Ahmet Büke İle Öykünün Kundağına Firüze Dökülüşler

0 Yorum

Toplumsal konulara duyarlılığı Ahmet Büke’nin öykülerinin temelini, çatısını, duvarını hatta duruşundaki gölgeyi imleyen o derin çığlığı oluşturur. Ama yaralara kalemi ile sarılırken sömürü, beklenti ve egonun tacı yoktur üzerinde. Yazarken birilerine bir şeyleri dikte etmek gibi ve tabiri caizse “ayar vermek” gibi bir derdi de hiç olmadı. Cazibe İstasyonu adlı kitabını “iş cinayetlerinde kaybettiklerimize” ithaf etmiştir. “Kumru’nun Gördüğü” adlı kitabını ise acının koyaklarında kalbi yorulan ve ölüme kendi elleriyle giden Sabancı Üniversitesi öğretim üyesi Dicle Koğacığlu’na ithaf etmiştir. Belki de duyarlılığa ahraz insanlığın kalbine, edebî bir iğnedir onun sesi…

 

Sayın Ahmet Büke, sizi tanımak isteriz. Bir öykücünün yüreğinin arka sokaklarında demlediği kendisini, biliyoruz ki en iyi kendisi tanımlar öyküsel bir dil ile. Bir ilk olsun istiyoruz. Bize sizi minimal bir öykü tadında anlatır mısınız?

Çok anlatılacak bir hikâyem yok aslında. Taşrada doğdum, büyüdüm. Sonra üç büyük şehirde de yaşadım biraz. Her yaz doğduğum yere dönüyorum, baba ocağını tüttürüyorum yine de. Yazmak aklımda yoktu. Okumayı severdim. Biraz tesadüf eseri öykü yazmaya başladım. Yaşım otuz iki idi. Şimdi kırk dört oldum. Hâlâ öykü yazıyorum. Eskisi gibi hararetle yazmıyorum ama yine de pek ayrı kalamıyorum öyküden…

Sayın Büke, öyküler, hayatın gamzelerine naftalin kokulu düşler saklayıp; kurgu ile gerçeğin sobelediği ninnilere birlikte uyanmak manifestosudur! İşte bu öyküler bazen bir anne yaşmağında, bazen bir babanın öksüz gölgesinde bazen de ahşapları arap sabunu kokan bir konağın hüzünlü tablosunda dillenir. Bize öykünün hayatın rahminden çıkış anını anlatmanızı istesek? Öykünün göbek bağını kim ya da ne keser?

Benim aklımda anlar kalıyor daha çok. Bazısı yıllar öncesinden ya da gördüğüm bir filmden, okuduğum metinlerden. Çoğunu hafızamdan işe yarar halde geri çağıramıyorum. Ama bazıları öykünün tohumları olarak geri geliyor. Galiba bu o tohumun elinde biraz da. Hatırlanmak ve yeniden dünyaya düşmek isteyen inatla geri geliyor. Onlarla biraz oynuyorum; beraber gezip tozuyoruz, ardından oturup yazıyorum. Bence bir öykü -ya da öz diyelim- istemezse yazılamaz.

Sizin deyiminizle “yazmanın çakırkeyf hali” bir de “kendini beğenme hali” var. Bu iki hâl arasındaki keskin çizgi, egoyu bileyleyen ya da paslandıran bir felsefenin adı olsa gerek. Buradaki paslanma okur ile yazar arasındaki sofrayı kuran ironik köprü! Peki Sayın Büke, yazmanın halleri öykünün kaderini nasıl etkiler? Nedir öykünün kanı, canı?

Yazmak söz konusu olursa egodan kurtulmak pek mümkün değil. Yoksa yazdığını yayınlayandan çok saklayan olurdu. Oysa bu durum hemen hemen tam tersidir. Yazdıklarını ortaya çıkarmayanların yine çoğunluğu diyelim onları yok etmeye kıyamazlar. Kendi eliyle olmasa bile ortaya çıkmasını isterler. Bence bu kendini önemseme hali kaçınılmaz. Fakat bazı yazarlar, iyi eserler ortaya çıkararak bu hallerini katlanılır hale getiriyorlar. Neyse ki öyle yazanlar var ve edebiyat yol alıyor.

Sayın Büke, öykücülüğü meslek edinen ilk sanatçımız Ömer Seyfettin’dir. Yazı hayatına şiir ile başlayıp öykücülükte karar kılmıştır. Yazarlığı meslek edinmek – hele ki ülkemiz şartlarında- bir ütopyanın ayak sesine, gerçeğin diş gıcırtısını duyurma arzusu gibidir! Sahi, şair ve yazarlık meslek olabilir mi?  Para ve duyguyu bir düellonun döşünde buluşturmanın riskini sorsam?

Ben yazdıklarımla -en azından- geçimini sağlayabilen bir yazar olsaydım söyleyecek bir şeyim olurdu. Ama bu konuda başarısızım. Bunu yapabilen arkadaşlara sormak lazım belki de: Bu nasıl bir his!

Verdiğiniz bir söyleşide “bugün dünyada yaşanan kıyımları ve düşmanlıkları gördükçe onu daha çok seviyorum ve özlüyorum.” demişsiniz dedeniz için. Kıyımların ensesinde geçmişimizi de geleceğimizi de yavaş kaybediyoruz! Bu bağlamda bir yazarın sorumluluklarından bahsedebilir miyiz? Dedenize özlem, evrenin gözlerine batan kıymığı çıkartmaz biliyorum ama ona duyduğunuz özlemin kıyısında hangi çareleri öpüyor kalbiniz insanlık adına?

Kendim ile ilgili genellikle kötümserimdir ama insanlık için iyimserim her zaman. Yaşam ve insan çok dinamik… Olmadık zamanda ve en kötü anlarda ikisinden de umut fışkırabilir. Hayatın, insanın ve dünyanın değişebileceğine inanıyorum. Bu hissimi kaybetsem yazmadım galiba. Fakat buna iman da etmiyorum. Bazı türler yok oldu. Bütün mücadelemize rağmen geri dönülemez bir yerde de olabiliriz. Yine de en iyisi pes etmemektir.

Sayın Büke, öykü yazmak için önce görmek ve duymak gerekir! Karıncanın kamburundaki sancıyı, başak tanesinin rüzgâra avazı kadar susarken ki sevdasını, çitleri devrilmiş çocukların ölüme teslim edilişindeki tarihsel ve güncel gerçeği. Kısacası, görmenin kutsal aynasında birikmektir belki de yazmanın sırrı. Gözlem yapmak öykü hiyerarşisinin hangi basamağındadır? Bu basamağın öncesini ve sonrasını sorabilir miyim?

Bu herkes için değişir sanırım. Benim için işin neredeyse tamamı bakmak üzerine kurulu. Yüzlere, sokaklara, köpeklere, duvarlardaki çatlaklara, tren tarifelerine, cami halılarına, kuş yuvalarına, çocuklara yani hemen her şeye bakmak ve kaybolmakla geçiyor hayatım. Bu bana güzel geliyor. Çünkü bütün nesnelerin ve varlıkların hatta varlık olamayan boşlukların ve hislerin bile öyküsü var sanki.

 Ahmet Büke öyküleri karamsar bir havanın hâkimiyetini taşısa da o karamsarlığın içinde cesur bir gökyüzünü saklar hep. Yani kötüyü, haksızlığı, yoksulluğun kangren eden soluğunu anlatırken; asıl işaret ettiği güzele, doğruya ve umuda bakıştır.  Sanki hayat üzerine üzerine geldiğinde her şeyden kaçarak anne dizine sığınmış bir çocuğun, üzerine sinen anne kokusu gibi. Öykülerinizi yazarken edebiyat kuramlarına bağlı kalıyor musunuz? Yoksa hesapsız sancıların hayata göz kırpışında mı mayalanıyor kaleminiz?

Kuram pek ilgi alanıma girmiyor. Belki de okurken en sevmediğim dersin Edebiyat olması nedeniyle bu. Zil bir an önce çalsın diye kalbim çarpardı. Elbette okuldaki eğitim kuram değil. Ama dediğim gibi ilgimi çekmiyor.

“Babama göre bu ülkede başarısız ve mutsuz olmanın iki garantili yolu vardı; siyaset ve edebiyat. Galiba bu yüzden öykülerimi hiç okumadı.” Bir söyleşinizde kullandığınız bu cümle aslında yazmaya gönül vermiş birçok insanın karşısına çıkan zorluklardan biri. Sahi! Siyaset ve edebiyat mutsuzluğu göverten; huysuz ve yaramaz çocuk mu? Bu konuda siz neler söylemek istersiniz?

Babalar çocuklarını koruma içgüdüsüyle öyle söylerler. Ama edebiyat zaten bütünüyle politik bir şey…

 Yayımlanmış altı öykü kitabınız var. En son çıkardığınız kitap “Cazibe İstasyonu” ama “Ekmek ve Zeytin” in yeri sanırım başka. Siz de öyle düşünüyor musunuz?

Evet, altı tane öykü kitabım var. En son Yüklük çıktı. Söylediğiniz gibi Ekmek ve Zeytin’in kalbimdeki yeri biraz farklı. O bir daha erişemeyeceğim bir yerde duruyor sanki…

 Ahmet Büke kimleri okuyor diye klasik bir soru sormayacağım! Ben Ahmet Büke’ye yazdıran kahramanları soracağım. Karıncaları, evladının kitaplarını yaşmağının arasında saklayan annesini, onu kanatırken iyileştiren anları sormak istiyorum? Unutamadığınız ve benim öykülerimin sütannesi dediğiniz bir kahraman var mı kurgu ya da gerçek de?

Dersim öyküsünde geçen nineyi unutamıyorum nedense. Bir de oradaki atlı adamı.

“Xasiork 2002 Kısa Öykü Yarışması’nda Kayıp Dua Kitabı adlı öykünüz ile birincilik kazandınız, aynı zamanda Oğuz Atay Öykü Ödülü ve Sait Faik Hikâye Armağanı sahibisiniz, ödüllerin yarışmaların Ahmet Büke’nin öykücülük serüveninde yeri nedir? Ödül/Popülarite dengesini sormak istiyorum size? Yarışmalar birer basamak mıdır yoksa edebi yolculuktan apayrı bir yere mi koyuyorsunuz?

Hepsinin ayrı bir anlamı var. Daha çok yazma konusunda beni motive ettiler. Öykücüler çok popüler olmazlar galiba. Bu konuda endişe etmeye gerek yok diye düşünüyorum.

 Şiir, edebiyatın nazlı çocuğudur. Avuç içleri hep öpülsün, duyguya müzik hep sağılsın ister. Şiirsel bir diliniz var öykülerinizde. Bunu ironi ile birleştirdiğinizde farklı bir tadın edebî raksı çıkıyor ortaya. Şiir yeteneğim yok dediğinizi biliyoruz. Şiir yazmamak şiir okumamayı gerektirmez diyerekten sormak isterim, bu benim şiirim dediğiniz bir şiir var mı? Çok beğendiğiniz bir şiiri ve dizelerini bizimle paylaşmak ister misiniz?

Arkadaş Z. Özger’i çok severim. Ama Ergin Günçe’nin Türkiye Kadar Bir Çiçek şiiri bir başka galiba.

Eskiden sevdiğim kızlar çiçeği

Öpemedik birbirimizi işte bunun çiçeği

 Kitap Haber sitesi “Kitaplardan Bir Dünya Kurduk” sloganı ile kitabı boş zamanlarında değil en değerli zamanlarında okuyanların karşısına çıkıyor. Kitap Haber’deki her bir paylaşımın amacı; kitap ve bilginin kutlu birikimine katkı sağlamaktır. Kitap Haber takipçilerine ve yazarlarına neler söylemek istersiniz?

 Selam, sevgi

Sayın Büke, bize zaman ayırdığınız, öykü metaforunun kıyısında demlendik; cevaplandık. Teşekkürler…

 Ben teşekkür ederim.

Mehtap Altan 11.02.2015

KİTAPHABER

Bir gönderi yayınlayabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir. Giriş