Onların bu ülkeden kaçma nedeni bizim kalma nedenimiz

0 Yorum

Semaver Kumpanya buruk ama bizi bozmayan rutubetini attığı bir tadilat döneminin ardından bir klasikle kendi sahnesine döndü. Aristofanes bundan asırlar asırlar evvel anlatmıştı insanı, çelişkilerini, korktuğu ya da kaçmak istediği şeye dönüşebildiğini, düzeni, kuranını, yıkanını… Ama tünelin sonundaki ışığı göstererek yapmıştı bunu. Tertemiz uyarlamasını Yavuz Pekman’ın yaptığı ve muhteşem bir reji ile Volkan M. Sarıöz’ün sahneye koyduğu oyun ‘düzen’ ile bu defa kuşları sınıyor.

Semaver Kumpanya buruk ama bizi bozmayan rutubetini attığı bir tadilat döneminin ardından bir klasikle kendi sahnesine döndü. Aristofanes bundan asırlar asırlar evvel anlatmıştı insanı, çelişkilerini, korktuğu ya da kaçmak istediği şeye dönüşebildiğini, düzeni, kuranını, yıkanını… Ama tünelin sonundaki ışığı göstererek yapmıştı bunu. Tertemiz uyarlamasını Yavuz Pekman’ın yaptığı ve muhteşem bir reji ile Volkan M. Sarıöz’ün sahneye koyduğu oyun ‘düzen’ ile bu defa kuşları sınıyor. Ne mi oluyor? O da oyuncuları ve Semaver Kumpanya’nın ev sahipleri Serkan Keskin ile Sarp Aydınoğlu söyleşimizin satır arasında gizli. Oyunun dramaturjisinde imzası olan Bilgesu Kasapoğlu’nun dediği gibi; ‘Belki de biz her gün kuşları oynayan satirleriz…’ Kim bilir? Velhasıl konserlerle, misafir tiyatro topluluklarıyla yeniden mahallemizi şenlendiren komşumuz Semaver Kumpanya’ya misaifiri olduk bu hafta. Eminim Pazar kahvaltınız kadar oyuna da iştahlanacaksınız bu sohbetle… Dünya Tiyatrolar Günü’ne dosyamızla birlikte armağanımızdır!

Güvendost ve Umutlugil adlı iki maceraperest Atinalı neden kaçacak kadar bıkmış mahkemelerden?
Serkan Keskin: Aristofanes’in yazdığı metinde var Atina, yani çok derdimiz değil onların nereli olduğu. Günümüzde buradaki bir sürü insan da buna benzer bir şey yaşıyor sanırım. Ama şunu belirtelim ki; bu iki maceraperest bizim savunduğumuz adamlar değil. Bizde de öyle muhabbetler var ya; ‘artık gidelim bu ülkeden, başka ülkenin vatandaşı olalım’ gibi gibi…  Ya da ‘orada her şey çok güzel, orada yaşayalım’ benzeri… Böyle söyleyen arkadaşlarımız, yakınlarımız, tanıdıklarımız vardır hepimizin. Biz burada da oyunda da kaçmak isteme halini olumlamıyoruz. Çünkü onların bu ülkeden kaçma nedenleri, bizim de şu an kaçmama nedenimiz.

Peki insan kızdığı, öfkelendiği, kaçtığı hatta değiştirmek istediği şeye nasıl dönüşür? Ya da neden dönüşür?
S.K.:
Bilmediğinden olabilir bence…
Sarp Aydınoğlu: Korktuğundan da olabilir. Korktuğu için korkusu onu bir şekilde bir şeyler yapmaya götürüyor ve en iyi bildiği şeyi yapıyor; başkasını korkutuyor. Kendi korkusunu başkasının korkusuna dönüştürmeye çalışıyor.
S.K.: Hikayenin tam olarak ne olduğuyla ilgilenmektense, ‘bu ülkede böyle şeyler var, biz bu ülkeden gidelim’ gibi yüzeysel bir yerden yaklaştıkları için de olabilir. Çocuk gibi, hadi buradan gidelim… Eee, oraya gidince ne oluyor? Hayalini kurduğun öyle ütopik bir dünya var mı? Tamamen bencilce, düşünmeden, hiçbir donanımı olmadan, egoistçe yaptıkları bir şey, daha çok Güvendost’un durumu böyle aslında. Yani Umut birazcık daha iyi niyetli birisi. Bu durum insanı buna dönüştürür gibi bir şey iddia edilmiyor bu oyunda, böyle anlaşılması en çok korktuğumuz şey.

Oyunun belki de en iyi becerdiği şey o korktuğunuz algıya yer bırakmaması…
S.A.:
Özellikle Güvendost ve Umutlugil’in adlarıyla da müsemma bir tablo oluşuyor oyunun sonunda; bütün dünyada insanın insana ‘güveni’ kayboluyor ama ‘umudu’ kaybolmuyor. Hâlâ balıklara giderim, hâlâ bir yerlere giderim diyebiliyor. Evet bir sürü şeyin içine ediyoruz belki ama bir taraftan da hâlâ  o arama devam ediyor bir şekilde. Oyunun finaliyle ilgili en çok umursadığım şeylerden birisi de o; yani insanlığa karşı güvenimiz bitiyor belki ama umudumuz devam ediyor.

2500 yıl önce yazılmış bir klasik eserden bahsediyoruz. Siz bugün yeniden ele alırken neleri vurgulamayı öncelediniz? Neresine dikkat kesilelim istediniz?
S.K.:
Aslında deminki sorunun cevabından devam etmeli burada. Bu iki tane adam hani Atina’dan çıkıp geldi, böyle oldu. Zimbabwe’den çıkıp gelse de böyle olurdu. Kuşların ülkesi değil de balıkların ülkesine de gitseydi de aynı şey olacaktı. Evet, işte her zaman olduğu gibi bir sistem var. O sistemin başına gelen bir lider var. Sonra işte herkesin bir isteği var,  bir şeyler istiyor sonrası kaos. Ondan sonra  hiç değişmeyen bir şey; bir orduya ihtiyaç var. Bu o adamın yani Güvendost’un o an bulduğu kendine ait bir fikir değil… Bu dünyanın her yerinde böyle zaten. Bu onun zaten bildiği bir şey. Evet, bir orduya ihtiyacın var gerizekalı. Çünkü öyle değil o işler yani.

Onun bildiği fakat kuşların dünyasında tanımlı olmayan şeyler bunlar…
S.K.:
Evet. İşte kuşlarla insanların beraber kurduğu bir ülke var. Bir şekilde Güven tabii ki insan olduğu için insanlığın getirdiği zekayla bir şeyler kurmaya çalışıyor. Aslında uzlaşma peşinde değil kendi istediği olsun istiyor. Ama uzlaşılamadığı yerde de kuşlar ayaklanıyor ve kuşlarla savaşıyor. Yine orda da bir savaş çıkıyor yani. Dünyanın kanunu bu! Uzlaşılamayan yerde, anlaşarak konuşma, konuşarak uzlaşma değil savaşarak işi noktalandırma seçilir her zaman. Sonuçta kuşlar da o insanlarla savaşıyor, o savaş çıkıyor illa. Aslında kuşlar diye aşağıladığımız, kuş beyinli dediğimiz insanların gidip o ülkede onları tavlayacağını düşündüğümüz yerde kuşlar bir araya gelip ayaklanabiliyorlar. Aristofanes’in bence bu oyunda böyle bir göndermesi de var. daha önce yazdığı metinleri de düşünürsek, en sonunda kuşlar üzerinden anlatmaya çalışıyor derdini. Kuşlarla bile , kuş beyinlilerle de bunu yaşayacaksınız, hiçbir farkınız yok diyor.

S.A.: Varolan hikaye hep aynı ya; düzen… Sonuçta insan düzeniyle beraber geliyor ve geldiğinde de bir düzen getiriyor. Aristofanes de, Yavuz (Pekman) da bu düzenin peşinde koşuyor aslında. Kurmak istediğimiz düzen acaba o kadar da işimize yarayan bir düzen mi? Değil. Yani o düzeni sorgulamak adına bir okuma yapmaya çalışıyor. 2500 yılda insanın düzenle olan ilişkisi değişti, dönüştü bir tarafıyla ama temel mesele olarak aynı kalıyor. 2500 yıl sonra da benzer bir şeyi tartışma noktasına geliyoruz. Gökyüzüne sur, duvar çekmek gibi, hava geçişini kapatmak falan… Müthiş bir fantazya. Bir taraftan da ilk aklımıza gelen şey; beton. Demek ki 2500 yıl önce de böyle bir mantığı vardı hâlâ da aynı mantıkla devam ediyoruz. O düzeni kurmak için yapılan bir şey demek ki.

Bugüne uyarlama meselesinde sahneleme açısından nasıl bir bakış getirdiniz?
S.A.:
Oyuna Yavuz Pekman’ın ve Yönetmenimiz Volkan Sarıöz’ün kattığı bir boyut vardır, o da; satirlerin oynadığı bir oyun olması. Satirleri de genel olarak; düzen dışı olanlar, biraz daha ötekileştirilmişlerin anlattığı bir hikaye olarak kurgulamak istediler. Yavuz’un yaptığı adaptasyondu, buradan hareketle yola çıktı. Hikaye anlatan oyuncular, satirler, her kimse işte, onların ağzından bu hikayeyi dinlemek gibi bir boyut kattılar. Sahnede gördüğünüz her şey de buna hizmet ediyor. Volkan’ın sahneleme önerisi de, Yavuz’un metne katmaya çalıştığı şey de buna hizmet etti.

Satirlerin; belki mağdurun iktidar olma yolculuğu ya da güç olunca mağduriyeti unutması bakımından…
S.A.:
Ya da hep mağdur kalması bakımından…

Ya da öyle mi?
S.A.:
Sonuçta mağdur olmak dediğimiz şey karma, çok işlevli yani. Mağdurla, öteki arasında fark var bence yani.

Nedir aradaki fark?
S.A.:
Mağdur, başına bir şey gelmiş olan kişi. Öteki ise daha çok toplumun dışında kalmış olan. Genelin çok görmeyi tercih etmediği dışarıda kalanlar. Herkes mağdur olabilir, herkes bir gün geldiğinde öteki de olabilir tabii ama sizin ona yaklaşımınız belirliyor vaziyeti.
S.K.: Satirlerle ile ilgili Volkan’ın demeye çalıştığı da, mağdurla, öteki arasındaki fark bize de yapıştırılan bir etiket; düzen kırıcı. Biz, aklımızın yatmadığı, haksızlık olduğunu düşündüğümüz bir yerde fikrimizi söyleme özgürlüğümüz kadar basit bir şeyden bahsediyoruz. Bu mağdur mu? Evet, söyleyemediğin yerde mağdur oluyorsun ama bu senin fikrinin değiştiği veya başka bir şey olma şansını bitiriyor mu, hayır. Ben böyle düşünüyorum. Mağdur muyum, belki mağdurum ama mağdurluk benim fikrimi veya duruşumu bitirecek mi, hayır? Belki hareketimi engelleyecek, öteki olacağım ama söylemeye devam edeceğim. Bu oyun böyle bir dönemden geçiyoruz diye seçilmedi elbet ancak tam zamanına rastgeldi. Baksanıza; Shakespeare, Molière.. bütün klasik olmuş yazarlar hep aynı şeyi söylüyor. Dünyanın her yerinde 2500 yıldır bunlar yaşanmış ve bütün babalar da oturup bunları yazmış. 500 sene önce yazılmış Macbeth’i şimdi alıp okuduğumuzda tam günümüze oturuyor diyebilir miyiz? Zaten dünyada bir yerde o hep gündeme oturuyordu.

Bu biraz  ürkütücü de değil mi? Yani asırlar asırlar boyu geçerliliğini koruyan klasikler?
S.K.:
Bu gerçek. O yüzden daha çok klasik yapılmalı gibi bir düşüncem var. Eski babaların, üstatların hangi tekstini açarsanız açın hep bu var. Ama şu an biz, buna yakın bir şey yaşadığımız için ‘vay be’ diyoruz. Ama bu tekst 3 sene önce de 10 sene önce de hep vardı.

10 yıl önce de oynasaydınız da aynısını söyleyecektik galiba…
S.K.:
Cesaret Ana’yı yaptığımız zaman da aynı şeydi; savaş vardı. Resm-i Geçit’i de yaptığımızda aynıydı. Galiba biz onları biraz erken yaptık düşünüyoruz şu sıralar. Bu zamana kadar yaptığımız bir sürü oyunun şu an birebir karşılığı var. Her gün arka arkaya oynandığında bile dolabilecek oyunlarmış.
S.A.: Titus mesela… Titus’tan azade düşünemezsin bugünleri.
S.K.: Ha, o zamanlar kaygımız, korkumuz yoktu. Şimdi de yok ama istediğiniz şeyleri yapabilmenin daha zor olduğu ortada. Titus diye bir oyun yapmışız bu tiyatroda, hadi şimdi yap! Bir şeyi size yaptırmak istemiyorlarsa, yaptırtmayabiliyorlar. Bunun için bir duruş, bir şeyleri göze almanız gerekiyor.

LAV MAKİNASIYLA DEĞİL ELBET BİBER GAZIYLA YAPTIK

Yakın tarihimize damgasını vuran Gezi ve ardından durmayan sokak hareketleri ve devletin bunları bastırma yöntemleri tiyatromuza da tabii yansıdı. Bazen “yine mi” dedirtti hatta. Kuşlar’da da bu yansıma söz konusu. Siz dozajını nasıl ayarladınız?
S.K.:
Zaten metni okuduğunuzda üzerine aman aman bir şey koymanız gerekmediğini anlıyorsunuz. Derdimiz de birebir aynı şeyin dalgasını geçmek olmadı ama yakından yaşadığımız bir şey olduğu için sahnede de bir lider birilerini oradan attıracaksa tabii bunu lav makinasıyla değil biber gazıyla yaptı. Biz bunu kullanmayalım da, bambaşka bir şey kullanalım diye kasmanın da manası yoktu.
S.A.: Sonuçta herkes toplumsal bir hareket karşısında nasıl tepki verildiğini biliyor. Sadece onu kendi kumpanya dilimizle bizi ikna ettiği kadar kullanmaya çalıştık.

ÇORBA GİBİ BİR DÜNYA KOSTÜMLERLE KURULDU

Çok güçlü bir reji çalışması, büyüleyici kostümler, danslar, müzikler…Gösterişli bir oyun sonuçta. Müzik, koreografi yani oyunun hazırlığını konuşalım biraz da…
S.A.:
Kostümlerle başlayalım Deniz Çağrı Bilgili’nin imzası var orda. Satir üst başlığı altında günümüze bir şekilde, hafif çağrışımlar yapan ve adaptasyon peşinde koşan bir metne, böyle sahnelemek isteyen yönetmenle birlikte fikir alışverişi yaparak yarattılar. Volkan çorba gibi bir şey yapmak istiyordu. Bol malzemeli, içerisinde her şeyin olduğu bir şey vardı kafasında. Deniz o karışık dünyayı kostümlerle kurdu diye düşünüyorum. Müziklerimiz Okan Kaya’nın ellerinden. Kurulduğumuzdan bu yana Semaver Kumpanya’nın müziklerini yapan, bizimle olan, Gevende’nin de üyelerinden biri. Koreografiyi de Ebru Cansız yaptı. Burada bizim hocamızdı. O da Okan ile çok iyi bir çalışma sürdürdü. Bütün bu dünyanın içinde hem buna bir şeyler katan, aynı zamanla da müzikle de hem uyumun hem uyumsuzluğun peşinden koşan bir şeyler yapmaya çalıştı Ebru, Okan ile birlikte.

ÇOK İYİ Mİ ŞARKI SÖYLÜYORUZ ÇOK İYİ Mİ DANS EDİYORUZ BENİ HİÇ İLGİLENDİRMİYOR

Semaver Kumpanya’da Işıl Kasapoğlu ‘Kuşlar Meclisi’ni sahnelediğinde kostüm ve maskelerle bir çığır da açıyor. Aynı sahnede siz yine büyük ve kalabalık bir iş yapıyorsunuz. Ve benzer unsurlar dikkate değer. Nasıl bir iddia taşıyorsunuz?
S.K.:
Bizim ilk oyunumuz 12. Gece, çok sevilen ve uzun süre oynanan, insanların bayağı aklında kalan bir oyundu. Oradaki en büyük ustalık, ekipçe bir iş yapıyor olmamızdı. Benim için en önemli tarafı, bir sürü yeni genç, mezun arkadaşımız kumpanyaya dahil oldu ve gerçekten sağ olsunlar bütün oyun süreci boyunca böyle çok eski semaverlilermiş gibi burada oldular, sahiplendiler. Şu an beraber oyun oynuyoruz, meslektaşlarımız bizim onlar. Haliyle herkeste kalabalık oyun yapalım durumu var. Çok iyi dans eden, şarkı söyleyen çok da iyi oyuncu olan insanlarla mesela. Biz de çok iyi dans eden, şarkı söyleyen, oynayan insanlar olarak buraya başlamadık. Sağolsun başımızda Işıl hoca vardı, bizimle böyle oyunlar yaptı. Buraya müzisyen, şancı arkadaşını getirdi. Aynen bizim yaptığımız gibi. Bir tane koreograf arkadaşını getirdi. Ve biz burada şarkı söyleyerek, dans ederek kalabalık ekipli oyunlar yaptık ve şu anda galiba biz aslında böyle bir şeyi devam ettiriyoruz. Ebru’yu çağırdık, zevkle yaptı. Okan aynı şekilde. Atilla geldi, şarkıları çalıştırdı ve şu an hep beraber şarkı söyleyip, dans ediyoruz. Çok iyi şarkı mı söylüyoruz, çok iyi dans mı ediyoruz o tarafı beni hiç ilgilendirmiyor ama şu an Kuşlar diye bir oyun oynuyor. Yarın da belki Venedik Taciri diye bir oyun oynar, belki Macbeth diye bir oyun oynar. Beni en çok heyecanlandıran tarafı Semaver Kumpanya’nın böyle bir şeyi devam ettiriyor olması.

BURADA BİR TİYATROLARI VAR

Tabii kalabalık iş yapmak bir de sahne olanağı işi bütün bunlarla birlikte. Çokça sahne sancılı.
S.K.:
Biz de işte ayakta kaldık kalamadık hep söylenir.  Senelerdir burada haftanın üç günü oyun oynuyoruz, dört günü falan boş. Gerçekten böyle işler yapmak isteyen arkadaşlarımız, sahne şartı ile ilgili şeyler söyleniyorsa burada bir tiyatroları var yani.

Ayşen GÜVEN – Faruk AYYILDIZ 29.03.2015

EVRENSEL

Bir gönderi yayınlayabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir. Giriş