“Dünya ‘Geldikleri Gibi Giderler!’ Ruhunun Hâlâ Yaşadığını Görecek.”

0 Yorum

Milli Mücadele döneminin emektar gemileri Yavuz, Alemdar, Bandırma… Yok olan, kurtarılamayan gemilerimizin yanı sıra bir de adını duymadığımız Kartal var. Atatürk’ün, o tarihi sözü söylerken tepesinden ufka baktığı gemi: “Geldikleri gibi giderler!” İşte paslanmış gövdesinde hala o tarihi sözdeki ruhu taşıyan Kartal gemisi bugün tekrar gün yüzüne çıktı. Kartal’ı bulan, kurtaran ekibin içinde yer alan, belgeselleriyle tanıdığımız Serkan Koç’la röportaj gerçekleştirdik. Kartal gemisinin de içinde yer alacağı 1919 adlı film projesini anlatan Koç, şimdiye kadar gördüğümüz Atatürk filmlerinden çok farklı bir filmin bizi beklediğini aktarıyor. Kartal gemisi nasıl kurtuldu ve nasıl değerlendirilecek? 1919 filminde izleyiciyi neler bekliyor? Tüm bu soruların cevapları röportajımızda. Keyifli okumalar…

 Röportaj: Sinem Hançerigüzel

 

Sinem Hançerigüzel (SH): Tuzla’daki tersanelerde bulunan ve çürümeye terk edilmiş Kartal gemisinin tarihi önemi nedir?

 

Serkan Koç (SK): Biliyorsunuz 19 Mayıs’ın yüzüncü yıldönümü nedeniyle, geçtiğimiz Haziran ayında “1919” isimli bir sinema filmi yapmaya karar verdik. Atatürk’ün Samsun’a çıkmadan önce, İstanbul’da geçirdiği altı aylık çok özel bir dönem var. Bu filmin öyküsünde onu esas aldık.

30 Ekim 1918’de Mondros Mütârekesi imzalandıktan sonra -Atatürk o zaman Güney Cephesi Yıldırım Orduları grup komutanı- ordular lâv ediliyor ve böylece Atatürk de İstanbul’a çağrılıyor. 10 Kasım 1918’de İstanbul’a gelmek üzere Adana’dan bir trenle yola çıkıyor, üç günlük tren yolculuğunun ardından 13 Kasım 1918’de İstanbul Haydarpaşa Garı’na iniyor.

Aynı gün Mondros Mütârekesi şartlarına göre; İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunan Averof zırhlısının da içinde olduğu, 55 parçadan oluşan bir işgâl donanması İstanbul’a giriş yapıyor. Tesâdüf, aynı gün ve aynı anda oluyor bu ikisi.

Tabii yine Mondros Mütârekesi şartlarına göre, Deniz Kuvvetleri’ne ait tüm gemilerimize el konulmuş ve hepsi Haliç Tersânesi’ne bağlanmış durumdalar. Biliyorsunuz o zaman deniz yolu dışında başka ulaşım da yok. Osmanlı İmparatorluğu’nun elinde denizde yüzdüreceği bir tane gemi dahi olmadığı için de Savaş Bakanlığı,  Mustafa Kemal Paşa’yı Haydarpaşa’dan Galata Rıhtımı’na getirtmek üzere işgâl kuvvetlerinden ricâcı oluyor. Kendi başkentinizde komutanınızı bir yerden başka bir yere taşımak için işgâl kuvvetlerinden ricâcı oluyorsunuz, çok acı.

Atatürk trenden indikten sonra garın kapısından çıkınca, bu işgâl gemilerinin İstanbul’a girdiğini görüyor; cepheden yeni gelmiş olmasının, yolda Anadolu Halkı’nın ona aktardığı zor şartlara tanıklık etmesinin, Mondros Mütârekesi’nin imzalanmasının öfkesi içinde birikmişken bir de gelir gelmez İstanbul’da işgâl gemileriyle karşılaşıyor. Tarih kitaplarından da bildiğimiz üzere, Fransızlara ait “Enterprise” isminde 22 metrelik bir gemi gönderiliyor fakat karşıya geçmek için üç saate yakın bekliyor gemiyi garın rıhtımında.

 

“Ağlama çocuk, geldikleri gibi giderler!”

 

Karşıya geçerken yanında yâveri Yüzbaşı Cevat Abbas ve doktoru Râsim Ferit Talay var. Bu sırada Cevat Abbas’ın gözlerinin dolduğunu gören Atatürk, ona dönerek “Ağlama çocuk, geldikleri gibi giderler!” diyor. Filmimiz de bu sahneyle başlıyor.

Bu filmin, Atatürk’ün 5 Mayıs 1919’da Samsun’a gitmek üzere Bandırma Vapuru’na binip İstanbul’dan ayrılmasına kadarki altı aylık dönemi anlatmasını düşünmüştük. Bu sırada çevremizdekilerle, tarihçilerle, bu dönemi bilen insanlarla hikâyemizi paylaşırken; Emekli Amirâl Cem Gürdeniz -ki denizcilik konusunda Türkiye’de sayılı isimlerden biridir- dedi ki “Siz, Atatürk’ü karşıya geçiren geminin hâlâ İstanbul’da olduğunu biliyor musunuz?” Bilmiyoruz tabi, kimse de bilmiyordu. Biz “Nerede?” deyince de “Tuzla civârında, tersâneler bölgesinde, denize 100 metre kadar mesâfede kum zemine oturtulmuş halde duruyor.” dedi.

Aslında bizim, gemiden haberdar olmamız bir tesâdüftür. Cem Gürdeniz ve arkadaşları,  onu sanıyorum bir yıldan beri araştırıyorlardı. Şöyle ki; Tuzla bölgesinde yaşayan bir deniz tarihçisi, Kartal’ın varlığından haberdar fakat Kartal’ın hâlâ ayakta olduğunu bilmiyor. Bir gün Tuzla’daki denize bağlı, paslanmış gemiyi görüyor. Kartal’ı da öncesinde fotoğraflardan bildiği için, ona çok benzetiyor ve acaba Kartal olabilir mi, diye soruyor.

 

SH: Kartal’ı araştıran bu kişi kimdir?

 

SK: “Ârif Ertik” isimli bir deniz tarihçisi. O günkü şüphesini Milliyet gazetesi yazarlarından Gökhan Karakaş ve Emekli Amirâl Cem Gürdeniz’le paylaşıyor. Cem Gürdeniz ve arkadaşları, bu geminin kimliğine, geçmişine ulaşıyorlar. Üzerinde “KARTAL II” yazıyor. Acaba o gemi mi, değil mi tartışmaları sürerken, bir yıl boyunca araştırmaya devam ediyorlar.

Ardından, bu geminin Hollanda’da yapıldığını, daha sonra İngilizlere satıldığını, 1918 yılında da Fransızlar tarafından İstanbul’a getirilerek taşımacılık amacıyla kullanıldığını öğreniyorlar. En sonunda geminin kimliğinden, ellerindeki belgelerden bunun, Atatürk’ün üzerinde “Geldikleri gibi giderler!” dediği gemi olduğundan emin oluyorlar.

Onlar bize anlatır anlatmaz, hemen ertesi gün küçük bir tekneyle denize açılıp akşama kadar gemiyi aradık, kıyıyı taradık, sonunda da bulduk. Fakat o gün, içinde bulunduğumuz tekne, sığ zemin yüzünden çok yanaşamadı gemiye.

 

“Gemiyi dinledi, ona kulağını verdi; dertleşti, sohbet etti, sarıldı, öptü”

 

SH: Yani tam anlamıyla karaya çekilmemiş ama denizin ortasında açıklarda da değil öyle mi?

SK: Evet; denize 100 metre açıkta, batırılmamış ama fırtınada, rüzgarda sağa sola savurulup kıyıya vurmasın diye de zemin, kuma oturtulmuş. Gemi; içine su almış, hatta taş da koymuşlar içine batsın, çöksün diye. İkinci gün altı daha uygun bir tekneyle yeniden keşfe çıktık, bu sefer amacımız, geminin üzerine çıkmaktı.

Beraberimizde benim uzun süredir filmde oynatmak istediğim birini, ressam Muzaffer Akyol’u da götürdük. Muzaffer Abi’ye dedim ki “Abi bu gemiye yıllar sonra ilk kez siz çıkacaksınız. Sizi o gemiyle baş başa bırakmak istiyorum. Onunla konuşun, dertleşin. Ben bunun tamamını kaydetmek istiyorum.” Çok içten, çok yürekten biridir Muzaffer Akyol.

Gemiye ilk çıkan o oldu ve yaklaşık dört saat gemi üzerinde onunla konuştu. Onu dinledi, ona kulağını verdi; dertleşti, sohbet etti, sarıldı, öptü… Yani gemiyle arkadaş oldu. Hemen 3,5 dakikalık bir video ürettik ki “O Gemi” isimli bu film, sanırım üç gün içerisinde 180.000’e yakın insan tarafından izlendi.

Tabi sonrasında geminin sahibini bulduk, Aret Bey. Kendisi de gemiyi satmak istiyordu, çünkü artık yüzer durumda değildi.

 

SH: Kendisine nasıl ulaşmış gemi?

SK: Satın almış, ticâretle uğraşıyor.

 

“Geminin parçalanıp jilet yapılmasına gönlümüz râzı olmadı.”

 

SH: Varlığını ve önemini bilmiyor o zaman değil mi?

SK: Yok, o gemi olduğunu bilmiyordu. Tarihsel değerini bilmiyordu. Kimse bilmiyordu ki. Gemi paslanmış, hurdaya çıkmış ve bu kış da orada kalsaydı, muhtemelen kırılacaktı. İçinde atıklar birikmiş, onların denize karışma ihtimâli de var. Bu yüzden onu bir an önce hurdacıya satma niyetindeydi Aret Bey.

Bunları öğrenince, böyle tarihsel değeri olan bu geminin hurdacıya satılıp dağılmasına, ne yazık ki Bandırma Vapuru’nda, hattâ Devrim Arabaları’nda olduğu gibi parçalanıp jilet yapılmasına gönlümüz râzı olmadı. Hemen bir komite kuruldu: “Kartal’ı Kurtarma ve Yaşatma Komitesi.”

 

SH: Komitede kimler var?

SK: Komite ilk etapta sekiz kişiydi; sonra genişledi, galiba şu anda on iki kişi oldu. Başkanlığını Cem Gürdeniz yapıyor, ben varım, ortağım/yapımcımız ki kendisi aynı zamanda eski bir tersane işçisidir İbrahim Benli var. Büyük çoğunluğu deniz insanları; gemi mühendisleri, armatörler, denizle ilgili kişiler ve gazeteciler oluşturuyor.

 

“Amacımız bu tarihi gemiyi bir müze gemi hâline getirmek.”

 

SH: Restorasyonla ilgilenecek sanatçı isimler var mı? Nasıl restore edilecek, ne şekilde değerlendirilecek Kartal?

SK: Var tabii. Geçtiğimiz 13 Kasım’da, yani “Geldikleri gibi giderler!” sözünün 99. yıldönümünde, bu projeyi kamuoyuyla paylaşmak üzere bir basın toplantısı yapalım istedik. 13 Kasım’da tüm basını dâvet ettik. Beklediğimiz bir ilgiydi gerçi ama onun da üzerinde bir şey oldu. 6 televizyon kanalı -NTV, CNN, Habertürk, Fox canlı yayınladı- 13 ulusal gazete ise habere birinci sayfadan geniş yer verdi.

Böylece kamuoyunda büyük bir heyecan yarattı ve ardından; çağdaş Türk sanatının yaşayan önemli isimlerinden ressam Devrim Erbil, heykel alanında Türkiye’yi dünya çapında temsil eden önemli bir isim heykeltraş Mehmet Aksoy önderliğinde bir sanatçılar seferberliği başlatıldı.

Çünkü bizim projemizin birkaç aşaması var: Birincisi, önce gemiyi kurtarmaktı ki şu anda onu yaptık. Ölmek üzere olan bu gemiyi bir hastaneye, tersaneye kaldırdık. Komitenin ikinci görevi ise bu gemiyi 1918 yılındaki gibi, metal ana gövdesi korunmak kaydıyla, aslına uygun biçimde restore ettirmek. Çünkü 106 yaşındaki bu geminin ana yapısı, 1918’de ilk yapıldığı andaki gibi duruyor. Fakat gemi el değiştirdikçe, her yeni sahibi bir şeyler ekleyip çıkararak geminin üst yapısını âdeta gecekonduya döndürmüş. Amacımız üst yapıyı da 1918’deki hâline getirecek, aslına uygun bir restorasyon.

Projemizin üçüncü aşaması da, bu tarihi gemiyi denizden ve karadan halkın rahatlıkla görebileceği, ziyaret edebileceği, okulların, öğrencilerin, gençlerin gezebileceği bir müze gemi hâline getirmek. İstiyoruz ki insanlar gelsin, fotoğraf çektirsin, önünde durup düşünsün, hayâl etsin. “Geldikleri gibi giderler!” ruhunun bugün hâlâ yaşadığını da bütün dünya görsün.

Bu üçüncü aşama için yine Devrim Erbil önderliğinde, içinde Türk müzeciliğinin önemli isimlerinden Prof. Tomur Atagök gibi duayen isimlerin de hazır bulunduğu bir başka komisyon daha kuruldu. Komisyonda müzecilerle birlikte iç mimarlar, mühendisler, sanatçılar, tasarımcılar, heykeltraşlar var. Bu değerli insanlar, geminin nasıl bir müze tasarımı içinde sergileneceği konusundaki çalışmalarını yoğun olarak sürdürüyorlar.

 

“Kartal’ın kurtuluşu belgesel film haline getirilecek.”

 

SH: İçerisine girilebilecek mi, içinde görülebilecek bir şeyler olacak mı geminin?

SK: Geminin içine girilmesini uygun bulmuyoruz; çünkü küçük bir gemi, formunun bozulmasını istemiyoruz. İnsanlar dışarıdan görebilecek. Ama tabi biz, gemiyi insanlara detaylı biçimde anlatmak için başka çalışmalar da yürütüyoruz:

Öncelikle geminin geçmişi, bulunması ve müze gemi hâline getirilmesi için yapılan tüm çalışmalar, faaliyetler, toplantılar, hepsi şu anda kamerayla kayıt altına alınıyor. Hatta tersanede kameramız her an çekiyor neler yapıldığını. Bunların hepsi “Kartal’ın Kurtuluşu” gibi bir isimle belgesel film haline getirilecek. Bu ayrı bir proje ki, geminin sergileneceği alanda ziyaretçilere sürekli gösterilecek.

İkinci olarak; sözünü ettiğimiz sanatçılar, tahminen yüze yakın resim ve heykel yapacaklar gemiyle ilgili. Bire bir geminin heykelini, resmini yapmaktan bahsetmiyorum; “Geldikleri gibi giderler!” anlayışı üzerine sanat eserleri üretecekler. Bu eşsiz eserler de yine geminin olduğu alanda sergilenecek.

Kısacası, içinde heykellerin, resimlerin, fotoğrafların olduğu, belgeselin de gösterildiği kompleks bir müze düşünüyoruz aslında. Kurtuluş’un İstanbul’daki simgesi olacak Kartal İstimbotu’nun yeri de yine sanatçı, sporcu, iş insanlarından, silahlı kuvvetler ve belediye mensuplarından oluşan Kartal Komitesi tarafından belirleniyor. Merak edenlere sosyal medya sayfalarımızı tâkip etmelerini öneririm.

 

SH: Peki açık havada mı duracak?

SK: Evet.

 

SH: Hava şartlarından dolayı zarar görmesi gibi riskler var mı?

SK: Hayır hayır, hiçbir şey olmaz. Her şeyi ona göre tasarlanıp yapılacak. Yağmurdan, soğuk ve kardan koruyacak teknikler uygulanacak.

 

“Hiç kimsenin gemiyi reklâm malzemesi olarak kullanmasına asla izin vermeyiz.”

 

SH: Bu aşamada birçok kişi bu gemiye tâlip olabilir. Piyasacılardan burayı alıp bir restoran ya da benzeri şekilde değerlendirmek veya sergilemek için bir talep geldi mi?

SK: Gemiye çok talep oldu; yerel ve merkezî yönetimlerden, iş insanlarına, “Alalım bunu benzin istasyonumuzun önünde sergileyelim.” diyeninden, “Otelimizin önünde koyalım.”a kadar… Ayrıca İstanbul dışından son derece iyi niyetli ve sırf “gemi kurtulsun” diye düşünen yerel yönetimler de var. Bunların hepsine teşekkür ediyoruz, fakat yine hepsine aynı cevabı verdik: Bu gemi; 1918 yılında “Geldikleri gibi giderler!” sözünün söylendiği, bu sözü söyleten yerde sergilenmeli, o da İstanbul.

Baş prensibimiz, geminin İstanbul dışına asla çıkmaması. İkincisi; hiçbir şirketin, siyâsi hareketin, yerel yönetimin, kısacası hiç kimsenin bunu reklâm/tanıtım malzemesi olarak kullanmasına asla izin vermemek. Çünkü Kartal Platformu adına gemiyi sahiplendik, hukûki olarak şu anda sahibi biziz ve biz nereye kadar verirsek, gemi orada sergilenecek.

Hükümetler değişir, belediyeler değişir, şirketler değişir, insanlar değişir, her şey değişir ama bazı kurumlar değişmez. Restorasyon ve müzeleştirme çalışması bittikten sonra hukûki ve ticâri olarak sahibi olduğumuz bu gemiyi, 13 Kasım 2018’de millet adına Türk Silahlı Kuvvetleri’ne ve Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’na bağışlayacağız -tabi İstanbul’da sergilenmesi, halka açık olması, ücretsiz gezilmesi gibi şartları içeren bir protokolle…

 

SH: Peki bu projede TSK’nin, Deniz Kuvvetleri’nin bir destekleri var mı?

SK: Kurumsal anlamda yok, bireysel destekler gelmeye devam ediyor.

 

“Türk Milleti’nin küçük küçük katkılarıyla ortaya çıkarılan anlamlı bir eser olmasını hayâl ediyoruz.”

 

SH: Maddiyatın dışında, restorasyona ve projeye ilişkin fikirsel destek alıyor musunuz?

SK: Tabii; bu konularda tüm önerilere açığız, görüşmelerimiz de sürüyor kendileriyle. Örneğin Deniz Kuvvetleri Komutanlığı, Beşiktaş’taki Deniz Müzesi’nde sergilemek istiyor gemiyi ki hibe sonrasında da müzeye sahip çıkmaları, bakımını ve sergilenmesini üstlenmeleri, en büyük katkı.

Bakın biz hiç kimseden özel bir sponsorluk  vs. beklemiyoruz, çünkü bunu yüz binlerce -belki milyonlarca- insanın katkılarıyla ortaya çıkacak bir müze gemi ve film projeleri olarak düşünüyoruz. O yüzden de tek yerden alınacak bir sponsorluk yerine; tıpkı Kurtuluş Savaşı’mızda olduğu gibi, büyük Türk Milleti’nin küçük küçük katkılarıyla bir araya getirilen, imeceyle ortaya çıkarılan anlamlı bir eser olmasını hayâl ediyoruz.

Bu gemi, batmayan gemi; hepimizin içinde olduğu batırılamayan Türkiyem, indirilemeyen bayrak gibi… Bayrağımızın üzerine nasıl kimse logosunu koyamaz, reklâmını yapamazsa; bu gemi de, Atatürk de, Cumhuriyetimiz de asla politik bir hedef için kullanılmamalıdır, kullandırmayacağız. Bu prensipler çerçevesinde destek vermek isteyen herkesin desteğine açığız.

 

“Atatürk gibi bir lideri dünyaya neden anlatmıyoruz?”

 

SH: Gelelim “1919” filmine… Sizi, özellikle millî sorunları ele alan belgesellerle tanıdık, peki bu filmde neler bekliyor izleyiciyi?

SK: Bu bir Atatürk filmi ama yalnızca bir Atatürk filmi değil. Şimdiye kadar Atatürk’le ilgili, Ziyâ Öztan’ın “Kurtuluş”, Zülfü Livaneli’nin “Vedâ” filmleri gibi başarılı sayabileceğimiz çalışmalar var ki başarıdan kastım doğru anlatımdır. Fakat bir de Can Dündar’ın tartışmalı “Mustafa” filmi örneği var… Atatürk’ü sinema diliyle yeterince -yeterince değil, neredeyse hiç- anlatamadığımızı düşünüyorum. Bakınız; örneğin İngiliz Başbakanı Lloyd George, “Dünyada birkaç yüzyılda bir, dünyanın kaderini değiştirebilecek liderler çıkar; ne yazık ki bu yüzyılda bu lider, Türklere nasip oldu.” diyor. Elimizde böyle bir lider var. O lideri biz yaratmışız; Türk Halkı, Anadolu yaratmış o lideri. Fakat biz, böyle bir lideri dünyaya neden anlatmıyoruz, hakkıyla neden anlatamıyoruz?

Atatürk bize hep iyi bir komutan, iyi bir savaşçı olarak anlatılır. Fakat onun devlet kuran, rejim inşâ eden devrimci yanı anlatılmıyor, en iyi ihtimalle eksik anlatılıyor. Düşünsenize, Atatürk’ün İstanbul’da geçirdiği altı aylık dönem hep es geçilmiş. Hepimiz şöyle biliyoruz: Ali Rıza Bey, Zübeyde Hanım, tarla, karga, rüştiye, Mustafa, senin adın Kemâl olsun, Harp Okulu, Trablusgarp, Çanakkale… Sonrasında Mondros imzalanır, Atatürk Samsun’a çıkar, Ankara’da Millî Meclis kurulur, kongreler toplanır, İzmir’e gider, vatanı kurtarır ve cumhuriyeti ilân eder.

İyi ama Samsun’a çıktı da neden çıktı, nasıl çıktı? Acaba Samsun’a çıkmadan önce kafasında başka tasarılar var mıydı, hangi plânla çıktı? Şimdi bunlar bilinmiyor, anlatılmamış, eksik kalmış. Bu zamana kadar sürekli tekrar eden bir problem bu; beki korkular, kaygılar, beceriksizlikler var -bir sürü nedeni olabilir ama sonuçta bunları anlatmanın ötesinde bir iş yapılamamış şimdiye kadar. Bu durumu kınamıyoruz; her şeyin bir zamanı var, demek ki zamanı 100. yılmış -demir tavında dövülürmüş.

 

“1919’da şimdiye kadar gördüklerinden bambaşka bir Atatürk görecekler.”

 

İşte bizim filmimiz bu çok önemli döneme projeksiyon tutmayı; anlatılmayanı anlatmayı, sorulmayanı sordurtmayı, düşünülmeyeni düşündürtmeyi, anlaşılmayanı anlaşılır hâle getirmeyi amaçlıyor. Neler yaptı bu altı ay boyunca; Samsun’a çıkmak dışında başka hangi seçenekler vardı, o seçenekleri nasıl eledi? Baktık bunu düşünen, tasarlayan, yapan yok; bir sinema geçmişimiz olmamasına rağmen, şu ana kadar dünya çapında ses getiren 55 belgesel filmimizle ciddi bir tecrübe sahibi olduğumuza inanarak başladık projeye.

Biz yeni bir keşif yapmadık, sadece gördük; bize ortalama olarak anlatılan ya da gösterilenenin ötesinde, başka bir Atatürk gördük… Biz, bunun gerçek Atatürk olduğunu düşünüyor ve gördüğümüzü kamuoyuna da göstermek istiyoruz. Bu farklı bir Atatürk. Farklı bir Atatürk görecekler onu söyleyelim, şimdiye kadar gördüklerinden bambaşka bir Atatürk.

 

SH: Eleştiride bulunduğunuz konuları göz önünde tutarsak, Türk sineması bu alanda neden dünya çapında bir film yapamıyor?

SK: Yanıt tamamen Atatürk’ü anlayamamakta; bir şeyi anlamazsanız, anlatamazsınız –çok basit ve çok ağır. Zamanında Hollywood bile bir Atatürk filmi yapmak için büyük bir istekle yola çıkmıştı ama başaramadı. Neden? Bu toprağın anlamadığını, okyanus ötesi anlatabilir miydi?

 

SH: Ne zamandı bu?

SK: 90’lı yıllardaydı; çok istedi, hâlâ da istiyor… Bununla ilgili bir sürü hikâye duyuyorum. Şimdi adını vermeyeceğim, ünlü bir Türk yapımcısı Hollywood’a gidiyor geliyor; anlaşmalar yapılıyor, filmin çekilmesi kararlaştırılıyor fakat bir problem var. Film yapacaksınız, her şeyden önce elinizde bir hikâye ya da bir fikir olması gerek. Sonuçta sanat dediğiniz şey fikirdir. Burada fikir ne? “Atatürk büyük komutan.” Tamam, buradan bir sinema filmi çıkar ama bu yeterli mi? Atatürk bu mu, bu kadar mı?

 

“Atatürk filmi yapabilmek için Atatürk gibi düşünebilmeniz lazım”

 

Herkes biliyor ki Atatürk anlaşılamadı, 100 yıl sonra geldiğimiz nokta da bunun acı ve açık kanıtıdır. Dün de bugün de Atatürk’e ve eserlerine düşmanlık, hep anlaşılamama üzerinden kurgulanıyor. Burada kabahat, bilinçli olarak anlatmayan yönetenlerdedir; çünkü anlatılmayan yönetilenler, gerçeği anladıkları an, daha ileri gitmede ısrar edeceklerdir.

Bir de tabi sinemada dönem filmi yapmak ayrıca zordur, tabii Atatürk’ü anlatmak da… Sadece yapımcı açısından değil, bir yönetmen gözüyle de soruyorum: “Nasıl oynatacaksınız Atatürk’ü, Atatürk nasıl bakacak?” Haydi buyurun, cevaplayın: Nasıl bakacak, nasıl tepki gösterecek bir olaya, bir yargıya? İşgal gemileri geldi, nasıl tepki gösterecek? Bunu yapabilmeniz için Atatürk olmanız lâzım, Atatürk gibi düşünebilmeniz lazım. Peki, Atatürk gibi düşünebilen kaç kişi var sanat dünyasında?

Bir başka zorluk da; toplumun ortak değerleri üzerine konuşmanın, fikir geliştirmenin, onunla ilgili bir sanat ürünü yapmanın riskli oluşudur. Herkes ama herkes bir şeyler söyleyecektir size; eleştirecekler, yerden yere vuracaklar, belki kıskanacaklar, yapmamanıza çabalayacaklar, yapamamanızı dileyecekler. Bu tip durumlar mutlaka fazlasıyla yaşanacaktır, fakat biz de tüm yaşanacakları şimdiden fazlasıyla göze aldık. Çünkü burada bizim kafa yorduğumuz şey, şahsımıza yöneltilecek eleştirilerin ötesinde; ortaya doğru düzgün, içinde fikir barındıran, üzerine konuşulup eleştirilebilecek iyi bir ürün çıkarabilmek. Yoksa biz eleştirilelim, bu böyle göstermiş vs. desin, her şeyi desin; ama ortaya bir iş çıksın.

Tabi bu, ticâri kaygılarla bakan herhangi bir yapım şirketi, bir yapımcı açısından kenarına dahi yaklaşılmaması gereken büyük bir risktir. Dünyanın parasını harcarsınız, filmle ilgili bir olumsuz şey söylenir, tartışmalar çıkar. İnsanlar bu tartışmalardan yola çıkarak “Bir izleyelim bakalım.” da diyebilir, hiç gitmeye de bilir. Bu, sinema endüstrisinin pek cesâret edemediği cinsten bir risktir. Fakat önceki işlerimizi bilenler bilir; biz riskleri seviyoruz, uslu duramıyoruz. Açıkçası filmi bitirdikten sonra büyük borçlar altına girmiş olacağız, e batabiliriz de; ama şundan yüzde yüz eminiz ki, çok iyi bir Atatürk filmi yapacağız, çok gerçek bir Atatürk’ü anlatacağız ve bunu en iyi biz yapabiliriz. İnanın bu da son derece gerçekçi bir yaklaşım; çünkü bizim ekibimizdeki herkes, Atatürk gibi davranan insanlar. Sponsorumuz var mı? Yok. Paramız var mı? Yok. Hiçbir şeyimiz yok. Neyimiz var? Bir fikrimiz var… Bir yapımcı için beş para etmez bir durum bu. Ama bizim gibiler için, her şey… Bir fikrimiz var, Atatürk’ü doğru görüyoruz, o halde her şeyimiz var -bizden başka kimse bu filmi yapamaz.

 

“Hiç paramız olmadığı bir durumda, Türkiye’nin en büyük Atatürk filmini yapmaya talibiz.”

 

SH: Filmin içeriği konusunda kendinize güveninizin tam olduğunu anladık, ancak işin yadsınamayacak büyük bir maddî yükünü nasıl karşılayacaksınız?

SK: Filmin bütçesi çok büyük, şu anda hiç paramız yok –içtiğimiz çayların parasını verebilirim. Evet gerçekten de hiç paramız yok ama işte baştan beri “Biz bu işi yapabiliriz, bu işi biz yaparız.” dediğim şey de bu. Hiç paramız olmadığı bir durumda, Türkiye’nin en büyük Atatürk filmini yapmaya tâlibiz ve bunu bir yıl içinde gerçekleştireceğiz. Düşünebiliyor musunuz? Yönetmeniyle, yapımcısıyla başkaları şöyle der: “Para var mı? Var. Haydi bir film çekelim. Yoksa? Yok.” Biz öyle değiliz; bizim iyi bir film fikrimiz var, bunu çekebilecek biziz, insanlar bizi tanır, fikrimizi öğrenir ve bu fikri destekleyen herkes, filmi de destekler, destekleyecektir, desteklemektedir.

 

SH: Bu anlamda halktan nasıl bir maddî destek beklentiniz var?

SK: Dediğim gibi sponsorlukla değil; küçük küçük, imece usûlüyle, büyük bir seferberlik ruhuyla, Türk Milleti’nin el ele, omuz omuza yaratacağı filmimiz için: “Bu film, Mustafa Kemâl’in Askerleri tarafından çekilmiştir.” diyeceğiz. O askerler; ben, yapım ekibimiz, siz, destek verecek on binler, yüz binler ve bu film; hepimizin olacak, tıpkı bu vatan gibi.

 

SH: Peki “1919” filminde Kartal’ın rolü tam olarak ne olacak?

SK: Gemi, filmin tamamında bir ana karakter değil; Atatürk’ün, üzerinde “Geldikleri gibi giderler” dediği bu gemi, filmin giriş sahnesinde yer alacak. Tabii restore ettiğimiz zaman da yüzmeyeceğini, karada duracağını söylemeliyim.

 

SH: Filmin senaryosunu yalnız mı yazıyorsunuz, başkaları da var mı?

SK: Yalnız yazıyorum şu anda; daha doğrusu yazdım, neredeyse bitti senaryo. Tabii fikirlerini sorduğum, dayanıştığım, yararlandığım arkadaşlarım var. Tiyatro oyuncusu Nejat Koper’in çok ciddi katkıları oldu, hâlâ da beraberiz. Şimdi isimlerini vermeyeyim, belki arzu etmeyebilirler; katkı sunan, danışmanlık yapan çok geniş bir ekiple çalışıyoruz, onları da göreceksiniz filmde.

 

“Filmi gördüğünüzde “Aa Atatürk bu muydu?” bile diyebilirsiniz.”

 

SH: Filmde oyuncu olarak kimleri göreceğiz, örneğin Atatürk’ü nasıl biri oynayacak?

SK: Bir iki tanesi hâriç, oyuncuların hiçbiri belli değil şu anda.

 

SH: Aklınızda Atatürk’ü oynayabilecek biri var mı?

SK: Hiç yok. Siz oynar mısınız?

 

SH: Çok zor bir soru. Az önce söylediniz, onun o bakışını kim yapabilir?..

SK: Oyunculuk konusu şu an için erken, Atatürk konusunda da hiçbir isim yok. Kafamda daha çok, “Atatürk’ü oynayacak kişi, nasıl oynar?” sorusu var. “Atatürk’ü şu kişi oynar, bu kişi oynar.” diye bir şey düşünmüyorum; çünkü benim kafamdaki,  Atatürk’e benzeyecek bir Atatürk olmayacak. Gördüğünüzde “Aa Atatürk bu muydu?” bile diyebilirsiniz, şimdiden söyleyeyim.

 

SH: Görsel olarak mı,  karakter olarak mı “Atatürk bu muydu?” diyeceğiz?

SK: Görsel olarak, karakteri Atatürk olacak tabi. Sözün özü, hem Atatürk’ü oynayacak hem de Atatürk’e benzeyen birini aramıyorum. Hiç benzemesin Atatürk’e ama oynasın, Atatürk olsun.

 

SH: O ruhu verebilsin yani.

SK: Evet, aradığım kişi o. Henüz bulamadık. Atatürk konusu, zor konularımızdan.

 

SH: Kartal gemisine yeniden dönmek istiyorum. Bizim tarihi başka gemilerimiz de vardı; Yavuz, Alemdar, Bandırma… Geçmişte bunlara sahip çıkılmadı, kaderleri de yok olmakta birleşti. Bu gemiler neden korunamadı; şimdilerde Kartal’ın bu derece sahiplenilmesinin bir nedeni de, bu gemileri koruyamamış olmanın verdiği üzüntü müdür?

SK: Ben olumsuz tarafından bakmamaya çalışıyorum. “Onlara sahip çıkılmadı.” evet ama bir de Kartal vardı, buna da sahip çıkıldı. Her zaman olumsuzu değil de, olumlu tarafları söylemekten yanayımdır. Yarın da diyecekler ki “Türkiye’de Atatürk’ün ‘Geldikleri gibi giderler!’ dediği gemiye sahip çıkan insanlar da vardı, sahip çıkıldı bu gemiye.” Demek ki geçmişte anlayamamışız, bugün anlıyoruz –ne mutlu. “Bu film neden bizim tarafımızdan çekilebilir?” sorusunun cevabı da bu. “Şimdiye kadar bütün bu gemilere sahip çıkılmadı.” diyorsunuz. Bu gemiye sahip çıktık işte; biz, sahip çıkanlar, bu filmi yapanlar. Yapılmayanı yapışımız bile, böyle bir filmi çekebileceğimizin kanıtıdır.

 

“1919” ilk filmimiz olacak ama son olmayacak.”

 

SH: Yapımlarınıza baktığımızda, genel olarak belgesel çektiğinizi görüyoruz. Ermeni Soykırımı Yalanları, Türk-Amerikan Savaşı, Gezi Direnişi konularında filmleriniz oldu. Şimdi de “1919” ile yine tarihsel bir konu üzerinden izleyeceğiz sizi. Günümüz televizyon sektöründe de tarihsel olmasa da yine millî konuları ele alan diziler çok popüler. Siz bunlardan birinde çalışmayı ya da böyle bir dizi projesi üretmeyi hiç düşünmediniz mi?

SK: Dizi hiç düşünmedim; düşünmeyi de düşünmeyeceğim galiba. Genelde dizi izlemem fakat şimdilerde “Vatanım Sensin” adlı diziyi izliyorum. Siz de izliyorsunuzdur mutlaka, övgüyle de izliyorum onu da söyleyeyim. Ekibi, çalışanları, yapımcıları oynayanları, emeği geçen herkesi tebrik ediyorum. Aralarında dostlarım da var, çok başarılı ve doğru bir iş yapıyorlar. Hikâyesiyle ilgili eleştirileri çok da haklı bulmuyorum. Dizidir, sinemadır; yönetmene, yapımcıya senariste mutlaka bir özgürlük, özgünlük alanı tanınmalıdır. Bence tarihi çarpıtmamak koşuluyla, istedikleri gibi hikâye yaratabilirler. Dikkatimi yönlendirdiğim unsurlarsa şunlardır: Bu filmi izleyen çocuk, genç, yaşlı,  kadın ve erkeğin içlerinde yaratılan etki nedir? Bu etkinin içinde vatanseverlik var mıdır? Bu anlamda, bu dizi doğru, güzel bir dizi fikrimce.

Yine de dizi, benim uzak durduğum bir alan. Bunu kötülemek için söylemiyorum, o yüzden baştan bunu anlattım. Sinemayı daha kalıcı bir sanat olarak görüyorum, yaptığımız diğer belgeseller gibi; 55 belgeselimiz var, hiçbiri unutulmadı, unutulmayacak. Belgesel dediğiniz şey, döneme ışık tutan eserlerdir. “Türk-Amerikan Savaşı” Ergenekon sürecini anlatan tek belgeseldir şu anda ve aradan 50 yıl da geçse, bu dönemi anlamak isteyenlerin açıp izleyeceği bir filmdir. “Türk-Amerikan Savaşı: Kutsal İsyan”, Ergenekon yargılamaları sırasında yaptığımız 13 tane belgesel: “Karakolda Bomba Var”,  “O Savcı”, vs… o döneme ışık tutan işlerdir. Çizgimiz;  bir an önce tüketilip harcanacak işlerden değil de, kalıcı eserler üretmekten yana. Bu arada hemen şunu da söyleyeyim; “1919” ilk filmimiz olacak ama son olmayacak, devamı gelecek –isterseniz bunu bir dizi gibi düşünebilirsiniz, film serisi… Gücümüz yettikçe yılda bir veya iki yılda bir de bunun devamı gelecek.

 

SH:1919”la bağlantılı mı olacak diğer filmler de?

SK: Evet, mesela 2023 yılında “1923” gelecek v.s.. Yani biz, tarihimizin o önemli dönüm noktalarını “1919”dan sonra da sinemalaştırmayı düşünüyoruz.

 

SH: O zaman şunu söyleyebilir miyiz: “Yönetmen Serkan Koç, bundan sonra belgesel çalışmalarını azaltarak, kariyerine sinemaya ağırlık vererek devam edecek?”

SK: Azalacak, evet ama tamamen de vazgeçmek istemiyoruz – o bambaşka bir zenginlik, çok keyifli; şu anda da meselâ üzerinde çalıştığım belgeseller var hâlâ.

 

“Sosyal medya başta olmak üzere, izlenen diziler; toplumu yaşadığı gerçekten kopartıyor.”

 

SH: Ne tür belgeseller, hangi konulara ilişkin çalışmalar var?

SK: Yine tarih, dönem, güncel konular üzerine. “Türk Amerikan Savaşı – 2” var meselâ, vakit buldukça onlarla ilgili de çalışıyorum. Tabii bu dönem yapamam ama bu film bittikten sonra belki pat diye birden ortaya da çıkar. Bir bakmışsınız; film bitmiş, başka bir belgesel daha çıkmış –elbette bu çalışmaya ve tempoya bağlı.

Belgeseli bırakmak istemem; onun etkisi/gücü daha başka, kurmaca gibi değil.  Yani bana sorarsanız “Kurmaca mı, belgesel mi?” diye, yanıtım “belgesel” olur. Ayrıca genç sinemacılara da tavsiyem olsun: Gelecekte belgesel, bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de çok daha etkili bir film türü olacak. Bakın bugün insanların belgesel izleme istekleri artıyor, belgesel kanalları artıyor. Çünkü insanlar, hayatlarında gördükleri şeylerin aslında sanal/uydurulmuş/kurgulanmış olduğunu görüyor. Sosyal medya başta olmak üzere, izlenen diziler; toplumu yaşadığı gerçekten kopartıyor. Ekrana bakıyorsunuz bir metrobüs var; metrobüse biniyorsunuz, bambaşka bir metrobüs var – gerçek değil. Dizilere bakıyorsunuz, ben çalışan bir karakter görmüyorum hiç. Hiçbiri çalışmıyor, fabrikaya giden bir karakter, alın teri döken bir karakter, sabahın altısında kalkan ve metrobüse binip işe giden bir karakter yok.

 

SH: Ve bütün herkes lüks içinde yaşıyor sanki, İstanbul tamamen böyle bir yer gibi…

SK: Evet herkes lüks hayatlar içerisinde, dedikodular, al gülüm ver gülümler, kim kime dum dumalar… Hayat böyle değil, hayatımız bu değil. Bizim olmayan hayatı bize böyle anlatıyorlar, onlara baka baka özendirilince de onlar olmaya çalışıyoruz. Artık onlara olmaya çalışan insanlarız, gerçek değiliz, bu hiç doğru değil. Ama toplum bunun da farkına varıyor, varacak ve daha fazla gerçeğe dönüş isteyecek, gerçeği görmek isteyecek. Bu yüzden belgesellerin önemi artıyor.

 

“ ‘Türk Amerikan Savaşı 2’ belgeselini hazırlamayı düşünüyorum.”

 

SH: Son olarak gelecek projelerinizden söz eder misiniz?

SK: Biliyorsunuz “Türk Amerikan Savaşı”nda, Türkiye ile Amerika arasında yaşanan çatışmaları 1990’lı yıllardan başlayarak anlattık ki olaylar Ergenekon yargılamalarına kadar geldi, orada bitti. Belgesel yapıldığı zamanda yargılamalar devam ediyordu. Sonra süreç çok hızlı tersine döndü; içeridekiler dışarı çıktı, terörle ciddi bir mücâdele başladı. Tam dediğiniz dönemi anlatan, yani Ergenekon yargılamalarının bitmesi ve sürecin tersine dönmesini, terörle mücâdeleyi, Türkiye’nin Amerika’yla sözlü değil fiili olarak karşı karşıya geldiği, karşılıklı hamlelerin masa altından değil de masa üstünden devam ettiği dönemi anlatan bir belgesel düşünüyorum “Türk Amerikan Savaşı – 2” ile. Bu da belgesel; dizi, film gibi düşünmüyorum.

Her şeye de gücümüz yetmiyor tabi. Bunları düşünmek, tasarlamak, senaryosunu yazmak, ekibini kurmak, parasını bulmak, çekmek kolay değil. Altı aydır “1919”un senaryosuyla uğraşıyorum, daha bitmedi. O çekimler bitecek de -iki yıldan bahsediyoruz, insan ömründen iki yılı alıyor bir film. Bir sürü teklif geliyor; onu da yapalım, bunu da yapalım, diye. Bir ömür, tüm bunlara yeter mi? Yetse de yetmese de, seferberlik başladı –tam yol ileri!

 

SH: Güzel vatanımızın bir evlâdı olarak, değerli çalışmalarınız ve bu koşuşturmacada bize ayırdığınız zamanınız için teşekkür ediyorum. Projelerinizle ilgili güncel gelişmeleri tâkip etmek, “Kartal Müzesi”ne ya da “1919 Filmi”ne katkıda bulunmak isteyen okurlarımıza da “www.4951film.com” web adresini ve ilgili sosyal medya hesaplarını öneriyorum, başarılar dilerim.

Bir gönderi yayınlayabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir. Giriş