Yalan haberler Makyevalizmin Türkiye versiyonu

0 Yorum
Yaşananları ‘endişe verici’ olarak tanımlayan Mustafa Akyol’a göre, iktidarın kendisine hata kondurmaması en temel problem. “Hükümete yakın bir gazeteci yalan haberler için ‘kavgada yumruk sayılmaz’ demişti. Bu ayet, hadis değil, kabadayı örfü, Makyavelizminin Türkiye versiyonu.” diyor.

Türkiye’nin siyaseten en uzun yıllarından biri olmaya aday 2014’te medyada büyük değişiklikler yaşandı. Hükümeti destekleyen Star’daki yazılarına geçen haziranda Sedat Laçiner ile birlikte son verilen ikinci isim Mustafa Akyol oldu. Avusturya Savunma Akademisi’nin 1. Dünya Savaşı’nın 100. yılı vesilesiyle Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı ile ortaklaşa organize ettiği sempozyum için konuşmacı olarak Viyana’ya gelen Akyol, yaşanan baş döndürücü gündemle ilgili sorularımızı cevaplandırdı.

-Türkiye’de bunaltıcı bir gündem var. Avusturya ziyaretiniz sonrası kendinizi nasıl hissediyorsunuz?

Şu sıralar Türkiye’den sonra her yer huzurlu geliyor. Irak ve Suriye’nin yanında Türkiye cennet gibi kalır tabii. Ama Türkiye’den sonra Avrupa’ya, liberal demokrat bir ülkeye gelmek iyi geldi. Özellikle Viyana huzurlu bir yer. Türkiye ise yeniden kavga-dövüş ülkesi oldu. Bir ara, artık toplumsal barışı bulacağını ummuştuk ama eski Türkiye geri geldi.

-Sosyal medya üzerinden ‘‘millî güvenlik devleti olmaya gidiyoruz’’ içerikli bir mesaj paylaştınız. Herkesin ‘makul şüpheli’ olabileceği bir zaman dilimine ilerliyoruz sanki.

Tam olarak nereye varacağımızı kestiremiyorum. Sanırım kimse de kestiremiyor. Ama en hafif ifadeyle gidişat ‘endişe verici’. Türkiye, kendisinden kurtulduğunu zannettiğimiz dinamiklere geri döndü.

-O dinamikler neler?

Öncelikle şunu söyleyeyim: Kemalizmi çok eleştirmiş insanlardan biriyim. Atatürk’ün şahsıyla bir derdimiz yoktu elbette. Fakat Kemalist ideolojinin Türkiye’ye giydirdiği bir gömlek vardı. Biz buna karşıydık. Bunun özündeki en büyük problem, Türkiye’nin belli toplumsal kesimlerini iç düşman olarak tanımlamasıydı. 2010’da bununla ilgili “Atatürk’ün Gençliğe Hitabe’si kalksın” diye bir yazı yazmıştım. Zamanında çok kavga gürültü çıkmıştı. Gençliğe Hitabe’nin en büyük sorunu, “dâhili ve harici bedhah”lardan, yani şer odaklarından bahsetmesi demiştim. Her Türk çocuğu iç ve dış düşmanlar konseptiyle büyüyordu. Bu konseptin kalkması lazım demiştim. AK Parti’ye de çok destek verdim. Bu desteğimin sebeblerinden biri, iç ve dış düşmanlar konseptine karşı çıkmasıydı. Kendi tabanı da bizzat Kemalizmin iç düşmanları arasında olduğu için buna karşıydı. Erdoğan’ın 2009’da birçok önemli konuşması var. Demişti ki “Biz artık dört tarafı düşmanlarla çevrilmiş bir ülke değiliz.” Ben de “Tebrikler Erdoğan, beklediğimiz buydu.” dedim. Bu, merhum Turgut Özal’ın başlattığı bir konseptin devamıydı aslında . Dünyaya açılma, içeride barış… Fakat son 2 yıl içinde, özellikle Gezi ve 17 Aralık süreci, iktidarı tekrar iç ve dış düşmanlar konseptine döndürdü. Sayın Erdoğan, her konuşmasında bize iç ve dış düşmanları anlatıyor. “Türkiye’nin dışarıda düşmanları var. Onlar, Türkiye’ye karşı komplo kuruyorlar. İçeride bunlarla işbirliği yapan hainler var. Türkiye’deki tüm problemler de bu yüzden çıkıyor.” O yüzden, Gezi’den beri “Eskiden de Kemalistler böyle yapıyordu, şimdi siz yapmayın” diyerek bu durumu dostça anlattım. Hâlâ da kendimi bir AK Parti muhalifi olarak tanımlamıyorum. Ama giderek ben de “Yazıklar olsun!” dedim. Bunun için mi bu kadar uğraştık, değişimi destekledik?

-Bir yandan ‘ABD, AB kuyumuzu kazıyor’ deniyor, öte taraftan Batı’daki en küçük olumlu sayılabilecek bir gelişme hükümete yakın medya tarafından manşetlere çekiliyor.

Aslında bu da Kemalizmi andırıyor. Kemalizmin ‘dünyanın saydığı başkumandan’ söylemi vardır. Atatürk’ü öven uluslararası yayınlar falan… Ama aleyhte en ufak bir şey geçtiğinde ise ‘Atatürk Cumhuriyetine emperyalist saldırı’ derlerdi. Dünyaya bakışta böyle bir paranoyak durum var. Aslında temel problem, iktidara sahip olan kadronun kendisine hata veya yanılgı kondurmaması. Siz eğer ‘Bir şeyi yanlış yapıyor olabiliriz’ diye bir ihtimali kenara atıyorsanız, ikinci aşamada şu geliyor: ‘Biz her şeyi iyi yapıyoruz, bu adamlar bize neden karşı çıkıyor? Bu adamlarda bir kötü niyet olması lazım. Biri bunları ceplerine para koyup satın alıyor, yani bunlar vatan haini. Yoksa neden karşı çıksın ki.’

Bu bizim millî bir problemimiz. Biz çoğulculuğa hâlâ alışamadık. Biri ülkenin menfaatlerini burada, diğeri de samimi olarak çok farklı bir yerde görüyor.

-Türkiye’de ayrışmayan kesim kalmadı gibi son süreçte.

Liberaller diye anılan insanlarda bile bir ayrışma görüyorsunuz. AK Parti’yi giderek daha fazla eleştiren liberallerin yanında halen güçlü bir şekilde destekleyenler var. Destekleyenler, ‘Hükümetin hataları ve otoriterleşme var ama bu durduk yere olmuyor. Hükümet tehditlerle karşı karşıya ve buna karşı meşru müdafada’ diyorlar. Bu, Gezi’de ve ardından 17 Aralık’ta başladı. Onlara göre iki darbe girişimi oldu. Ben, ‘darbe girişimi’ lafını bu süreçlerin hiçbiri için kullanmıyorum. En son parti kapatma davasında “Bu, hukuk kılıfı altında yargısal bir darbe girişimidir” demiştim. Bir partiyi, sadece başörtüsünü serbest bırakmak, yani din özgürlüğünü genişletmek için adım attı diye kapatmak demokraside yeri olmayan bir şeydir çünkü. Ama demokraside, sokakta gösteri yapmanın da, yolsuzluk soruşturmasının da yeri var. Sokak gösterisini ‘aşırılığı’ yönüyle eleştirebiliriz ama buna ‘darbe girişimi’ denmez. Yolsuzluk soruşturmasının arkasında ‘siyasi niyet’ vardı diye eleştirebiliriz ama buna da ‘darbe girişimi’ denmez.

-Liberallerin fark etmediği nokta ne oldu?

Sanırım söz konusu liberallerin fark etmediği nokta şu ki Kemalizm de böyle meşrulaştırıyordu kendini. ‘Olağanüstü şartlar olduğu için olağanüstü tedbirler almamız gerekiyor’ diyorlardı. Oysa aldığınız olağanüstü tedbir, olağanüstü şartı daha çok şiddetlendiriyor. Kemalizmin hikâyesine bakarsanız, o da çok güzel bir “Yeni Türkiye” kurmuştu. Durduk yere Şeyh Said isyanı çıktı sonra. ‘Mecburen’ onu bastırdılar. Acaba ‘isyanı çıkaran insanla ben bir diyalog kurdum mu, demokratik bir çerçeve oluşturmaya çalıştık mı’ diye düşünmediler. Arkasından Takrir-i Sükun ve diğer otoriterlikler geldi.

Bakın şunu da belirteyim: Bence tutarlı bir liberal, aksi yöne de savrulmamalıdır. Yani AK Parti iktidarına her konuda karşı çıkmak gibi bir ezbere düşmemelidir. Ben, bu iki uçtan da ayrı durmaya, doğru gördüğüm şeye doğru, yanlış gördüğüm şeye yanlış demeye çalışıyorum. Ama hükümetin otoriterleşme dinamiğine onay vermek veya bahane üretmek tarihsel bir hata. Otoriterleşmeye bahane üretmeye başladıkça, bu durum Dersim katliamındaki gibi silah kullanmaya kadar gider.

-Yaşanan gelişmelerin ardında planlı bir siyasi akıl görüyor musunuz?

Bu konuda hükümetin çok düşünülmüş planları var mı bilmiyorum. Bana, pek çok konuda günlük reaksiyonlar veriyorlar gibi geliyor. Fakat o günlük reaksiyonların altında oturmuş bir zihniyet var, o pek değişmiyor. Siyaset biliminde ‘büyük anlatı’ denen bir kavram vardır. Yani siz o kadar büyük bir kurtuluş hareketisiniz ki, sizin zaferiniz tüm dünyayı kurtaracak… Bu, en çok Marksizmde vardır. Marksistler derler ki biz harika bir toplum kuracağız, o toplumda herkes eşit ve özgür olacak. Ama oraya varana kadar çok mücadele etmeniz lazım. Burjuvaziyi tepelemeniz lazım. Bazen şiddet gerekebilir. Ama ideal o kadar büyüktür ki, varsın olsun…

-AK Parti’nin yaptığı da aynı mı?

AK Parti de son iki-üç yılda kendine has bir “büyük anlatı” oluşturdu: “AK Parti, 2053’e kadar iktidarda kalacak. 2071’e kadar dünya lideri olacak. İslam dünyasını, Filistin’i kurtaracak. Bütün küresel sistemi değiştirecek.” Bu kadar büyük ve harika bir hikâyeye kim karşı olabilir ki, eğer bu hikâyenin taşıyıcısı olan milletin içine sızmış bir hain değilse… Böyle kurduğunuz zaman zihniyeti, bu şekilde işliyor zaten. Her sabah kalkıyorsunuz ve ben harika bir şey yapıyorum, 100 yıllık parantezi kapatıyorum diye düşünüyorsunuz. Gerisi teferruat. Bu büyük mücadele sırasında kurunun yanında yaş da yanıyor, olağan karşılıyorsunuz. Varılması gereken büyük siyasi hedef için hukuku göz ardı ediyorsunuz. Bence bu mantığı temel görüş haline getirdikten sonra bu reaksiyon sürekli veriliyor. Dolayısıyla sürekli yeni otoriterlikler de meydana geliyor. Yüzde 51’in oyuyla belirlenen “millî irade” de artık neredeyse ilahî bir kudret gibi sorgulanamaz hale geliyor .

-Hiç umut var mı içinizde?

Bu bir kriz dönemidir, sakinleşir diyerek umudumuzu koruyoruz. Ahmet Davutoğlu’nun başbakanlığı belki bir rahatlamaya vesile olur diye halen umuyorum. Bir taraftan da Erdoğan’ın müdahaleleriyle otoriter ve çatışmacı paradigma devam ediyor, yeni adımlar atılıyor. Son kanun ise bu açıdan fecaat.

-Bu yaşananlar döndürülemez bir süreç mi?

Sanırım daha ziyade bir öğrenme süreci. Hepimiz için. Bakın ben Erdoğan ve kurmaylarının 12 yıl önce “demokrasiyi kullanacağız, sonra kaldıracağız” diye bir plan kurduklarını düşünmüyorum. Olayların akışı içerisinde onlar da sürekli değişiyorlar, dönüşüyorlar. Fakat demokrasi seçimlerden ibaret değil. İbaretse de matah bir şey değil. Hukukun üstünlüğü, basın özgürlüğü, sivil toplumun özerkliği, birey hakları gibi liberal demokrasiyi oluşturan, Avrupa Birliği içinde oturmuş temel kriterler var. Erdoğan ilk başta Avrupa kriterleri diyerek bunların hepsine talip oldu. Fakat giderek seçimden gerisi mühim değil gibi bir noktaya geldi. Oysa ki ‘millî irade’den ibaret bir demokrasi muhtemelen çoğunluk diktatörlüğüne dönüşür. Yüzde 51’i alan her şeyi yapabiliyorsa, diğerlerinin hakkını kolayca çiğneyebilir. Bu ilkel bir demokrasi tanımı ve ne yazık ki toplumun önemli bir bölümü bunu böyle algılıyor.

-Mesela…

AK Parti, genel ekonomik ve istikrar başarısının yanında muhafazakârları laik bir baskıdan kurtardı. Başörtüsü yeni yeni özgürleşiyor. Aynı muhafazakâr kitlenin ‘Bize yapılanları başkasına yapmayalım’ demesi gerekiyor. Ama ‘Oh, iyi olsun!’ diye düşünen bir kitle de var. Bundan ileride çok pişman olacağız.

-Hükümet, giderek artan taban desteğine rağmen tercihini ‘yasaklarla mücadele etmek’ yerine neden ‘sürekli yeni düşman üretmekten’ yana kullandı?

AK Parti içindeki bazı etkin zihinlerin, ‘Bizim toplumumuza biraz yön vermek gerekir, topluma manevi değerleri aşılamak için zorunlu din dersi gerekir’ diyerek devlet eliyle dindar nesil yetiştirme gibi bir misyon biçtiklerine ve Kemalizmin zıddı bir sosyal mühendislik istediklerine artık kani oldum. Bu, Türkiye’yi şeriat devleti yapacaklar basitliğinde bir durum değil. Ama AK Parti, hem kendisinin siyasi ihtiyaçları hem de kendi gelecek toplum projesi açısından liberal demokrasinin ‘devletin tarafsızlığı, dinin sivil toplumun elinde olması, birey hayatına müdahale edilmemesi’ ilkelerini lüks gibi görme eğiliminde. Onun için, AK Parti’yi destekleyen liberallerle de yol ayrımı olacaktır diye düşünüyorum.

-Dinî hassasiyetleri olan muhafazakâr bir taban, nasıl ‘hakaret eden, ötekileştirici’ bir kitleye dönüştü?

Muhafazakâr tabanda bu üslup her zaman vardı, fakat giderek hâkim bir hale geldi. Levent Gültekin’in “Akit gazetesi bir anda muhafazakâr camianın sesi oldu’ gibi bir tespiti var. Muhafazakâr camia, 28 Şubat’tan sonra liberalizm kaynaklı empati, hoşgörü, tolerans ve ötekileştirmeme gibi kavramları benimsedi. Fakat bir süre sonra bu kavramlara ihtiyaç kalmadı. Güç yozlaştıran bir şeydir ve muhafazakârlar bu gücün etkisine girdi. Bunu sadece AK Parti için değil, Hizmet Hareketi için de söylüyorum. Hizmet şu an farklı bir yerde, ama Ergenekon Davası döneminde o agresif dil iki tarafta da vardı. Ve ben iki tarafa da, “yapmayın, etmeyin dostlar” diyordum. Ne yazık ki Türkiye’nin genelinde dindarlık bir kimlik haline geldi. Halbuki dindarlığın bir ahlaki derinliği olması lazım. Bugün karşımızda bir tür Müslüman milliyetçiliği, siyasal İslam ve çok yoğun bir hamaset ile örülü bir söylem var. Erdoğan, bu söylemin merkezinde ve bu söylemi sürekli yeniden üretiyor. Hükümete yakın medyada artık Yahudi düşmanlığı sıradanlaştı. Öyle bir hale geldi ki bunu eleştirdiğinizde ‘Yahudi ajanı’ diye nitelendirilir hale geldiniz. Gerçekte Türkiye dahil olmak üzere Müslüman dünyadan Batı’ya getirilebilecek çok önemli eleştiriler var. Batı’nın çifte standartlarını ortaya koymak, oradaki özeleştirel dinamiklere katkı sağlar. Fakat Batı hakkında çocukça yalanlar söyleyip durursanız bir faydası olmadığı gibi komik duruma düşüyorsunuz.

-Hükümete yakın bir kısım medyada alenen yalan haberler yapılıyor. Müslüman olduğunu iddia eden insanlar bu kadar yalana nasıl müsaade ediyor?

Bunu AK Parti’yi destekleyen medyadaki önemli bir isme sormuştum. Bana ‘Kavgada yumruk sayılmaz’ demişti. Bu bir ayet veya hadis, yahut fıkıh kitaplarında yazılı  ilke değil, aksine kabadayı kültüründen bir örf. Makyavelizmin Türkiye versiyonu belki de. Oysa AK Partililerin şunu görmesi lazım. İktidarda kalma hedefi, değerlerin önüne geçmemeli. Oysa geçti. İslam dünyasını kurtaracak düşüncesiyle AK Parti’nin iktidarda kalması için yolsuzluklar da, iftiralar da görmezden gelinebiliyor.

__________________________

ÇÖZÜM SÜRECİ ERDOĞAN’IN BAŞKANLIK HESAPLARI İÇİN FEDA EDİLMEMELİ  

-Türkiye’nin çözüm bekleyen en önemli meselelerinden biri de Kürt sorunu. Çözüm sürecinden umutlu musunuz?

Her şeyden önce bu süreci destekleyen biriyim. Türkiye’de terör, silahlı mücadeleyle değil, müzakereyle sona erecek. Fakat bunu ilke olarak savunmak demek, süreç her yönüyle iyi gidiyor demek değil. Burada Öcalan’la yürütülen bir süreç var. Öcalan yapıcı konuşuyor. Bu artı bir durum. Fakat hükümetin kafasındaki çözümle PKK’nın kafasındaki çözüm farklı. AK Parti, “Kürtçeye biraz serbestiyet verelim, HDP’nin önünü açalım, PKK’lıların bazıları aftan yararlanır, ileride Öcalan belki çıkar” diye düşünüyor sanırım. Fakat PKK, çözüm sürecinden Kuzey Irak’taki gibi kendi yöneteceği bir bölge istiyor. Dolayısıyla çok zor bir süreç bu. Suriye ve Irak’taki durum bu süreci daha da zorlaştırdı. İktidarın, süreci iyi planlayıp hesaplaması ve koordineli götürmesi, muhalefete ve diğer insanlara anlatması gerekiyor. Kürt siyasetçilerin de “Gösteri, miting yaparız ama teröre, molotofkokteyline hayır” demeleri lazım. Altan Tan’ın söylediklerini bu açıdan önemsedim. Öte yandan iktidarın da süreci eleştirenleri “kan istemekle” suçlamayı bırakıp gelen makul eleştirileri dinlemesi gerek. Dahası bu kritik süreç Erdoğan’ın başkanlık hesaplarına endekslenmemeli, onun için feda edilmemeli.

_____________

HİZMET HAREKETİ, TÜRKİYE İÇİN BÜYÜK BİR DEĞER

-Hizmet Hareketi ile ilgili eleştirileriniz nedir?

Evvela belirteyim ki ben tüm muhafazakâr camiayı, Hizmet Hareketi de dâhil olmak üzere, dostça eleştirmeye çalışıyorum. Harekete yönelik en büyük eleştirim, son 6-7 yılda fazla siyasallaştığı yönündedir. Hizmet Hareketi poliste veya yargıda etkisi var diye anılmamalı ve sivil alanda olmalı. Ki sivil alandaki faaliyetleri de Türkiye için büyük bir değer. Polis ve yargıya dair algı ise, Türkiye için de Hizmet için de iyi bir durum değil. Hizmet Hareketi’nin iktidarı rahatsız eden yönünün de asıl bürokrasideki kadrolaşması olduğu aşikâr. Ama kanımca iktidar bunu üç-beş kat artırıyor. Kobani yüzünden olaylar çıkıyor, iktidar bunu da Hizmet’e bağlıyor.. İktidarı destekleyen bazı gazetelerde gördüğümüz trajikomik iftiralar, örneğin Fethullah Gülen Hocaefendi’nin annesinin adının aslında Rabin olduğu gibi safsatalar da cabası.. Bugün gelinen noktada Hizmet Hareketi iktidar için en büyük iç düşman hâline gelmiş durumda. Buna ikna olan geniş kesimler, söz konusu “her yere sızan iç düşman” algısının ne gibi siyasi sonuçlar üretebileceğini bir düşünmeli. 30’lar Avrupa’sındaki otoriter rejimler böyle kurulmuştur. Hainlerin her yere sızdığını söylerseniz bir süre sonra bunu bitirmek için demir yumruk lazım. Türkiye bir hukuk devleti ve bu noktaya henüz gelmedik ama bir süre sonra insanlar ‘sen paralelsin’ diye evlerinden alınabilir mi? Bunun olmayacağını umuyorum ama Türkiye’de ‘Hiç olur mu!’ dediğimiz birçok şey oldu son zamanlarda.

Seyit Arslan 27.10.2014

AKSİYON

Bir gönderi yayınlayabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir. Giriş