki ayrı feminist örgütün yönetim kurulundayım. Biri şiddet mağduru göçmen kadınlara hukuki destek veriyor diğeri feminist ve eşcinsel hareket içinde çok yönlü kampanyalar örgütlüyor.

Ayrıca sosyal ekolojist bir dergide ve kolektifte çalışıyorum. Fransa, dünyanın pek çok ülkesinde olduğu gibi, en doğal yaşam alanlarının satışa sunulduğu bir ülke haline geldi. Pek çok bölgede insanlar toprakları, yaşam alanları için mücadele ediyorlar. Yakında nefes almak için bile para vermek zorunda kalacağız. Ekoloji gittikçe vahşi yüzünü gösteren kapitalizm karşısında gerçek bir tehlike olarak görülüyor bu yüzden. Doğal dengeyi bozacak baraj yapımına karşı çıkan köylülere destek olan gençlerden biri polisin gaz bombasıyla öldü geçenlerde. Ardından valilik protestocuları “yeşil cihadistler” ilan etti. Ve bu söylem sağcı basın aracılığıyla yayıldı. Yapılacak çok iş var yani. Ayrıca ırkçılık tehlikeli boyutlar alıyor bu ülkede. Eşcinsellere, Müslümanlara, yabancılara karşı nefret gittikçe meşrulaşıyor. Bu nedenle her türlü nefret söylemine karşı mahalle mahalle buluşmalar örgütlüyoruz. Çocuklarla olan çalışmalarıma devam etmeye çalışıyorum. Önceki ay, özelikle yoksul mahallelerdeki tam 17 okulda öğrencilerle atölyeler yaptım. Çok zorlu geçti ama sonunda çocuklar bana güzel sürprizler yaptılar. Geçenlerde de sınır dışı edilmek istenen 5 çingene çocuğu korumak için öğretmenlerin onlarla birlikte işgal ettiği bir ilkokulda şarkılar söyledik… Birlikte yemek hazırlayıp yedik. İşte böyle… Yaptığım şeyleri burada hızlıca anlatmak zor. Ama şu kadarını söyleyeyim, mücadelesini, dertlerini, sevinçlerini paylaştığım insanlarla büyük dostluklar kurduk. Çok bağlandık birbirimize… Yüzyıllardır tanıyormuş gibi hissettiğim insanlarla birlikteyim. Türkiye’ye dönsem de asla kurumayacak deniz gibiler…

Elinde olan ya da yeni bitirdiğin bir kitap var mı?

J.M. Gustave Le Clezio’nun Mondo adlı hikaye kitabını yeni bitirdim. Beni aldı götürdü ve yaşadığım ana, mekana taşıdı. Bu kitabı çevrilmemiş Clezio’nun. Zamanım olsa ben yapardım, hala üzerimde hissettiğim sihri paylaşmak için.

Peki kimleri dinliyorsun şu sıralar?

Bugünlerde Billy Holiday ve Leonard Cohen çok dinliyorum. Bir de klasik müzik.. Ama önümüzdeki ay değişebilir.

Mehtap Doğan 24.01.2015

SANATFİLAN

Bir gönderi yayınlayabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir. Giriş